Ensar ve Muhacir Kardeşliği

Muhâcirler, fedâkârlık ve çilelerle Medîne’ye hicret etmeye çalışırlarken, Medîneli Müslümanlar da onların bu büyük îman mücâdelesine yaraşır bir îman muhabbetiyle onları bağırlarına basıyorlardı. Kendilerine kucak açarak her şeylerini paylaşmaya gönülden râzı oluyorlardı. İşte Muhacir ve Ensar kardeşliğinin faziletleri...

“Bir yerden başka bir yere göç eden” mânâsındaki “Muhâcir” kelimesi ekseriyetle, artan baskı ve eziyetlerin tahammül edilemez bir hâl alması üzerine Medîne’ye hicret eden Mekkeli Müslümanlara verilen bir isimdir.

Muhâcirler, yanlarında götürebildikleri dışında bütün mal varlıklarını geride bırakarak göç ediyorlardı. Müşrikler, Muhâcirlerin terk ettikleri bu mallara hemen el koydular. Müslümanların mal kaybı gerçekten çok büyüktü. Ancak onların gözü ne mal görüyordu ne de onlar dünyâya âit herhangi bir menfaatin peşinde idiler. Zîrâ ashâb-ı kirâm, îmânın lezzet ve halâvetini tatmışlardı. Bu sebeple Allâh yolunda her şeylerini fedâ etmeye hazırdılar.

Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendilerine herhangi bir şey buyurduğunda; “Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” der, Efendimiz’in en ufak ricâsını dahî emir telâkkî ederek O’nun emrine âmâde olurlardı. Medîne’ye gitmesine mâni olmak isteyen müşriklere, Mekke’de servetini sakladığı yeri bildirerek hicretini tamamlayan Suheyb bin Sinan, yâni meşhur adıyla Suheyb-i Rûmî -radıyallâhu anh- bunun en güzel misâllerinden biridir:

ALLAH YOLUNDA AĞIR İŞKENCELERE MARUZ KALDIRLAR

Allâh yolunda ağır işkencelere mâruz kalan Müslümanlardan biri olan Suheyb -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’tan sonra Medîne’ye hicret etmek maksadıyla yola çıktı. Mekkelilerden bâzıları arkasından yetişerek:

“−Sen buraya fakir ve zayıf bir kimse olarak geldin. Aramızda bol servete kavuştun! Sonunda da kendinle birlikte servetini de alıp gitmek istiyorsun ha! Vallâhi buna müsâade etmeyiz!” dediler.

Suheyb hemen hayvanından yere indi. Ok çantasındaki okları çıkardı ve:

“−Ey Kureyş cemaati! İyi bilirsiniz ki, ben sizin en iyi ok atanlarınızdan biriyim. Vallâhi yanımda bulunan okların hepsini size atar, bitince de kılıcımı çekerim. Bunlardan birisi elimde bulundukça bana yaklaşamazsınız. Ancak onlar elimden çıktıktan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Şimdi servetimin yerini bildirir ve onu size bırakırsam yolumu açar, beni serbest bırakır mısınız?” dedi.

Müşrikler, teklifi kabûl ettiler. Bunun üzerine Suheyb -radıyallâhu anh-, servetinin yerini onlara bildirerek yoluna devâm etti. Rebîülevvel ayının ortalarında Kubâ’ya varıp Rasûlullâh’a kavuştu. O sırada Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında Hazret-i Ebû Bekir ile Ömer -radıyallâhu anhümâ- vardı. Önlerinde de Külsûm bin Hidm’in getirdiği Ümmü Cirzan hurmasından bir salkım bulunuyordu. Suheyb -radıyallâhu anh-’ın yolda gözleri ağrımış, karnı da son derece acıkmıştı. Hurmalardan yemeye başladı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- latîfe yaparak:

“–Yâ Rasûlallâh! Suheyb’i görüyor musunuz? Hem gözü ağrıyor hem de yaş hurma yiyor?!” dedi. Varlık Nûru Efendimiz, Suheyb’e:

“–Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma yiyorsun ha?!” buyurdu.

Suheyb de:

“–Ben, onu gözümün ağrımayan tarafıyla yiyorum!” dedi.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tebessüm etti ve (Suheyb’in serveti karşılığında Mekkeli müşriklerden canını kurtarmasını îmâ ederek):

“–Suheyb kazandı! Suheyb kazandı! Ey Ebû Yahyâ! Satış kârlı çıktı! Satış kârlı çıktı!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, III, 226-230; Hâkim, III, 450, 452)

MEDİNELİ MÜSLÜMANLAR MALLARININ YARISINI MEKKELİLERE VERDİ

Muhâcirler, bu fedâkârlık ve çilelerle Medîne’ye hicret etmeye çalışırlarken, Medîneli Müslümanlar da onların bu büyük îman mücâdelesine yaraşır bir îman muhabbetiyle onları bağırlarına basıyorlardı. Kendilerine kucak açarak her şeylerini paylaşmaya gönülden râzı olan Ensâr kardeşlerine yük olmak istemeyen bâzı Muhâcirler de, müstağnî bir tavır sergileyerek, karşılıksız verilen şeyleri almıyor, bâzıları da sâdece Ensâr’ın hurma bahçelerinde çalışarak elinin emeğiyle kazanmayı kabûl ediyorlardı. Bir kısım Muhâcirler ise ticâretle uğraşmayı tercîh etmişlerdi. Nitekim Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- bunlardan biridir. Kendisiyle kardeş ilân edilen Sa’d bin Rebî -radıyallâhu anh- ona şöyle dedi:

“−İşte mallarım, onların yarısını sana veriyorum.”

Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh- ise:

“−Allâh mallarını bereketli kılsın. Âile halkına da âfiyet versin. Sen bana, Medîne çarşısını göster, kâfî!” karşılığını verdi. Bu şekilde ticârete başlayan Abdurrahmân -radıyallâhu anh-, kısa zamanda zengin oldu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 3)

Vahyin ilk muhâtabı olan, bütün zorlukları göze alarak Allâh Rasûlü’ne îmân eden, bu uğurda ağır işkencelere mâruz kalan ve sonra da yurtlarından çıkarılan Muhâcirler, Allâh Teâlâ’nın medhü senâsına mazhar olmuşlardır. Zîrâ onlar, hiçbir dünyevî menfaatleri olmadığı hâlde, sırf inançlarını yaşayabilmek için her şeylerini terk etmişlerdi. Muhâcirler bu hareketleriyle sâdece fedâkârlık yapmıyor, aynı zamanda bir dînî vecîbeyi de îfâ ediyorlardı. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, gerektiği hâlde hicret etmeyenleri kınamaktaydı:

“Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler: «Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)» Onlar da; «Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik.» derler. Melekler; «Allâhʼın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya!» derler. İşte bunların gidecekleri yer Cehennemʼdir. O ne kötü varış yeridir.” (en-Nisâ, 97)

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de, Muhâcirlerin günahlarını bağışlayacağını ve onları Cennetʼle mükâfatlandıracağını bildirmektedir:

“…Hicret edenler, memleketlerinden çıkarılanlar, Ben’im yolumda eziyete uğrayanlar, savaşanlar ve öldürülenlerin günahlarını mutlakâ örteceğim, onları altından ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Onlar, Allâh tarafından tasavvur edemeyeceğiniz bir mükâfâta kavuşacaklar. Mükâfâtın en güzeli Allâh katındadır.” (Âl-i İmrân, 195)

“Sonra şüphesiz Rabbin, eziyet edildikten sonra hicret eden, ardından da cihâd eden ve sabreden kimselerin yardımcısıdır. Bütün bunlardan sonra Rabbin elbette çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.(en-Nahl, 110)

MUHACİRLER BÜYÜK FEDAKARLIKLAR GÖSTERDİLER

Bu hususta Peygamber Efendimiz şöyle buyurmaktadır:

“Muhâcirler, insanlardan yetmiş sene evvel cennete girip onun nîmetlerinden istifâde edeceklerdir. Hâlbuki insanlar hesap vermek için bekletileceklerdir.” (Heysemî, X, 15)

Muhâcirler, âhirette çok büyük mükâfatlara nâil olacakları gibi, aynı zamanda bu dünyâ hayâtında da gösterdikleri fedâkârlıkların bereketiyle nice Rabbânî lutuflara mazhar kılınmışlardır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Zulme uğradıktan sonra Allâh’ın rızâsı için hicret eden mü’minleri, dünyâda güzel bir yere yerleştireceğiz. Âhiretin mükâfâtı ise daha büyüktür. Bir bilseler.” (en-Nahl, 41)

Allâh Teâlâ, Muhâcirlerin mâruz kaldıkları mahrûmiyetler mukâbilinde onlara ganîmetlerden, diğer insanlara nisbetle fazladan bir pay ayırmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de bu hususla ilgili olarak şöyle buyrulmaktadır:

“Bu ganîmet mallarında, bilhassa yurtlarından ve mallarından uzaklaştırılmış, Allâh’ın lutuf ve rızâsını isteyen, Allâh(ın dînine) ve Rasûlü’ne yardım eden fakir Muhâcirlerin hakkı vardır. İşte samîmî olanlar, onlardır.” (el-Haşr, 8)

Muhâcirler, Medîne’ye geldiklerinde, yaşadıkları hasretin yanı sıra Medîne’nin havasına da uzun süre alışamamış, hummâ ve benzeri hastalıklara yakalanmışlardı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, babası Ebû Bekir Sıddîk ve Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anhümâ-’nın hummâ ateşi ve Mekke hasretiyle muzdarip hâllerini görünce durumu Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirmiş, Âlemlerin Efendisi de bunun üzerine şöyle duâ etmişti:

"HUMMA VE SITMASINI CUHFE'YE NAKLET"

“Yâ Rabbi! Mekke’yi bize sevdirdiğin gibi Medîne’yi de sevdir! Öyle ki Mekke’den daha ziyâde sevdir! Mahsullerine bereket ihsân eyle! Yâ Rabbi! Medîne’nin havâsını güzelleştir, hummâ ve sıtmasını Cuhfe’ye naklet!” (Buhârî, Fedâilü’l-Medîne, 12; Müslim, Hacc, 480)

Mekke’den hicret eden cefâkâr Muhâcirlere kucak açıp onlarla bütün imkânlarını cömertçe paylaşan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yakınlık göstererek dâvâsına destek olan vefâkâr Medîneli Müslümanlara “yardımcılar” mânâsına gelen “Ensâr” ismi verilmiştir. Ensârdan tek bir şahsı ifâde etmek üzere “ensârî”; onların tamâmını veya çok sayıdaki ensârîyi ifâde için de “Ensâriyyûn” tâbirleri kullanılmıştır.

Gaylan bin Cerîr -radıyallâhu anh- şöyle der:

Enes -radıyallâhu anh-’a:

“−Hakkınızda daha önce Ensâr ismi kullanılır mıydı, yoksa bu ismi size Allâh mı verdi?” diye sorduğumda o:

“−Bu ismi bize Allâh verdi.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 1)

Ensâr; Evs ve Hazrec olmak üzere Medîneli iki kardeş kabîleden oluşmaktaydı. Nübüvvetin on birinci senesinde Hazrec kabîlesinden altı kişilik bir heyet, savaşmakta oldukları Evs’e karşı Kureyşlilerin desteğini sağlamak maksadıyla Mekke’ye geldi. Burada Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaşarak O’nun teblîğ ve irşadları netîcesinde İslâm’ı kabûl etti. Hazrecliler, Medîne’ye dönüşlerinde, aralarındaki düşmanlığın bu hak dîn sâyesinde ortadan kalkacağını ve eskisi gibi kardeş hâline geleceklerini umarak Evs kabîlesini de İslâm’a dâvet ettiler. Böylece, senelerce devâm eden savaşların gönüllerine verdiği yorgunluk, İslâm’ın “silm”i, yâni barış ve huzûru ile birlik ve kuvvete inkılâb etti. İki kardeş kabîle tekrar bir araya gelerek nübüvvetin on ikinci ve on üçüncü senelerinde Mekke’ye temsilciler gönderip Hazret-i Peygamber’le görüştüler, Birinci ve İkinci Akabe Bey’atleri’ni gerçekleştirdiler.

İkinci Akabe Bey’ati’nde, kendi memleketlerine hicret ettikleri takdirde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ve Mekkeli Müslümanları koruyup onlara yardım edeceklerine dâir söz verdiler. Böylece hicrete ve İslâm târihinde yeni bir devrin açılmasına vesîle oldular.

MUHACİR VE ENSAR KARDEŞLİĞİ

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhâcirler ile Ensâr’ı ikişer ikişer kardeş ilân ettiği zaman, Ensâr, Muhâcir kardeşlerini Medîne’deki evlerine, işlerine, bağ ve bahçelerine ortak ederek öz kardeşliğin de üstünde ve ötesinde benzersiz bir birlik ve tesânüd örneği gösterdiler. Ensâr’ın bu samîmî tavrını Kur’ân-ı Kerîm şöyle medheder:

“Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler, onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı hissetmezler, kendileri zarûret içerisinde bulunsalar bile onları kendilerinden önde tutarlar...” (el-Haşr, 9)

Bu âyetin nüzûl sebebi olarak kaydedilen şu hâdise, Ensâr’ın fedâkârlıklarına güzel bir misâldir:

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e açlıktan zayıf düşmüş birisi gelerek yardım istedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz hanımlarına haber salarak yiyecek bir şeyler göndermelerini istedi. Fakat müʼminlerin anneleri:

“‒Senʼi peygamber olarak gönderen Allâhʼa yemin ederim ki evde sudan başka bir şey yok.” cevâbını verdiler.

Bu sefer Allah Rasûlü ashâbına dönerek:

“–Bu kardeşinizi kim misâfir etmek ister?” diye sordu. Ensâr’dan Ebû Talha -radıyallâhu anh-:

“–Ben misafir ederim yâ Rasûlallâh!” diyerek o yoksulu alıp evine götürdü. Eve varınca hanımına:

“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in misâfirini ağırlayalım! Evde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Hanımı:

“–Hayır, sâdece çocuklarımın yiyeceği kadar bir şey var.” dedi. Sahâbî:

“–Öyleyse çocukları oyala. Sofraya gelmek isterlerse onları uyut. Misâfirimiz içeri girince de lâmbayı bir bahâneyle söndür. Sofrada biz de yiyormuş gibi yapalım.” dedi.

Sofraya oturdular. Misâfir karnını doyurdu; onlar ise aç olarak yattılar. Sabahleyin Ebû Talha, Peygamber Efendimiz’in yanına gitti. Allâh Rasûlü onu görünce:

“–Bu gece misâfirinize yaptıklarınızdan Allâh Teâlâ râzı oldu.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbuʼl-Ensâr 10, Tefsîr 59/6; Müslim, Eşribe 172-173)

PEYGAMBER EFENDİMİZ MEDİNE'YE GELDİĞİNDE MUHACİRLER NELER YAPTI?

Peygamber Efendimiz Medîne’ye geldiğinde Muhâcirler:

“–Yâ Rasûlallâh! Kendilerine hicret ettiğimiz şu kavim kadar cömert ve hayırsever kimseler görmedik. Malı çok olan bol bol veriyor, az olan da fedâkârlık yapıyor, yardımda bulunuyor. Bütün maîşet derdimizi giderdiler ve bizi mallarına ortak ettiler. Korkuyoruz bütün ecir ve sevâbı alıp götürecekler.” dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“–Hayır, onlar için Allâh’a duâ ettiğiniz ve yaptıklarından dolayı kendilerini senâ ettiğiniz müddetçe siz de (sevâba nâil olursunuz.)” (Tirmizî, Kıyâmet, 44/2487)

Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:

“Ensâr, hurmalarını devşirdiklerinde bunları ikiye ayırırlar, bir tarafa çok, diğer tarafa da az hurma koyarlardı. Daha sonra az olan tarafa hurma dallarını koyar(ak o tarafı çok gösterip) Muhâcirlere; «Hangisini tercih ederseniz alın.» derlerdi. Onlar da (çok görünen yığın Ensâr kardeşlerimizin olsun diye, az görünen yığını alırlar) ve böylece hurmanın çoğu onlara giderdi. Ensâr da bu şekilde az olan kısmı kendilerine ayırmış olurlardı. Hayber’in fethine kadar Ensâr’ın bu âlicenaplığı aynı şekilde devâm etti.” (Heysemî, X, 40)

Ensâr’ın Muhâcirlere karşı gösterdiği fedâkârlıkların diğer bir misâli de şu hâdisedir:

Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Bahreyn arâzîsini kıt’a kıt’a ayırıp ashâba dağıtmak üzere önce Ensâr’ı dâvet buyurmuştu. Ensâr ferâgat göstererek:

“−Yâ Rasûlallâh! Muhâcir kardeşlerimize bunun bir mislini fazlasıyla taksim buyurmadıkça bize bir şey vermeyiniz!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Ey Ensâr! Mâdem ki (başkalarını nefsinize tercih ederek) almak istemiyorsunuz; şu hâlde Kevser havuzunda bana kavuşuncaya kadar sabrediniz! Çünkü benden sonra size başkalarının tercih edileceği bir zaman gelecektir.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 8)

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr’ın bu meziyetini şöyle medhetmiştir:

“Gördüğüm kadarıyla siz gazâya ve muhtaçlara yardıma çağrıldığınız zaman çoğalıyor, akın akın geliyorsunuz; dünyâlık bir şey verilmek üzere çağrıldığınızda ise azalıyor, müstağnî davranıyorsunuz.” (Ali el-Müttakî, XIV, 66)

Ensâr-ı kirâm, şehirlerine gelen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Muhâcirlere gösterdikleri diğergâmlığın karşılığı olarak cennete, daha mühimi de Allâh’ın rızâsına nâil olmuşlardır.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

(İslâm dînine girme husûsunda) öne geçen ilk Muhâcirler ve Ensâr ile onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allâh onlardan râzı olmuştur, onlar da Allâh’tan râzı olmuşlardır. Allâh onlara, içinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)

ENSAR'IN GÖSTERDİĞİ CÖMERTLİK

Ensâr, İslâm dînini ve Varlık Nûru Efendimiz’i korumak yolunda canlarını fedâ etmekten geri durmadılar. Bedir Gazvesi’nde çok büyük fedâkârlıklar gösterdiler. Uhud Harbi’nde Müslümanların arkadan vurulup harbin aleyhe döndüğü o muhâtaralı anda, Rasûlullâh’ın etrâfında pervâne gibi dönen, vücutlarını siper eden ve Kâinâtın Efendisi’ni korumaya çalışanların birçoğu Ensâr’dan idi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e dâsitânî bir muhabbet ve sadâkatle bağlıydılar. Onların Peygamberimiz’e olan muhabbetine dâir Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu duygu yüklü hâdise ne kadar câlib-i dikkattir:

“Cerîr bin Abdullâh ile bir yolculuğa çıkmıştım. (Benden yaşlı olduğu hâlde) Cerîr bana hizmet ediyordu. Ona:

«–Böyle yapma!» deyince bana:

«–Ben Ensâr’ın Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e pek çok hizmet ettiğini görmüş ve kendi kendime “Şâyet Ensâr’dan biriyle arkadaşlık edersem ben de ona hizmet edeceğim.” diye yemin etmiştim.» dedi.” (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 181)

Rasûlullâh -aleyhissalâtu vesselâm-:

“Eğer hicret olmasaydı ben Ensâr’dan biri olurdum.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 2) buyurarak Ensâr’ın kendi nezdindeki kıymetini ifâde etmişlerdir.

Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn-’in fazîleti hakkında Peygamber Efendimiz’in fem-i saâdetlerinden sâdır olan mübârek sözlerden bâzıları şunlardır:

“Allâh’a ve âhirete îmân eden kimse, Ensâr’a buğzetmesin.” (Tirmizî, Menâkıb, 25/3906)

“Onları ancak mü’minler sever ve onlardan ancak münâfık olanlar nefret eder. Ensâr’ı seveni Allâh da sever, onlara buğz edene Allâh da buğz eder.” (Tirmizî, Menâkıb, 25/3900)

“Ey insanlar! İnsanlar çoğalıyor ancak Ensâr azalıyor. Hattâ yemekteki tuz kadar azalacaklar…” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

“Sizlere Ensâr’a iyi muâmele etmenizi tavsiye ederim. Onlar benim cemaatim, sırdaşlarım ve eminlerimdir. Üzerlerine düşen vazîfeleri hakkıyla yapmışlardır. Hizmetlerinin karşılığı ise henüz tam olarak ödenmemiştir. (Âhirette fazlasıyla ödenecektir.) Bu sebeple onların iyilerine iyilikle muâmele edin, kötülük yapanlarını da affedin.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 11)

ENSAR-MUHACİR MUHABBETİ

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr, Muhâcir, bütün ashâbına karşı derin bir muhabbet duymakta idi. Öyle ki bütün ashâbı, Allâh Rasûlü’nün herkesten çok kendilerini sevdiği düşüncesini taşımaktaydı.

Kâ’b bin Ucre -radıyallâhu anh- şu ibret verici hâdiseyi anlatmaktadır:

“Birgün Mescid-i Saâdet’te Allâh Rasûlü’nün huzûrunda oturuyorduk. Ensârdan, Muhâcirlerden ve Haşimoğulları’ndan birer grup vardı. «Rasûl-i Ekrem Efendimiz acabâ içimizden hangi zümreyi daha çok seviyor?» diye iddiâya tutuştuk. Biz Ensâr cemaati:

«−Biz Allâh Rasûlü’ne îmân ettik, O’na tâbî olduk, düşmanlarına karşı yanında savaştık. Bunun için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizi daha çok sever.» dedik.

Muhâcir kardeşlerimiz de:

«−Bizler Allâh ve Rasûlü uğrunda hicret ettik, bu yolda evlâd ü ıyâlimizi terk ettik, mallarımızdan vazgeçtik, sizin katıldığınız savaşlara bizler de katıldık. Bunun için Allâh Rasûlü bizi daha çok sever.» dediler.

Haşimoğulları’ndan olan kardeşlerimiz ise:

«−Bizler Peygamber Efendimiz’in yakınlarıyız, sizin bulunduğunuz harplerde bizler de bulunduk. Bu sebeple Efendimiz bizi daha çok sever.» dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi ve:

«−Siz bir şeyler söylüyordunuz, nedir o söyledikleriniz?» buyurdu.

Her birimiz söylediğini tekrar etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her gruba:

«−Doğru söylemişsiniz! Kim bunun aksini iddiâ edebilir?» buyurdu. Daha sonra:

«−Aranızda hüküm vermemi ister misiniz?» diye sordu.

«−Tabiî yâ Rasûlallâh! Babalarımız, analarımız Sana fedâ olsun.» dedik. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−Sizler ey Ensâr cemaati! Ben sizin kardeşinizim.» buyurdu.

Ensâr sevinçle:

«−Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık.» dediler.

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−Ey Muhâcir cemaati! Ben sizlerdenim.» buyurdu.

Muhâcirler de sevinerek:

«−Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık.» dediler.

Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

«−Ey Hâşimoğulları! Sizlere gelince, sizler bendensiniz ve bana geldiniz.» buyurdu.

Haşimoğulları da sevinç içinde:

«−Allâhu ekber! Kâbe’nin Rabbine and olsun ki O’nu biz kazandık.» dediler. Hepimiz hoşnut olarak kalktık. Her bir grup Allâh Rasûlü’nün iltifâtıyla memnûn ve mesrûr olmuştu.” (Heysemî, X, 14)

Medîne’de kurulan ve yaklaşık dört yüz âileden müteşekkil küçük İslâmî site devletinin hudutları on senede Irak’a ve Filistin’e ulaştı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtı esnâsında Bizans ve İran’la harp yaşanıyordu. Lâkin ashâbın on sene evvelki hâli, tavrı, yaşayış tarzı, refah seviyesi ve evlerinin hendesesi değişmemişti. Hayatları riyâzat hâlinde idi. Aşırı tüketim, oburluk, lüks ve gösteriş, sahâbe toplumunun tanımadığı bir yaşantı şekliydi. Onlar dâimâ; “Yarın bu nefsin konağı mezar olacaktır.” idrâki içinde idiler.

Bu sebeple dünyâ nîmetlerini kendi nefislerine tahsis etmekten ve haddinden fazla kullanmaktan dâimâ kaçındılar. Îmânın lezzet ve heyecânı ile bu nîmetleri insanlığın hidâyet ve saâdeti için vâsıta olarak kullandılar. Hayatlarını Allâh’ın rızâsını kazanma istikâmetinde şekillendirdiler.

Nitekim İslâm’ın mazlum, ezilmiş, itilmiş ve sömürülmüş insan toplulukları arasında sabâhın fecri gibi süratle yayılmasının başlıca sebeplerinden biri de, ashâbın, ulaştığı her yerde mükemmel bir İslâm kimliği sergilemesi idi. Zîrâ Allâh Rasûlü’nün has talebeleri olan ashâb-ı kirâm, Allâh’ın kullarına Hakk’ın şefkat ve merhamet nazarı ile bakan, diğergâm, dürüst, âdil, ganî gönüllü, risâlet nûru ile dolu müstesnâ mü’minlerdi.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.