Fatih Döneminde Yaşanan İbretlik Hadiseler
Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adâlet, hak ve hukuk hâkim durumda idi. Kânun önünde bütün insanlar eşitti. Sanki: “Adâlet, mülkün temelidir...” ifâdesi, onun için vârid olmuştu. İşte Fatih devrinde Osmanlı'daki sosyal hayatın insanı titreten hikayeleri...
Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vedîatullâh, yani devlete Allah tarafından emânet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından, daha çok riâyet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı’nın bu adâletini gören hristiyanlar, onlara âdeta hayran oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütûhâtın sür’atle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adâleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhâsara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklifine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu tarihte pek meşhurdur:
“–İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”
İşte bu yüce adâlet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle birçok râhibe, müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan hristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzur ve adâlete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefâ borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükâfâtlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular.
PAPAZLAR BU HALLERİ GÖRÜP ŞAŞKINA DÖNDÜ
İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, umûmî bir af îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim filozof papaz da bulunuyordu. Fâtih, onlara cezâlarının sebebini sordu. Onlar da:
“–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkâz ettik. Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu îkâzımıza kızarak bizi zindana attırdı.” dediler.
Bu ifâdeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifâde ettiler.
Papazlar, ellerindeki berât ile her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara:
“–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi.
En kalabalık ve ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sergileyen hâllerini müşâhede ettiler.
Bir çarşıya girdiler ki, o esnâda ezân okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin te’minâtı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdeta son namazlarını kılıyormuş gibi ikàme ediyorlardı.
Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu. İstisnâsız herkes, Allah rızâsını düşünüyor, Allah rızâsı için konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyordu. Sultânın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi, derin insanlarla doluydu.
Papazlar, bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezâlık bir dâvâya rastlamadılar. Hırsızlık, katil, ırza tecâvüz, dolandırıcılık -âdeta- meçhûldü. Bir muhâkeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar.
İBRETLİK DAVA
Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti:
“–Efendim, bendeniz bu dîn kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm:
«–Buyur, bu senindir; al!» dedim.
O da:
«–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Hâlbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.”
Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da:
“–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsûlden bir hakkım yoksa, altındakinden de öyledir!..” dedi.
Papazların hayretle temâşâ ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hâdise idi. İslâm’ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabiî bir hâldi.
Kadı, bu iki gerçek müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O, bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı.
Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adâleti sergileniyordu.
OSMANLI'DA İFFET VE NAMUS
Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere:
“–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misâfir eder misiniz?. Çaresiziz...” dediler.
Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler.
Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hâdiseyi şöyle anlattılar:
“–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle:
«Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun! Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!..» diyorlardı.
Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile...”
Bu misâl, Osmanlı Devleti’nde iffet ve namusların da teminat altında olduğunu sergilemektedir. Böyle misâller çoktur. Meselâ Fâtih’in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermânında:
“–Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldiklerinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!..” demesi de, Osmanlı toplumundaki iffet ve nâmus teminâtının diğer bir tezâhürüdür.
Fâtih bu fermânı ile, hem askerlerini, hem de teminâtı altındaki hristiyan tebaanın kızlarının iffetini muhâfaza etmiş oluyordu.
KİMSE ZULMETMEYE CESARET EDEMİYORDU
Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar, Hristiyan mahallelerini de görmeden edemediler.
Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyâsen değişmiş, sokaklardaki pislik dahî azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nârâ atarak sarhoş olamıyordu. Fakir Hristiyan âilelere bile ev verilmişti.
Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip:
“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devam eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dîni, elbette hak dîndir...” dediler.
Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular.
Fâtih’in devrine âit olmak üzere daha sonraları da öyle hâdiseler cereyan etti ki, bunlar, adâlet tarihinde eşi, emsâli olmayan vak’alardır. Bunlardan biri de şudur:
BENDEN DEĞİL ALLAH'TAN KORKTUĞUN İÇİN SENİ TEBRİK EDERİM
Fâtih, İstanbul’un fethinden sonra, vazifesini emrinin hilâfına yapan bir hristiyan mîmârın kolunu kestirmişti. İstanbul kadısı Hızır Bey, Fâtih’in en yakın arkadaşı ve dostu idi. Kendisini İstanbul kadılığına da Fâtih tâyin etmişti.
Eli kesilen hristiyan mîmar, Kadı Hızır Bey’e gidip Fâtih’i dâvâ etti. Fâtih’e hitap tarzı «es-Sultân ibnü’s-Sultân el-Gâzi Ebû’l-Feth Muhammed Hân-ı Sânî» iken kadı Hızır Bey, tebaanın herhangi bir insanına kullanılan hitapla:
«Murad oğlu Mehmed, şu saatte mahkemeye gelin!» celbini gönderdi.
Fâtih, murâfaa (duruşma) günü mütevâzı bir ferd-i millet gibi âlâyişsiz bir sûrette mahkemeye gitti. Maznun sandalyesine oturdu. Hızır Bey, yerini aldı. Ve muhâkeme başladı.
HRİSTİYAN MİMAR OSMANLI'NIN ADALETİ KARŞISINDA MÜSLÜMAN OLDU
Mahkemelerde hâkim adâlet tevzî ettiği için oturur, diğerleri ayağa kalkarak, ayakta ifâde verirdi. Hızır Bey, Fâtih’i otururken görünce, ona:
“–Suç murâfaası üzeresin, ayağa kalk!” diye ihtâr etti.
Bu îkaz üzerine Fâtih, ifâde için ayağa kalktı. Kadı Hızır Bey, muhâkeme neticesinde Fâtih’i suçlu, hristiyan mîmarı mazlum buldu. Kısas âyetini okudu. Ve Fâtih’in kolunun aynı şekilde kesilmesine karar verdi.
Bütün dünyayı dize getiren cihan pâdişâhı Fâtih, kararı sükûnet ve tevekkülle karşılayarak:
“–Hüküm şer’-i şerîfindir!..” dedi.
Hristiyan mîmar, bu ulvî adâlet sahnesinden fevkalâde duygulanarak gözyaşları içinde:
“–Hakkımdan vazgeçiyor, diyet kabul ediyorum!..” dedi.
İş, bu sûretle tatlıya bağlandıktan sonra Fâtih, Hızır Bey’e:
“–Benden değil de Allah’tan korktuğun için seni tebrik ederim!..” dedi.
Kadı Hızır Bey de, oturduğu minderin altından bir topuz çıkardı:
“–Eğer verdiğim hükmü kabûl etmeseydin, bununla kafana vuracaktım.” dedi.
Fâtih de, buna cevâben kaftanının altında sakladığı kılıcı gösterdi ve:
“–Sen de eğer adâlet üzere hükmetmeseydin, bununla kafanı vuracaktım...” dedi.
Ayrıca Fâtih, şahsî malından hristiyan mîmara bir ev bağışladı. Bunun üzerine hristiyan mîmar:
“–Dünyada böyle bir adâletin eşi yoktur. Ben artık bu andan itibâren müslümanım...” diyerek kelime-i şehâdet getirdi.
NESLİNE VE BÜTÜN İNSANLIĞA İSTİKAMET
Fâtih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz etmesi için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu.
Bu husustaki şu misâl çok ibretlidir:
Devrin ricâlinden Davud Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikâyet edilmişti. Kadı efendi, Davud Paşa’yı bu işten vazgeçmesi için önce îkâz etti. Ona alacağı cezâyı bildirdi. Aralarında bir münâkaşa çıktı. Bu münâkaşada ileri giden Davud Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih:
“Adâletin hizmetkârı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harâb etmiş olur...” diyerek, Davud Paşa’yı ağır şekilde cezâlandırdı.
Davud Paşa, maddî ve mânevî ıztırâbından yataklara düştü. Nihâyet tevbe edip pişman oldu. Allâh’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusur etmeyeceğine dâir söz verdi. Bundan sonra Fâtih’le aralarında yeniden yakınlık peydâ olup vezirlik pâyesine kadar yükseldi. 2. Bâyezîd zamanında ise, vezîr-i âzam oldu.
Bütün bunlar, Fâtih’in rûhî olgunluğunu gösterdiği gibi; «Halk, idârecilerinin üslûbu üzeredir.» şeklindeki hikmetli sözde de ifâde edilmiş olan gerçek üzere, milletinin de aynı liyâkati gösterdiğine delâlet eder. Onun devri, bütünüyle İslâm’ın emânete, insana, mahlûkâta bakış tarzının, hassas, ince ve en mükemmel örneğidir. Nesline ve bütün insanlığa bir istikâmet mîrâsıdır. Bugünün insanının da nice zamandır kaybetmiş olduğu ve bir türlü elde edemediği büyük bir haslettir.
BUGÜN FATİH BİZE NE MESAJ VERİYOR?
Şimdi bize ne oldu ki; o hâlden bu hâle sürüklendik?!. Rûhî yapımız harâbeye döndü...
Bir mîrasyedi hoyratlığının hazin âkıbetine uğradık!..
Bugünün hodgâm, maddeye esir olmuş, merhamet mahrûmu insanına, acabâ Fâtih’in maddî ve mânevî şahsiyeti ne mesaj vermektedir?..
Öz benliğimizi kaybettik! Onu aramanın çırpınışları içinde bunalıyoruz!
Fâtih’i rüyâmızda görsek; bize:
“–Maddî ve mânevî emânetimi ne yaptınız? İstanbul’dan sonra «Kızılelma» olan Roma’ya da ulaşabildiniz mi? Ayasofya’m ne âlemde?” diye sorsa, acabâ utançtan aynaları çatlatacak olan bu muhâsebe, bizim yüzümüzü kızartır mı? Yoksa, vurdum duymazlıkta ber devam mı oluruz?!. Herkes ayrı ayrı kendini yoklasın!..
Hünkâr’ın Ayasofya ile alâkalı bedduâsının hışmına mı uğradık? Onun vasiyetnâmesindeki şu bedduâyı hatırlamak, acabâ bizi bir uyanış ve silkinişe kavuşturabilir mi:
“Benim bu câmimi, câmilikten çıkaranlar, Allâh’ın, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasınlar!.. Onlar, hiçbir zaman hafiflemeyen bir azâb içinde bulunsunlar!.. Yüzlerine bakan ve kendilerine şefâat eden hiçbir kimse bulunmasın!..”
Bu bedduânın muhâtabı, elbette sadece Ayasofya’yı câmilikten çıkaranlar değildir. Elinde imkân olduğu hâlde, burasının câmi olarak açılmasına yardımcı olmayanlar da bu bedduânın muhâtabıdırlar.
Şâir, bugünkü hazin manzarayı ne içli olarak ifâde eder:
Mahvoldu hayâlim bu nasıl korkulu rüyâ?
Şaştım; neyi temsîl ediyorsun Ayasofya?!.
Ne mutlu, nice yıllardır aslından koparılmış olan milletimizi, tekrar ve yeniden Fâtih’in izlerine avdet ettirme yolunda himmet ve gayret sarf etmenin azim ve dirâyetine sahip olan genç mücâhidlere!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Osmanlı, Erkam Yayınları