Ey İman Edenler! Allah’ı Çokça Zikredin!
Kuran'da geçen zikir nasıl anlamalıdır? Zikir ile ilgili nasihatler nelerdir? Zikirden uzak bir hayat yaşamanın zararları, Müslümana verdiği manevi zararlar nelerdir?
Zikir, bir şeyi anmak, hatırlamak demektir. Bu da unutulan bir şeyi hatırlamak veya hatırda olanı muhafaza etmek şeklinde olur. Dînî bir kavram olarak Allah’ı anmak ve unutmamak sûretiyle gafletten ve nisyandan kurtulmaktır. Zikir; dil, kalp ve her ikisiyle birlikte yapılır.[1] En faziletli zikrin kalp ve lisanla birlikte yapılan olduğu, sonra kalp ile, daha sonra da dil ile yapılan zikrin geldiği ifade edilmiştir. Allah’ı zikretmeyen bir dil ve kalp ise, vazifesini yapmamış olur ve âdeta görmeyen bir göz, işitmeyen bir kulak, tutmayan bir el durumuna düşer.
Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok yerde geçen zikir, dille Allah’a hamd etmek, tesbih ve tekbir getirmek, nimetlerini anmak, bunları kalple hissetmek ve tefekkür etmek; kulluğun gereklerini akıl, beden ve mal ile yerine getirmek; namaz kılmak, dua ve istiğfarda bulunmak, kevnî âyetler üzerinde düşünmek mânalarına gelir. Allah’ı zikir; istiâze, besmele, takdis, tesbih, hamdele, tekbir, tehlîl, havkale (lâ havle velâ kuvvete illâ billâh), istiğfar, salavât şeklindeki ifadelerle yapılabilir. Hasan-ı Basrî (r.a), kimseye hissettirmeden Allah’ı anmanın sevabının çok büyük olacağını, ancak haram karşısında Allah’ı hatırlayıp haramdan kaçınmanın daha da üstün olduğunu ifade etmiştir.[2]
Kul Kur’ân ile de Allah’ı zikreder.[3] Onu okur, anlar, tefekkür eder ve onunla amel eder. Diğer ibadetler de Allah’ı zikir için emredilmiştir.[4] Mescidler ve camiler Allah’ı zikretmek için yapılır.[5] Her şey mü’mine Allah’ı hatırlatır. Bilhassa ihsân ettiği nimetlerine bakarak devamlı O’nu hatırlarız.[6]
Allah’ı zikretmek ve Allah’ın kulunu zikretmesi her şeyden üstündür.[7] Melekler gece gündüz hiç usanmadan Allah’ı zikrederler.[8] Kâinâttaki diğer bütün varlıklar da Allah’ı zikir hâlindedir. Allah’ı en fazla zikreden varlıklar cemâdât, sonra nebâtât, sonra hayvanât, en son da insanlardır. Yani varlıklar içinde gafletin en koyusunu yaşayan insandır. İhtiyaç ve meşguliyetlerinin diğer varlıklara göre daha fazla olması sebebiyle o daha fazla unutur. Diğer taraftan, “İnsan” kelimesinin “Nisyân: Unutma” kelimesiyle de alâkası vardır. İnsana çok şeyler kaybettiren bu gaflet ve nisyânın yegâne ilâcı ise “zikir”dir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Yedi kat gök, yer ve bunlarda bulunan herkes, O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir varlık yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlamazsınız. O, hilim sahibidir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ 17/44)
Yüce Rabbimiz, âyet-i kerimede bütün varlıkların kendisini tesbîh ettiğini beyan ederek biz insanları da zikir ve tesbîhe teşvik etmektedir. İnsana yakışan, Rabbinin emrine itaat ederek O’nu çokça zikretmek ve lâyık olduğu mertebeye yükselmektir. Zira hayvanlardan ve cansız varlıklardan daha aşağı bir durumda olmak, onun mükerremliğine yakışmaz. Bu sebeple Rabbimizin isimlerini çokça zikrederek, sabah akşam O’nu tesbih etmeliyiz. O’na isimleriyle hitap ederek dua etmeliyiz.[9]
EY İMAN EDENLER! ALLAH’I ÇOKÇA ZİKREDİN!
Cenâb-ı Hak kullarına şöyle emreder:
“Rabbini gönülden ve korkarak, içinden hafif bir sesle sabah akşam zikret, gafillerden olma!” (el-A‘râf 7/205)
“Rabbinin adını an, bütün varlığınla ona yönel!” (el-Müzzemmil 73/8)
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin! O’nu sabah akşam aralıksız tesbih edin!” (el-Ahzâb 33/41-42)
Bu âyet-i kerime, zikir için, diğer ibadetlerde olduğu gibi herhangi bir sınır tâyin etmemiştir. Dolayısıyla, insanın her hâlükârda Allah’ı anması ve O’nu hiçbir zaman unutmaması istenir. İbn-i Abbas (r.a) bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle demiştir:
“Allah Teâlâ kullarına farz kıldığı her farîzaya belli bir sınır tayin etmiştir. Bu hususta özür sâhibi olanların özürlerini de kabul etmiştir. Ancak zikir bunun dışındadır. Allâh Teâlâ onun için nihâyetine erişilebilecek bir sınır tâyin etmemiştir. Aklını kaybedenden başka zikri terk eden hiç kimsenin özrünü de kabul etmez. İnsanlara her hâlükârda zikir hâlinde olmalarını emretmiştir.”[10]
Kolayca yapılabildiği ve çok sevap kazandırdığı için, zikrin mâzereti de yok gibidir. Diğer ibadetler için mâzeret sayılabilen hastalık, yolculuk, çalışma gibi şeyler zikre mânî olmadığı gibi bilâkis onun için güzel bir fırsattır. Zira insan bu durumlarda, Allah’ı daha çok hatırlama imkânı bulur.
Zikirden maksat, kalben Allah’ı hatırlayıp anmak ve ona göre bir tavır almaktır. Yoksa Allah’ın ism-i şerifini şuursuzca sadece dille söylemek değildir. Dolayısıyla kişinin Cenâb-ı Hakk’ı her hâl ve hareketinde kalbiyle anması yani O’nu kalbinden hiç çıkarmaması en mühim zikirdir. Allah’ı kalpten zikretmeye ise hiçbir durum mânî değildir.
Yüce Rabbimiz gerçek mü’minlerin ticaret ve alışveriş gibi dünya işleri esnasında bile Allah’ı zikretmekten geri kalmayacaklarını haber verir.[11] Yani bir mü’minin kalbi her an ve her halde Allah’ı hatırlamalıdır.[12] Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“(O gerçek akıl sahibi) mü’minler, ayakta dururken, otururken ve yanları üzerinde yatarken dâimâ Allah’ı zikrederler...” (Âl-i İmrân 3/191)
Hz. Âişe vâlidemizin bildirdiğine göre, Rasûlullah (s.a.v), her ânında Allah Teâlâ’yı zikrederdi.[13] Yani diğer ibadetlerin sıhhati için bazı şartlar gerektiği halde zikir için hiçbir şart koşulmamıştır. Abdestli abdestsiz her hâlde ve her zaman zikir yapılabilir.
Hatta zikir en zor ve tehlikeli anlarda dahî terk edilmemelidir. Zira zikir, hayattaki zorlukları aşmada insana büyük bir destek sağlar. Hz. Mûsâ ile Hârûn (a.s) peygamber oldukları hâlde, Cenâb-ı Hak onları tebliğ için Firavun’a gönderirken:
“Sen ve kardeşin, birlikte âyetlerimi götürün! Beni zikretme hususunda ihmalkâr davranmayın!”[14] tavsiyesinde bulunmuştur.
Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuşlardır: “Allah Teâlâ şöyle buyurdu: «Benim hakîkî ve tam mânâsıyla kulum, savaşta kahramanlıkta kendisine denk olan düşmanıyla karşı karşıya geldiğinde bile beni zikreden kulumdur».”[15]
Zorluklar, sıkıntılar, çok büyük meseleler bile o kulu Rabbini zikretmekten alıkoyamaz. Kişi zayıf olan düşmanı karşısında gâlip gelmekten emîn olduğu için huzurla Allah’ı zikredebilir. Kendinden daha kuvvetli düşmanı karşısında da korkuyla Allah’tan yardım diler. Ancak kendisine denk olan, galip gelip gelemeyeceğini tam bilemediği düşmanı karşısında, o endişeli ortamda Allah’ı zikretmesi hepsinden daha değerlidir.
Allah’ı çokça zikretmenin neticesinde mü’min o hâle gelmelidir ki Allah zikredildiğinde kalbi ürpermelidir. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Mü’minler o kimselerdir ki, Allah’ın adı anıldığında yürekleri titrer, kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğunda bu onların imanlarını arttırır. Onlar yalnızca Rablerine güvenirler.” (el-Enfâl 8/2)
Mekke’de çile ve sıkıntı içinde yaşadıkları hâlde, hicretten sonra kısmen rahata kavuştukları için biraz rehâvete kapılan bazı sahâbîleri Cenâb-ı Hak şöyle îkâz etmiştir:[16]
“İman edenlerin Allah’ı zikretme ve O’ndan inen Kur’ân sebebiyle kalblerinin ürpereceği zaman daha gelmedi mi?..” (el-Hadîd 57/16)
İnsan kalbinin canlanarak huzur bulması, ancak Cenâb-ı Hakk’ın zikriyle mümkündür.[17] Nebî (s.a.v), “Rabbini zikredenle zikretmeyen kimsenin farkı, diriyle ölünün farkı gibidir”[18] buyurmuşlardır.
KUL ALLAH’I ZİKRETTİKÇE ALLAH DA KULUNU ZİKREDER
Kul Allah’ı zikrettikçe Allah da kulunu zikreder. Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“Artık siz beni anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin, bana nankörlük etmeyin!” (el-Bakara 2/152)
Allah’ı az zikretmek ise münafıkların vasfıdır.[19] Onlar namazı hızlı kılarak tesbihâtı pek az yaparlar.[20]
Şeytan, nefis, hevâ, heves, mal, mülk ve evlat kişiyi zikirden alıkoyar. Dünya nimetlerinin bolluğu da bazı insanlara zikri unutturabilir.[21] Mü’minlerle alay etmek de insana Allah’ın zikrini unutturur.[22] Cenâb-ı Hak şöyle îkâz buyurur:
“Ey iman edenler! Sakın mallarınız ve evlâtlarınız, sizi Allah’ı zikretmekten alıkoymasın! Kim böyle yaparsa, işte onlar, hüsrâna uğrayanların tâ kendileridir.” (el-Münâfikûn 63/9)
Dünya nimetleri insanı namazdan, tevhidden, duadan, cihaddan ve bilcümle farz ve menduplardan alıkoyarsa o kimsenin hüsrana uğrayacağı, büyük bir pişmanlık yaşayacağı âşikârdır.[23]
İnsanın Allah’ı unutarak çokca konuşması kalbini katılaştırır. Kalbi katı olan kimse ise Allah’tan en uzak kişidir.[24] Âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“...Allah’ı zikretmek hususunda kalbleri katılaşmış olanlara yazıklar olsun!..” (ez-Zümer 39/22)
Kalbi zikirden gafil kalan kimse hevasına uyar.[25] Böyle insanlar, hem dünyada hem de âhirette büyük zarara uğrarlar. Âyet-i kerimelerde onların bu kötü hâli şöyle haber verilir:
“Kim benim zikrimden yüz çevirirse, şüphesiz onun hakkı, dar bir geçimdir ve biz onu, kıyâmet gününde kör olarak haşrederiz.” (Tâ-hâ 20/124)
Yani kim Allah’ın emrinden, Rasûlü’ne indirdiği vahiyden yüz çevirir, ona muhâlefet ederse, onu bilmezden gelir de başka yollara saparsa, dünyada huzur ve rahatlık bulamaz. Her ne kadar zâhiren rahat, istediğini yiyen, istediğini giyen bir insan gibi görünse de kalbi daralır, ruhu sıkılır, bir türlü yakîne ve hidayete ulaşamaz. Endişe, şaşkınlık ve şüphe içinde bocalayıp durur.[26] Bir de pişine şeytan takılarak onu iyice helâke sürükler. Yüce Rabbimiz bunu şöyle haber verir:
“Rahmân’ın zikrini (Kur’ân’ı) görmezden gelen kimseye bir şeytan tahsis ederiz; artık bu onun arkadaşıdır. Kendilerini doğru yolda zannederken bu şeytanlar onları yoldan saptırıp dururlar.” (ez-Zuhruf 43/36-37)
Kur’ân’dan, onun beyan ettiği helâl-haram, emir ve nehiylerden, bir de Allah’ı zikretmekten yüz çeviren, bunları görmezden gelen kimseye bir şeytan musallat olur. Onu haramlara ve mâsiyetlere sevkeder, helâllerden ve tâatlerden alıkoyar. Kıyamet günü kabrinden kalkınca da bu şeytan onun elinden tutar ve cehenneme atılıncaya kadar yanından hiç ayrılmaz.[27] Sonunda gözü, kulağı zikre perdeli olan bu tür kimselerin karşısına cehennem bütün dehşetiyle dikilir.[28]
Bu sebeple Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz her namazın sonunda “Allah’ım! Seni zikretmek, sana şükretmek ve sana güzelce kulluk edebilme hususunda bana yardım eyle!” duasını yapmayı tavsiye etmişlerdir.[29]
Dipnotlar:
[1] Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ذكر” md.
[2] Reşat Öngören, “Zikir”, TDV İslâm Ansiklopedisi, https://islamansiklopedisi.org.tr/zikir#1 (30.01.2019).
[3] Âl-i İmrân 3/58; Yûsuf 12/103-104; el-Hıcr 15/6, 9; Tâhâ 20/1-4, 124; el-Ahzâb 33/34; Yâsîn 36/11; es-Sâffât 37/3; Sâd 38/1; Fussilet 41/41-42; ez-Zuhruf 43/5; Kâf 50/45; en-Necm 53/29; el-Kalem 68/51-52; el-Cin 72/17.
[4] el-Bakara 2/198, 200, 203, 239; Tâhâ 20/14.
[5] el-Bakara 2/114.
[6] İbrâhîm 14/5, 6; el-Ahzâb 33/9; Fâtır 35/3; Sâd 38/32.
[7] el-Ankebût 29/45. Bkz. el-Bakara 2/200.
[8] el-Aʻrâf 7/206; el-Enbiyâ 21/20; ez-Zümer 39/75; Fussilet 41/38; eş-Şûrâ 42/5.
[9] Âl-i İmrân 3/41; el-Enʻâm 6/118-119, 121, 138; el-Enfâl 8/45; Tâhâ 20/34; eş-Şuʻarâ 26/227; el-Ahzâb 33/21, 41-42; el-Mü’min 40/65; el-Vâkı’a 56/74; el-A‘lâ 87/14-15.
[10] Taberî, Câmiu’l-beyân, 22: 22; Kurtubî, 14: 197.
[11] en-Nûr 24/37.
[12] Âl-i İmrân 3/191; en-Nisâ 4/103; el-Aʻrâf 7/55; Yûnus 10/10; el-Kehf 18/23-24; Tâhâ 20/42; el-Mü’min 40/55.
[13] Müslim, Hayz, 117; Ebû Dâvûd, Tahâret, 9/18; Tirmizî, Deavât, 9/3384; İbn Mâce, Tahâret, 11.
[14] Tâ-hâ 20/42.
[15] Tirmizî, Deavât, 119/3580.
[16] Süyûtî, Lübâb, s. 227.
[17] er-Ra’d 13/28.
[18] Buhârî, Deavât, 66.
[19] en-Nisâ 4/142.
[20] Muvatta’, Kur’ân-ı Kerim, 46; Müslim, Mesâcid, 195.
[21] el-Furkân 25/18.
[22] el-Mü’minûn 23/110.
[23] İbn Atıyye el-Endelüsî, el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz, thk. Abdü’s-Selam Abdü’ş-Şâfî Muhammed, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1422, 5: 315; Ebû Muhammed İzzüddîn Abdülazîz b. Abdisselâm, Tefsîru’l-Kur’ân, thk. Dr. Abdullah b. İbrahim el-Vehbî (Beyrut: Dâru İbn Hazm, 1416), 3: 322.
[24] Tirmizî, Zühd, 62/2411. Ayrıca bkz. Muvatta’, Kelâm, 8.
[25] el-Kehf 18/28.
[26] İbn Kesîr, Tefsîr, 5: 322-323.
[27] İz b. Abdüsselâm, Tefsîru’l-Kur’ân, 3: 155.
[28] el-Kehf 18/100-101.
[29] Ahmed, 5: 244-245; Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1522; Nesâî, Sehv, 60/1301.
Kaynak: Doç. Dr. Murat Kaya, Kitabımız Kur’ân Muhtevâsı ve Fazîletleri, Erkam Yayınlıar