Fakirler Zenginlerden Önce Cennet'e Girecek!
Fakir ve mahrum insanların yaralarını sararak onlara huzur bahşeden bir tesellî sunabilmenin en mükemmel tezâhürleri, hiç şüphesiz ki Fahr-i Kâinât -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in örnek hayatında müşâhede edilebilir.
VEREN EL ALAN ELDEN ÜSTÜNDÜR
O, bir yandan cömertliğin, müslümanın tabiat-i asliyesi hâline gelmesini arzu ederek:
“Veren el, alan elden üstündür.” (Buhârî, Zekât, 18)
“Yalnız iki kişiye gıpta edilir. Biri, Allâh’ın, mal verip hak yolunda harcamaya muvaffak kıldığı kimse; diğeri de, Allâh’ın, kendisine ilim verip de onunla amel eden ve bunları başkasına öğreten (yâni ilmini infâk eden) kimsedir.” (Buhârî, İlim, 15) beyânları ile infâkı teşvîk ederken bir yandan da:
“Yâ Rabbî! Beni fakir olarak yaşat, fakir olarak öldür, mahşer gününde fakirlerle haşreyle!” (Tirmizî, Zühd, 37) şeklinde duâ etmiş ve Mescid-i Saâdet’lerinin bir köşesini garip, fakir ve miskinlerin sığınabileceği bir şefkat yuvası hâline getirmiştir. Bütün fakirlerle olduğu gibi, “ashâb-ı suffe” denilen bu kimselerle de son derece yakından ilgilenmiş, onların her türlü sıkıntılarına dermân olmaya çalışmış ve kendi mütevâzî yaşayışıyla da onlara en güzel bir tesellî sunmuştur.
FAKİRLER ZENGİNLERDEN YARIM GÜN ÖNCE CENNETE GİRECEK
Yine o:
“(Allâh huzûrunda servet konusunda hesap vermeyecek olan) fakirler, zenginlerden yarım gün (dünya hesâbıyla beş yüz yıl) önce cennete gireceklerdir.” (Tirmizî, Zühd, 37)
“(Mallarını Allâh yolunda harcamadan) çoğaltanlar, kıyâmet gününde (sevaplarını) azaltanlardır.” (Buhârî, Rikâk, 13) ifâdeleriyle dâimâ, hakîkî izzet ve şeref ölçüsünün zenginlik değil, fazîlet ve takvâ olduğunu telkîn etmişlerdir. Yine ümmetinin infâk edebilme saâdetinden mahrûm bulunan fakirlerine de:
“Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun. Bunu da bulamayan, güzel ve hoş sözle korunsun.” (Buhârî, Edeb, 34) buyurarak infâkın her hâlükârda mümkün olduğunu ifâde etmek sûretiyle, onların gönüllerine su serpmiştir. Dolayısıyla bir kimsenin verecek bir şeyi olmasa, ancak güzel davransa ve gönül alacak tatlı sözler söylese, bu da bir çeşit sadakadır. Hattâ bu, minnet ve eziyetle verilen sadakadan daha hayırlıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak:
“Güzel bir söz söyleme ve bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen sadakadan daha hayırlıdır. Allâh Ganî ve Halîm’dir.” (el-Bakara, 263) buyurmaktadır.
ZENGİNLİK VE FAKİRLİĞİN GÜZEL YÖNLERİ
Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yukarıdaki beyânları, ne zenginliği, ne de fakirliği tervîc etmektedir. Bilâkis her iki tarafın kendisine âit güzel yönlerini ve bunlara göre hareket etmenin zarûretini ifâde ile herkesin içinde bulunduğu hâle rızâ göstermesinin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Mühim olan, kulun zengin veya fakir oluşuna aldırmadan, rızâ-yı ilâhî istikâmetinde yaşamasıdır.
KALBİ ZENGİN OLANA CÜZDAN FAKİRLİĞİ ZARAR VERMEZ
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bütün müminleri gönül zengini olarak kabul ederdi. Ashâb-ı kirâmdan Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın dünyâlık olarak bir dikili taşı bile bulunmamasına rağmen Peygamber Efendimiz -sallallâhu aleyhi ve sellem- ona:
“−Yâ Ebâ Zer! Çorbana su kat ve infâk et.” (Müslim, Birr, 142) buyururdu.
Zîrâ Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ın çorbaya ilâve edebilecek bir bakliyâtı dahî yoktu.
Kalbi zengin olana, cüzdan fakirliği bir zarar vermez. Kalb zenginliğiyle birlikte cüzdan zenginliği de olursa, bu onun gönül zenginliğini ve güzelliğini daha da artırır. Kalbi fakir olana da, cüzdan zenginliği bir fayda vermez. Üstelik onun gönül fakirliğini artırır. Kalbiyle berâber cüzdanı da fakir olanlar, -Allâh muhâfaza buyursun- iki cihân bedbahtı olurlar.
ASIL ZENGİNLİK GÖNÜL ZENGİNLİĞİ İLE OLUR
Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-, asıl zenginliğin, mal çokluğu ile değil, gönül zenginliği ile olduğunu belirtmişlerdir.[1] Buna göre herkes, kanaati kadar zengindir. Kanaat ise hadîs-i şerîfte bildirildiği gibi bitmez-tükenmez bir hazînedir.[2] Gerçek müminler de, bu zenginlik nîmetine sâhip olup infakta bulunanlardır. İnfak, bir müminin hassâsiyetinin ve mükellef olduğu diğergâmlığın kâmil bir tezâhürüdür.
MÜTHİŞ BİR İNFÂK VE ÎSAR ÖRNEĞİ
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Şam’a giderken deveye binme sırası kölesine geldiğinde, şehrin kapısına varmış olmalarına rağmen deveye ısrarla kölesini bindirmiş ve kendisi yaya, kölesi ise devenin üzerinde olduğu hâlde Şam’a girmişti. İşte bu da, kâbına varılmaz bir infak ve îsâr tezâhürüdür.
ÎSAR NE DEMEKTİR?
Îsâr, kendinden koparıp verme, kendi hakkını kardeşine devretme anlamına gelir ki, bugün cemiyetimizde yok denecek kadar azdır. Ancak zekâtın biraz daha ötesine gitmek, onun dışındaki infaklara da fazlaca yer vermek teşvîk edilmeli ve bu iş müesseseleştirilerek düzenli bir şekle konulmalıdır. Bu müesseselerde aynı zamanda İslâmî şuurla hizmet edecek gayretli insanlar yetiştirilmelidir. Ayrıca ümmet-i Muhammed’in istifâde edeceği hastahânelerin, muzdariplerin kalacağı dâru’l-acezelerin (huzur evlerinin) yapılması da, bugünkü toplum üzerine en ehemmiyetli bir vecîbedir.
İnfâka rağbet, bir müminin tabiat-i asliyesi olmalıdır. Cenâb-ı Hak:
الَّذِينَ يُنفِقُونَ فِي السَّرَّاء وَالضَّرَّاء وَالْكَاظِمِينَ الْغَيْظَ وَالْعَافِينَ عَنِ النَّاسِ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُحْسِنِينَ
“O (takvâ sâhipleri) ki, bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yenerler ve insanları affederler. Allâh da, (bu şekilde davranan) ihsân sâhiplerini sever.” (Âl-i İmrân, 134) buyurmaktadır.
Dipnotlar: [1] Ahmed bin Hanbel, Müsned, II, 389. [2] Beyhakî, Kitâbü’z-zühd, II, 88.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Vakıf-İnfâk-Hizmet, Erkam Yayınları