Evlilik Ciddî Bir Müessesedir!

Aile Hayatımız

“Evlilik ciddî bir müessesedir!” denir. Evlilik bir müessese, yani bir kurum mudur? Hem de ciddî olanından? Aslına bakılırsa ortada yazılı bir sözleşme mevcut olmasa da geçmişi Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Havva Vâlidemize kadar eskiye uzanan, kendine has kuralları barındırıyor evlilik. İşte evlilik denilen mesele...

Kelime kökü “ev” olan, bir çiftin “ev kurmasını” ifade eden evli olma durumu… Acısıyla tatlısıyla muhtevası dopdolu olan, çoğu gencin hayali, insanın içini ısıtan evlilik…

“Evlilik ciddî bir müessesedir!” denir. Evlilik bir müessese, yani bir kurum mudur? Hem de ciddî olanından? Aslına bakılırsa ortada yazılı bir sözleşme mevcut olmasa da geçmişi Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ve Havva Vâlidemize kadar eskiye uzanan, kendine has kuralları barındırıyor evlilik... Hattâ ana hatları bütün evliliklerde geçerli olsa da “her evlilik, şahsına münhasır” bir müessese… Zaman zaman gül kokulu, kimi zaman kekremsi… Bazen virajlı, savrulmalı, bazense düz, zevk u safâlı. Bir vakit iki kişilik salıncak; çoğu vakit çocuklar, analar, babalar, akrabalar, toplum derken koca bir lunapark…

İki kişinin tanışmasıyla başlıyor mesele… İkisi de kendini karşıdakine beğendirme çabasında. Çoğunlukla kötü, eksik yanların saklanıp, en sevimli hâllerin yansıtıldığı, hemfikir olduğunu kanıtlarcasına fırlatılan sayısız “Bence de!”, “Aynen!” kelimeleri… Telefonlarda harcanan sayısız dakikalar, hattâ saatler... Telefonun sonunda “Sen kapat!”, “Hayır, önce sen kapat!” cilveleri... Birlikte kurulan hayaller, hayaller, hayaller… Her şey oldukça güzel. İçi içine sığmama, şimdiye kadar nefes almıyormuş da yeni nefes almaya başlamış hissi...

Onca vakit geçirip, evlilik hayallerini beraber kurup, sonra da “sanki evlilik düşüncesinden hiç haberi yokmuş gibi” hanımların beyleri diz üstüne çöktürdüğü, kendini o anda sultan sandığı, erkeğin gurur ve duruşunu zedeleyen “evlilik teklifi” gösterisi…

Kız isteme merasimi, verilen koca buketler, içi çikolata dolu süslü şekerlikler, içilen tuzlu kahveler, suratlarda gülücükler, temennîler, alkışlar… Ardından nişan merasimi, daha bir şâşaa ve yüzükler… İki tarafın da kendini çok özel hissettiği anlar…

Buraya kadar kısmen yolunda giderken her şey, evlilik teklifine verilen “Evet!” cevâbının ardından geçen birkaç gün içinde kara bulutlar kaplamaya başlıyor sîneleri… Neden?

UZAYAN LİSTE

Çift, aradaki münâsebeti bu zamana kadar sağ sâlim getirmişken, bundan sonra mesele sirk alanında geçiyor. İşin içine dâhil olan anneler ve babalardan, kardeşlerden, ablalardan, teyzelerden, halalardan tutun da konu komşuya dek uzuyor liste...

“Takılar şu miktarda olmalı, evin şöyle olmalı!”

“Eşyalar o kadar sade olur muymuş? Azıcık da şâşaalı olmalı!”

“Gelinlik, damatlık, anasına, babasına, sülâle boyu bohça hazırlığı… Bohçada şunlar da olmalı!”

“Şöyle tepside şu hediye gidecek de şöylesi gelecek!”

“Kızının çeyizini düzgün hazırlayamamış anası derlerse, maâzallah ne yaparız?!”

“Bir dolu ücret istese de şu kuaför çok iyiymiş!”

“Dış mekân çekimi modasına da uymak lâzım!”

“Koca koca davetiyeler, nikâh şekerleri… Düğün böyle olmalı, sadece nikâh olur mu?”

“Bir tanecik oğluna düğün yapamadı mı desinler?”

Gencecik beyinler bulanıyor, duygular karışıyor. O kuş olup uçan gönüller, yere çakılıyor. Daha başlamadan yaşanan sıkıntılar… Gençlerin ve âilelerin üstüne kalan onca borçlar, buhranlar…

BU ŞEKİLDE DE OLABİLİRDİ

Oysaki yaşananlar silsilesi böyle olmak yerine;

“…Rabbimiz! Bize gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler bağışla ve bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” (el-Furkan, 74) duâsıyla alınlar secdede başlasaydı her şey…

Ardından: “Kadın dört şeyi için nikâh edilir; malı, soyu, güzelliği ve dîni. Sen dindar olanını seç ki, elin bereket bulsun.” (Buhârî, Nikâh, 15) hadîs-i şerîfi ışığında eş seçimine dikkat edilseydi…

En yakınlardan en uzaklara kadar uzanan insan gürûhunun nasihat ve uyarıları, nefisleri daha bir ayyuka çıkaran güç savaşına dönüştürülen zâhirî açlıkları beslemek yerine; ciddî müessesenin ciddiyetine yakışan sabır, tevâzu, kanaat, şükür, sadakat, değer verme, vefâ, saygı, yardımlaşma, güler yüzlülük, yeri geldiğinde susma, misafir ağırlama âdâbı, eşlerin birbirlerine ve çocuklarına olan vazîfeleri gibi daha pek çok âdâb-ı muâşeret öğretilseydi evvelâ...

Herkes her şeyi çok bilmeseydi! Daha evlenmeden borç batağına saplanıp birbirlerini yemek yerine, sade ve külfetsiz şekilde evlenip gülücükler eşlik etseydi sofralarına… Porselen makyajla maskaraya dönmeseydi o mâsum suratlar…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in lânetlediği “deve hörgücüne” dönmeseydi o tesettürlü kafalar… Herkesin dolabında sayısız sahip olduğu eşyalar gelmeyiverseydi bohçalarla...

Ömürde birkaç saat üstte taşınan, sonra da evde koyacak yer bulunamayan, defalarca terzinin kapısının aşındırıldığı gelinlik ve damatlık; “Zamanın ve israfın hesabı nasıl verilir?” kaygısıyla seçiliverseydi... Ömürde sadece birkaç kere açılıp bakılan fotoğraf albümü olmayıverseydi.

İki dakika bakılıp çöpe atılan her davetiyeyle, hem ağaç katliamına hem çevre kirliliğine destek verilmeseydi. Anlamsız nikâh şekerleri olmayıverseydi. Gümbür gümbür şeytanın cirit attığı düğün yerine, sade bir nikâhla girilseydi o güzelim yuvaya... Eksik oluverseydi eşyalar da “olması gerekenler” tam olsaydı.

Evler eşyayla doldurulurken, gönüller boşaltılmasaydı meselâ… “Takıları nereye saklayalım derdi?” yerine, “Kime, nasıl yardım etsek?” derdine düşseydi gönüller… “Senin âilen, benim âilem!” rekâbeti yerine, “ben”ler “biz” oluverseydi. Denklik yarışına girilmeseydi!.. Âile olmanın şuuruna erilebilseydi. Asık suratların yerini mütebessim çehreler alsaydı. Allâh’ın rızâsına uygun yaşanabilseydi her şey baştan sona, vesselâm.

Geciktirilmiş evlilikler ve yıkılan onca yuvanın toplumda oluşturduğu derin yaralarda hepimizin az ya da çok payı olduğu şuuruna tez zamanda erebilmeyi, Cenâb-ı Hak, cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Âmîn.

Kaynak: Ayça Toksöz, Altınoluk Dergisi, Eylül-2022, Sayı:439