Esmâ-ül Hüsnâ'nın En Çok Tecelli Ettiği Üç Mekân
Ezelde Allâh -celle celâlühû- yalnız kendisi mevcûd iken bilinmeyi murâd edip yüce sıfatlarının ve esmâ-i ilâhiyesinin tecellîsi ile bu kâinâtı yaratmıştır.
CENÂB-I HAKK'IN SIFATLARININ EN FAZLA TEZAHÜR ETTİĞİ ÜÇ MEKÂN
Cenâb-ı Hakk’ın bilebildiğimiz veya bilemediğimiz bütün ilâhî sıfatlarının en fazla tezâhür ettiği üç tecellî mekânı vardır:
- Kâinât
- Kur’ân-ı Kerîm
- İnsan
KELÂM SÛRETİNE BÜRÜNMÜŞ BİR KÂİNAT
Kâinât, esmâ-i ilâhiyenin fiilî, Kur’ân-ı Kerîm ise kelâmî bir tezâhürüdür. Diğer bir ifâdeyle Kur’ân-ı Kerîm, kelâm sûretine bürünmüş bir kâinâttır.
İnsan ise, o kâinâtın bir özü, tohumu gibidir. Çünkü Allâh’ın hemen hemen bütün sıfatlarından az veya çok nasîb almış tek varlık odur. Ve onun “eşref-i mahlûkât” olarak zikredilmesinin sebebi de budur. Ancak onda Mudill[1], Mütekebbir[2] ve benzeri celâlî sıfatların yanında Hâdî[3], Rahmân, Rahîm ve benzeri cemâlî sıfatların tecellîsi de bulunduğundan, insan hayra da şerre de fıtraten meyyâldir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:
وَنَفْسٍ وَمَا سَوّيهَا. فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْويهَا. قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكَّيهَا. وَقَدْ خَابَ مَن دَسّيهَا
“Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilhâm edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu günah ve isyanlarla kirleten de elbette ziyan etmiştir.” (eş-Şems, 7-10)
NEFS TEZKİYESİ VE KALP TASFİYESİYLE İNSAN-I KÂMİL OLMAYA ÇALIŞMALIYIZ
Bundan dolayı insan, enbiyâ ve evliyânın irşâdı vâsıtasıyla nefs tezkiyesi ve kalb tasfiyesi yaparak, kendisindeki süflî sıfat ve temâyülleri temizlemek ve rûhânî sıfatları da tekâmül ettirmek sûretiyle kâmil bir insan olmaya çalışmalıdır. Meleklerde şerre istîdâd ve iktidâr olmadığı için insan, vâsıl-ı ilâllâh olma (Allâh’a kavuşma) yolunda ilerleyerek onları bile aşabilme gücüne sâhiptir. Bunun için insan, ilâhî vahye tâbî olup olmamasına göre melekten üstün âlî dereceler ile hayvandan bile aşağı süflî derekeler arasında bir yerde bulunur. Nefs engelini aşabilen insan, bir zarâfetler meşheri ve bir san’at hârikasıdır. Kâinât kitâbının hulâsası, fâtihası ve yaratılış sırrıdır. Çünkü zâhirde et ve kemikten ibâret olmasına rağmen, onun bu görüntüsünün altındaki mânevî varlığında ilâhî tecellînin nice sırları, nûrları ve hakîkatleri rekzolunmuştur (depolanmıştır).
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bu hakîkati bir beytinde şöyle dile getirir:
“Devân sendedir fakat görmezsin,
Derdin sendendir fakat bilmezsin.
Kendini küçük bir cisim sanırsın.
Hâlbuki koskoca âlem sende dürülmüştür.”[4]
"KUR'AN'I OKUYARAK KÂİNATTAKİ GİZLİ HAKİKATLERİ TEFEKKÜR ET"
Önemli olan tüm varlığa dercolunmuş bulunan âyât-ı sübhâniyeyi okumak ve onları hakîkî vechesiyle idrâk etmeye çalışmaktır. Cenâb-ı Hak Rasûlullâh Efendimiz’e indirdiği ilk vahyin birinci âyetinde « اِقْرَأْ » “Oku!” buyurmuştur. Burada geçen “kıraat” kelimesi sâdece yazılı bir şeyden okumak mânâsına gelmemekte, bununla birlikte gözle mütâlaaya ve zihinden tezekkür ve tefekküre de delâlet etmektedir. Bundan hareketle âyet şu mânâya gelebilir: “Ey Rasûlüm! Kelâm-ı İlâhî’yi oku, kendindeki ve kâinattaki gizli hakîkatleri tefekkür ve tezekkür et, eşyânın hakîkatini idrâke çalış.”
Bu mânâda olmak üzere Mesnevî şârihleri şöyle bir tefsir yapmışlardır:
“Kur’ân-ı Kerîm «اِقْرَأْ» “Oku!”; Mesnevî ise «بِشْنَوْ» “Dinle!” diye başlamaktadır. «بِشْنَوْ» sözü, «اِقْرَأْ»’ın tefsîri mâhiyetinde olup: «Kelâm-ı İlâhî’yi dinle! Esrârı dinle! Kendinde meknûz hakîkati dinle!» mânâsındadır.”
Dipnotlar: [1] Mudill: Müstehak olanları dalâlete sevkeden. [2] Mütekebbir: Her şeyde ve işte yücelik ve azametini gösteren. [3] Hâdî: Hidâyete eriştiren, murâda erdiren. [4] Bâzı âlimler, insan vücûdundaki cismânî varlıklarla kâinâttaki varlık ve hâdiseler arasında bir irtibat kurarlar. Kemikleri dağlara, kılları nebâtâta, damarları nehirlere, nefes almayı rüzgarlara, konuşmayı gök gürültüsüne… benzetirler. Yâni kâinâtın küçültülmüş şekli olan insanda bir bakıma kâinâttan esinti ve izler bulunmaktadır.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Nebiler Silsilesi 1, Erkam Yayınları