Eşler Arasında Para İlişkisi Nasıl Olmalı?

İslam’da eşler arasında para hususu nasıl olmalı? Evli bir kadın kazandığı parayı veya sahip olduğu malı istediği gibi harcayabilir mi?

Altın ve gümüşten yapılmış ziynet eşyaları, zekât için gerekli diğer şartları da taşıdığı takdirde Hanefîlere göre zekâta tâbîdir. Bu itibarla altından yapılmış ziynet eşyaları, 80,18 gr. veya daha fazla olup üzerinden de bir yıl geçmiş ise, kırkta biri oranında zekâtları verilir. Altın ve gümüş dışındaki maden ve taşlardan mâmul ziynet eşyası ise, zekâta tâbî değildir.[1]

Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî âlimlerine göre ise, kadının normal olarak takıp kullandığı ziynet (takı) eşyası, aslî ihtiyacı sayıldığından, bunlardan zekât gerekmez.[2]

Allah kadını letâfet, nezâket gibi cemâl sıfatları ile ziynetlendirmiştir. Ve kadın genel olarak güzel olana meyyaldir; o güzelliği kendinde oluşturmayı, güzel görünmeyi sever. Bir kadının fıtratına yakışır şekilde süslenmesi de bir nevî ihtiyaçtır. Bu sebeple altın/gümüş takılar, hayatlarında hep bir şekilde var olmuştur.

Evet, güzeli seviyoruz; var olanın da inancımıza göre zekâtını veriyoruz. Ama ifrat ve terfitten uzak kalmaya çabalamak çok önemli. İstenen miktarda alınmayan altınlar, nişanların, hattâ düğünlerin iptaline kadar varıyor, ne yazık ki!

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir erkeğin parmağında gördüğü demir, sarı renkli (pirinç) ve altın yüzükleri hoş karşılamamış, bunların yerine gümüş yüzük takılmasını tavsiye etmiştir.[3] Demek ki, kullanılan takının neden yapıldığına dikkat etmek de şart... Bilhassa erkekler için bazı sınırlamalar getirilmiş.

CİHADİYE YÜZÜKLERİ

Dünyanın açlık ve zulümle kıvrandığı şu zamanda, asıl derdimiz “süslenmek” olmamakla birlikte, hayat akmaya devam ediyor; gülüyor, alışveriş yapıyor ve sofralar kuruyoruz. Ağlamak ve gülmek kardeşmiş çünkü… “Cihâdiye yüzükleri” düşüyor gönlüme...

Harp Mecmuası’nda yer verilen bir yazıya göre, kıymetli takılarını hiç düşünmeden devlete hibe eden hanımlara, Mehmetçik, karınca kararınca bir hediye takdim etmek ister. Kullanılmaz durumdaki İngiliz tüfeklerinin namluları halka şeklinde kesilir. Çelik halkaların üzerine ay-yıldız çizilip, cihâd îlanının tarihine atıf yapılarak, “Cihâdiye 1332” yazılır. Bazılarına da “Müdâfaa-i Milliye” ibâresi eklenir. Namlu parçalarından elde edilen yüzükler, fedakâr hanımlara takdim edilir. Gönüllü hanımlar ise, bu yüzükleri Galata’da satıp gelirini yine orduya bağışlarlar.

Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti, Cihâdiye yüzüklerini orduya destek olunması gayesiyle, 4 Mayıs 1915 tarihinde İstanbul’da 5 kuruştan satışa çıkarır. Bu yüzükler, “Askere gidecek olanlara yardım, hastahâne ve aşevleri tesisi, asker ailelerine yiyecek temini, orduya destek olunması maksadıyla” üretilip satılır.[4]

Bir yanda vatan için elindeki alyansını düşünmeden çıkaran kadınlar varken, başka bir yanda istediği alyans alınmadı diye sevdiğinden(!) vazgeçen kadınlar ve öte yanda da Allâh’ın ikram ettiği güzelliklerin, nîmetin zekâtını vermekten imtinâ eden kadınlar... Dünyada herkes kendi safını seçip imtihanını veriyor; herkesin bir safı, bir tercihi var elbette…

KADININ PARASI KADINA, ERKEĞİN PARASI HERKESE

Yeri gelmişken bir önemli konuya temas etmekte de fayda var. Günümüz toplumunda bilhassa maddî konularda din ve örfî uygulamalar yanlış anlaşılıp birbirine girmiş gibi! Kadının, kendi takıları/malları üzerinde hiçbir tasarruf hakkı yokmuş gibi davranılıyor. İslâm dîni, kadını maddî olarak kimseye muhtaç etmeyecek bir şekilde koruma altına almış; kadının parası kadına ait, erkeğin parası ise ikisine ait olacak şekilde bir düzen getirmiştir. Ailesinden gelen yahut kendi imkânlarıyla biriktirdiği ya da nişan, nikâh, düğün vb. sebeplerle sahip olduğu takı, altın ve paralar, kadının “rızâsı bile alınmaya ihtiyaç duyulmadan” çeşitli sebeplerle kullanılıyor. Bu yüzden kadınlar, malının “sahibi” olamıyorlar ki, onlardan zekât ve infakta bulunsunlar!

Oysa İslâm’da kadın kendi malından zekât verecek, erkek de kendi malından… Kadın, mallarını dilediği gibi tasarruf etme hakkına sahip. İsterse kocasına borç olarak veya hibe şeklinde malından kullandırabilir. İsterse malını helâlinden büyütüp tasarrufta bulunabilir yahut infak edebilir veya çalıştırabilir. Zengin de olsa, evi geçindirmek, kadının vazifesi ve sorumluluğu değil. Kadının kendisi erkeğe “Allâh’ın bir emâneti” olduğu gibi, malı-mülkü de bir başka “emaneti”dir. Emânete ihanet etmemek de mürüvvetin, olgunluğun ve îmanda kemâlin işaretidir.

Zikredilen şartlarda kadının malı, kendi içinde koruma altına alınmış ve büyüme fırsatı verilmiştir. Evin bütün masraflarını, hanımın mehir, nafaka vb. giderlerini, çocukların bakımı ve harcamalarını, hattâ duruma göre anne-baba, kız kardeş vb. yakın akrabaların zarurî ihtiyaç ve masraflarını erkeğe yükleyen İslâm Dîni, maddî dengeyi korumak adına, mirasta erkeğin payını, kadının iki katı şeklinde dizayn etmiştir.

Böylece çocukluk ve gençliğinde babasının koruma ve himayesinde maddî harcama yükünden kurtulmuş olan kızlar; evlendikten sonra da her türlü ev harcaması yükünü kocasına devretmiş olmaktadırlar. Kocasından ayrılınca veya kocası vefat edince, daha önce tayin edilmiş mehrini alma hakkına kavuştuğu gibi, belli miktarda nafaka, miras vb. gelirleri, kendi birikimlerine ekleyip hayatına devam etme imkânına kavuşmaktadır. Kendisinin ekstra ticârî gelirleri, el becerileri, âileden gelen servet ve imkânları vb. varsa bunlar da onun iktisâdî durumunu rahatlatmaktadır.

Netice olarak İslâm’ın tam mânâsıyla tatbik edildiği zaman ve mekânlarda kadınlar, ekonomi ve hayatın dışında değil, aksine hem üretici hem de tüketici olarak tam ortasında yer almaktadırlar. Paranın nereden, nasıl ve hangi zorluklarla kazanıldığını öğrendikleri için; israf, lüks vb. harcamalardan uzak, orta hâlli bir hayat sürmeleri daha kolay olmaktadır.

LÛTUF DEĞİL, EMİR!

Zekât hususunda bir diğer önemli mesele de zekât veren kimse, fakirlere lûtufta bulunmuş olmaz; o îman ettiği dînin beş esasından birini yerine getirerek îmânını muhafaza eder. Allâh’ın kendisine verdiği nîmetlere kendi cinsinden şükretmiş olur. Allâh’a verdiği “kul olma” ahdine vefa gösterir, nihayetinde O’nun güzel kulları arasına girer.

Rabbimiz, rızâsı yolunda yaşamayı; verdiği nîmetleri ve dünya emanetlerini, râzı olduğu istikamette kullanmayı hepimize nasip etsin. Âmîn.

Dipnotlar:

[1] Bkz. İbn-i Nüceym, el-Bahr, II, 243. [2] Nevevî, el-Mecmû’, VI, 46; İbn Kudâme, el-Muğnî, IV, 220; Diyanet Fetva Kurulu. [3] Tirmizî, Libâs 43; Ebû Dâvûd, Hatem, 4. [4] Nuri Durucu, “Cihâdiye Yüzüğü”, Derin Tarih, Eylül 2021.

Kaynak: Ayşenur Sever, Altınoluk Dergisi, Sayı: 466

İslam ve İhsan

DİNİMİZDE EŞLERİN BİRBİRLERİNE KARŞI GÖREVLERİ

Dinimizde Eşlerin Birbirlerine Karşı Görevleri

KARI-KOCA HAKLARI İLE İLGİLİ AYET VE HADİSLER

Karı-Koca Hakları ile İlgili Ayet ve Hadisler

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.