
Eski Ramazanlar Nasıldı?
Eski Ramazanlar nasıldı ve bu Ramazanlarda neler yapılırdı? Ecdâdın gözüyle Ramazan…
Büyüklerin “Nerede o eski Ramazanlar?” diye andığı eski Ramazanların gelenek-görenekleri kulaktan kulağa günümüze kadar anlatılagelmiştir.
ESKİ RAMAZANLAR VE RAMAZAN GELENEKLERİ
Zimem Defterleri
“-Haydi evlâdım, bakkaldan iki ekmek al, gel!”
“-Haydi evlâdım, bakkaldan kendine çikolata al! Orada hesabım var, yazdırıver!”
Bu cümleler tanıdık gelmiştir. Bakkal defterlerini hatırlar mısınız? Yapılan alışverişin yazdırıldığı, sonra maaş alınınca ödenen…
İşte, ecdâdımız Osmanlı bu defterleri çok önemsermiş. Bilhassa Ramazan aylarında... “Zimem” defteri, bir diğer adıyla “Veresiye” defteri…
“Veren elin, alan elden üstün olduğu” düsturunu baştâcı eden Osmanlı, zimem defterleri ile de adını tarihe yazdırmış.
Yardımlaşmanın, dayanışmanın ve diğergâmlığın bütün güzelliklerini içinde barındıran bu anlayışta; zenginler Ramazan ayında esnafı dolaşır, hiç tanımadıkları insanların borçlarını topluca öderlermiş. Rastgele açılan bir veya birkaç sayfadaki bütün borçlar silinir; veren el ile alan el birbirini görmez, tam bir kardeşlik örneği sergilenirmiş.
Bu güzel âdetin bir gâyesi de, zenginin mağrur, fakirin mahcup olmasının önüne geçmekmiş.
Tabi, burada işini dürüst yapan, iki taraftan da para koparmayı düşünmeyen, helâl ile iktifâ eden, imkânı nisbetinde borçlulara kredi açan esnafı da yâd etmek lâzım!..
Tembihnâmeler
Osmanlı medeniyetinin temelini, İslâm kültürü oluştururdu. İslâm yalnız emirler, nehiyler (yasaklar), helâl ve haramlar çerçevesinde yaşanmazdı. İçtimâîleşmek de önemliydi.
Ramazan ayını bir ibadet ve kulluk neşesi içerisinde geçirmek isteyen ecdâdımız, yayınladığı “Tembihnâme”lerle halka hatırlatmalar yapardı. Arapça asıllı, “uyarma, uyandırma” mânâsına gelen “tembih” (tenbih) kelimesi ile Farsça; kitap ve mektup mânâsındaki “nâme” kelimelerinin birleşiminden oluşan Tembihnâme, Osmanlı Devleti’nin Ramazan öncesi halka, ahlâkî ve dînî uyarılarda bulunduğu yazılara denilmekteydi.
Şaban Ayı’nın sonunda, Ramazan’ı karşılamak üzere yayınlanan tembihnâmeler; dînî, ahlâkî, içtimâî ve ekonomik hatırlatmalar demekti. Ramazan ayında halkın açlık çekmemesi için yeterli hammadde temininden, esnafın fiyatları makul seviyede tutmasına kadar farklı ekonomik uyarılar bulunmaktaydı. Ramazan gelmeden fiyatlar esnafa bildirilir ve sınır konulurdu.
Tembihnâmelerde halkın Ramazan Ayı’nda nasıl davranması gerektiği, giyim-kuşamı, akşam eğlencelerine gidenlerin en geç hangi saatte eve dönmelerinin uygun olacağı gibi hususlarda uyarılar bulunmaktaydı.
Bu tenbihnamelerde Müslümanlara yönelik uyarılar yer aldığı gibi, gayrimüslimlere de ikazlar yapılmaktaydı. Gayrimüslimlere, Müslüman halkın bulunduğu ortamlarda, gündüz vakti yeme ve içme faaliyetlerinde bulunmamaları, onların oruç ve ibadetlerine saygı göstermeleri tembihlenirdi. Gayrimüslimlerin oturduğu mahallelerde, gece rahatsız edilmemeleri için sahur vaktinde davul çalınmaması gerektiği îlân olunurdu. Osmanlı ülkesinde Müslüman ve gayrimüslim halkın Ramazan Ayı’nda büyük bir huzur ve barış iklimine büründüğü, bazı gayrimüslim esnafın da Müslümanlara hürmeten gündüz vakitlerinde kepenklerini indirdiği görülmekteydi.
Ramazan Dâvet Sofraları
İslâm tarihinin sahabe devrinden sonra belki de en ihtişamlı safhasını teşkil eden Osmanlı devri, padişahından çobanına kadar bütün halkının zarâfet ve nezâketi ile tarihe damgasını vurduğu bir dönemdir. Üç kıtadan onlarca milleti İslâm çatısında toplayan ecdâdımız, bu çok renkli ve çok kültürlü yapıyı sofralara da aksettirmiştir. Bilhassa Saray mutfaklarına… Ayrıca Osmanlı mutfağında pişen neredeyse her yemeğin bir hikâyesi vardır.
Osmanlı’da, Ramazân-ı Şerîf’te bol bol iftarlar verilirdi. İftarlar, sadece zenginlere verilmez, herkesin sofrasını imkânları nispetinde paylaştığı bir şölen havasında idrâk edilirdi. Saraylarda ve köşklerde bir gün arabacılar iftara çağrılırdı. Kendi meslek erbapları birbirlerini tanırlardı, o şekilde sohbet ederlerdi. Bir gün sokak temizlikçileri çağırılırdı. Bir gün ulemâ ve hocaefendiler çağırılırdı. Çünkü hepsinin kendi akranları ve aralarında ayrı ayrı sohbetleri vardı. Böylece, toplum sınıflarından hiçbiri boynu bükük bırakılmazdı.
Sultan 3. Mustafa bir Ramazan ayında Şeyhülislâm Mehmed Efendi’nin konağına iftara gider. Bu muhabbet ve sohbetten ziyadesiyle memnun olan padişah:
“-Şeyhülislâm Efendi, arada bir size gelmek istiyorum, ama konağınız çok uzak.” der.
Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendi de:
“-Efendim, sâyenizde yakın yerlerde ev tedârik ederiz, lâkin gördüğünüz şu civardaki hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir.
Bu söz, padişahın tuhafına gider.
“-Nasıl yani, ne acayip şey? Bu evlerde yemek pişmez mi? Bu evlerde mutfak yok mu?”
Şeyhülislâm Efendi de:
“-Padişahım; cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” diye cevap verir.[1]
İftariyelikler
Ramazan dâvet sofralarının olmazsa olmazı nedir? Memleketim Konya için bamya çorbası, etli pilav, saç arası, yaprak sarma veya su böreği… Bunlar ana yemekler… Bir de iftariyelikler var…
Osmanlı’da iftar sofraları iki aşamadan oluşurdu: İftariye ve yemek faslı… İftariyede, hızlı yemek yemeyi önlemek ve gün boyu aç kalan mideyi yormamak için geleneksel kahvaltılıklar ve sıcak pide sunulurdu.
İftariyelikler, hazmı ve yenilmesi kolay, hafif yiyeceklerden hazırlanırdı ki, gün boyu aç olan mide, tokluğa kolay geçsin, kan şekeri düzenlensin. Bu fasıldan sonra akşam namazı kılınır, ardından tekrar sofraya oturulur ve ikinci fasıl başlardı.
İftariyelikler içerisinde neler olmazdı ki? Yazdan hazırlanan hoşaflık kuru üzümler, kuru kayısılar, tulumlara doldurulan küflü peynirler, tahinler, cevizler, köpük helvalar, bal ve kaymaklar… Zeytin çeşitleri, pastırma ve sucuğu da unutmamak lâzım.
Teravih evde kılınacaksa, sofraya pastırma ve sucuk konulur; camide kılınacaksa, cemaate rahatsızlık vermemesi için konulmaz ve yenilmezdi.
Her yöreye göre değişmekle birlikte Osmanlı’da iftariyeliklere ayrı bir önem verilirdi. Osmanlı zamanında saraylarda Ramazan hazırlıkları bir hafta önce başlar, çeşitli şerbetler ve iftariyelikler hazırlanırdı. İftariye hazırlığı, Osmanlı döneminden bugünlere kadar gelen güzîde bir âdetimiz olarak devam etmektedir.
Diş Kirası
İftar dâvetine icâbet eden misafirlere, bilhassa saray ve konaklarda “diş kirası” adı altında çeşitli hediyeler verilirdi. Bu, “Dâvetimize icâbet edip geldiniz, yemek yerken dişlerinizi yordunuz, bizim sevap kazanmamıza vesile oldunuz!” demekti. İkrâm edip hediye verirken bile gönül almak, ecdâdımızın âlicenaplığının alâmetlerindendi.
Arife Çiçeği
Arife çiçeğini hiç duydunuz mu? Yok, yok bildiğiniz açan bir çiçek değil bu. Hattâ Arefe günü açan bir çiçek de değil...
Ecdadımız, Arefe sabahı bayramlıklarını giyip tertemiz kıyafetlerle sokağa çıkan küçüklere, “Arife Çiçeği” ismini vermişlerdi. Osmanlı’da çocuklar, bayram alışverişini iple çekerler, bayramlıklarını alınca da Arefe günü dayanamayıp giyer, sokaklarda arz-ı endâm ederlerdi. Âdeta rengarenk açan bir çiçek gibi mahalleye bayram neşesi getirirlerdi. Sokaklar, mahalleler daha arefe gününden cıvıl cıvıl giyinmiş kız ve erkek çocukları ile dolardı.
Bizler de öyle değil miydik? Kırmızı rugan ayakkabılarımızı, çiçekli elbiselerimizi bayramdan evvel giyer, aynanın karşısından ayrılmazdık. Yatmadan önce yanı başımızda hazır eder, dört gözle bayram sabahını beklerdik. Arefe gecesi ellerimize yaktığımız bayram kınalarını da unutmamak lâzım.
Ecdâdımızın Ramazan ve bayram hazırlıklarının bizlere de ilham olması temennîsi ve duâsıyla… Vesselâm...
Dipnot:
[1] Bkz. Süheyl Ünver, Bir Ramazan, Bin Bir İstanbul, s. 64; Osman Nûri Topbaş, Anadolu Dervişinin Gönül Dünyası, İstanbul 2019, 155-156.
Kaynak: Fatma Çatak, Altınoluk Dergisi, Sayı: 469
YORUMLAR