Evlâdının Ebedî İstikbâli Dünyevî Yarınından Çok Daha Önemlidir
Mü’minin en büyük endişesi neslidir. Onun için; evlâdının ebedî istikbâli, dünyevî yarınından çok daha mühimdir. Mahşerdeki selâmeti ve âhiretteki saâdeti, dünyadaki geçici mutluluğundan çok daha ehemmiyetlidir.
Cenâb-ı Hak, bütün canlılara bir nesil endişesi vermiştir. Necip Fazıl’ın ifadesiyle;
“Tomurcuk derdinde olmayan ağaç, odundur.”
Bir ağaç için, tomurcukları, gelecek nesilleridir. Onları var etmek, beslemek ve geleceğe ulaştırmak için sevk-i ilâhî ile teçhiz edilmiştir.
Mü’min ise, îmânıyla bu nesil endişesini terakkî ettirir. Onun için; evlâdının ebedî istikbâli, dünyevî yarınından çok daha mühimdir. Mahşerdeki selâmeti ve âhiretteki saâdeti, dünyadaki geçici mutluluğundan çok daha ehemmiyetlidir.
Bu hakikatleri idrâk edemeyen ehl-i gaflet, evlâdına maddî bir servet bırakmak için hırsla didinir durur. Bu yolda zekât, infak ve hayrat vazifelerini ihmâl eder.
BİR MALDA ÜÇ ORTAK VARDIR
Bu ne hazin bir aldanıştır:
Ebû Zer -radıyallâhu anh- der ki:
“Bir malda üç ortak vardır.
- Birincisi mal sahibi, yani sen.
- İkincisi kaderdir. O; hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz.
- Üçüncüsü mîrasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesabını verirsin. Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)
Cenâb-ı Hak buyurur:
“… Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda harcamayanlar yok mu, işte onlara elem verici bir azâbı müjdele!
(Bu paralar) cehennem ateşinde kızdırılıp bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanacağı gün (onlara denilir ki):
«–İşte bu kendiniz için biriktirdiğiniz servettir. Artık yığmakta olduğunuz şeylerin (azâbını) tadın!»” (et-Tevbe, 34-35)
Bu ağır tehdidin muhtevâsına girmemek için, ölçü nedir?
Umûmî görüş; zekâtı hakkıyla verildiği zaman, bir müslümanın, işini büyütmek ve benzeri çeşitli ihtiyaçları için para biriktirmesinin câiz olduğudur.
Ancak Ebû Zer -radıyallâhu anh-, zekâtı verilmiş olsa da, ihtiyaç fazlasını biriktirmenin bu tehdidin şümûlüne gireceğini söylemiştir.
Müfessir İmam Kurtubî, bu hususta iki görüşü şöyle cem etmektedir:
“Bu hususta Ebû Zer -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilen görüş; bu âyet-i kerîmenin, ihtiyacın ileri derecede olduğu, muhâcirlerin zayıf, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in de onlara yardım elini uzatarak ihtiyaçlarını yeteri kadar karşılamak imkânını bulamadığı, beytülmalde ihtiyaçlarını karşılayacak kadar malın olmadığı, sıkıntılı kıtlık yıllarının ardı arkasına üzerlerine hücum ettiği zamanlardaki durumu dile getiriyor olabilir.
İşte bu durumda müslümanların ihtiyaçları dışındaki malları alıkoymaları yasaklandı. Böyle bir zamanda ise altın ve gümüşün saklanması câiz değildir.
Yüce Allah, müslümanlara fetihleri müyesser kılıp, onlara maddî imkânlar açısından genişlik verince, Hazret-i Peygamber iki yüz dirhemde beş dirhem, yirmi dinarda yarım dinarın zekât olarak verilmesini emretti, hepsinin verilmesini emretmedi. (Kurtubî, Câmiü’l-Ahkâm, trc. Beşir ERYARSOY, c. 8, s. 206-207)
Ez-cümle;
Ümmet-i Muhammed’in kıtlık, açlık ve zarûret hâlinde olduğu, verilen zekâtların ihtiyacı karşılamadığı zamanlarda, sadece zekât vermekle iktifâ etmek câiz değildir ve bu âyetin tehdidinden kurtarmaz. İnfak, sadaka ve hayrâtı artırmak lâzımdır.
MAL HUSUSUNDA 2 MUSİBET
Hikmet ehli de şöyle demiştir:
“Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir:
Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır.
Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden hesaba çekilmesidir.”
Bir insan için, kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesaba çekilmek, ne kadar müşkil bir durumdur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur:
“Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)
Asr-ı saâdette bir başka gün;
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sordu:
“–Hanginize mîrasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?”
Ashab;
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hepimiz kendi malımızı daha fazla severiz!” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Kişinin kendi (aslî) malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiğidir.
Mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 12)
Bu dünyadan âhirete gönderdiğimiz her şey bizim; türlü meşakkatlerle biriktirip burada bıraktıklarımız ise dünyanın ve mîrasçılarındır.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’tan gelen bir rivâyette şöyle buyurulur:
“İnsan öldüğü zaman;
Melekler;
«–Ne getirdi?» derler.
İnsanlar ise;
«–Ne bıraktı?» derler.” (Beyhakî, Şuabü’l-Îmân, VII, 10475)
Cenâb-ı Hak, yine mîras mefhumunu hatırlatarak cimrilik edenleri şöyle îkaz buyurur:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır…” (el-Hadîd, 10; ayr. bkz. Âl-i İmrân, 180)
Yerin ve göğün mîrâsı Allâh’ındır! Yani her şey gibi Allâh’a dönecektir. Öyleyse malı, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği yere sarf etmemek ne kadar mânâsızdır ve ahmakçadır.
Yerin ve göğün mîrâsı Allâh’ındır! Öyleyse evlâtların bu dünyada istifâde edeceği rızkı da verecek Allah Teâlâ’dır. İnfaktan uzak durarak veya hırs göstererek bu rızkı artırmak mümkün değildir. Zâhiren artmış gibi gözükse de, bereketi verecek yine Cenâb-ı Hak’tır.
Şeyh Sâdî ibretlik bir hâdise naklederek, evlâtların rızık ve kaderinin çok farklı tecellî edebileceğine, her sahada maddî değil mânevî mîrâsa ehemmiyet verilmesi gerektiğine dikkatimizi şöyle çeker:
“Vaktiyle Şam’da bir fitne çıkmıştı. Herkes köşesinden ayrıldı. Okumuş köy çocukları, sultanlara vezir oldular. Eksik akıllı vezir çocukları ise, dilenmek için köylere gittiler…
Babanın mîrâsını mı istiyorsun? Sen asıl onun ilmini öğren! Çünkü onun parasını on günde harcayabilirsin.” (Gülistan, s. 219)
Hâsılı;
Maddî mîras fânîdir. Mânevî mîras ise ebedî zenginliktir. Hattâ kişinin, maddî mîrastan nasıl istifâde edebileceği dahî, aldığı mânevî mîras ile şekillenecektir.
- Babasından ahlâk ve şahsiyet mîrâsını, Kur’ân ve Sünnet terbiyesini alamayan bir kişi; savurgan bir mîrasyedi olup, kısa sürede o mülkü çarçur eder.
- Ahlâk, karakter ve şahsiyeti en güzel şekilde ikmâl eden evlât ise, maddî az bir mîrâsı dahî, gerek dünyevî gerekse uhrevî olarak en güzel şekilde işleyerek, babasına hayır duâ edilmesine vesile olur.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Nisan, Sayı: 230
YORUMLAR