Faziletler Medeniyetinden Örnekler
Osman Nuri Topbaş Hocaefendi bu haftaki sohbetlerinde İslam'ın güzelliğini yansıtan faziletlli şahsiyetlerden örnekler sunuyor.
İslâm, bu yüksek şahsiyetle tebliğ edildiği müddetçe,
–Asr-ı saâdet ile,
–Hulefâ-i râşidîn dönemi ile,
–Emevîlerin Ömer bin Abdülaziz devri ile,
–Endülüs-İspanyaʼnın ilk üç yüz senesi ile,
–Osmanlı, altı asrıyla,
Dünyada büyük fazîletler medeniyeti inşâ etti.
Bu, insanlıkta bir medeniyetti; ahlâkta medeniyetti; ilimde medeniyetti; ictimâî ve iktisâdî hayatta medeniyetti; sanatta, mîmârîde, edebiyatta müstesnâ bir medeniyet meydana getirdiler.
Bu medeniyetin insanları nasıldı? Misaller sonsuz. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼtan bir misalle başlayalım.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, İslâmʼla şereflenmeden evvel, merhamet mahrumu, hak ve hukuk tanımaz, câhiliye insanlarının tipik bir misâliydi. Îmanla şereflendikten sonra, ince ruhlu, diğergâm, hikmet ehli, adâlet âbidesi, merhamet âbidesi bir insan hâline geldi.
İslâm’dan evvelki sert ve haşin mizaçlı Ömer eridi gitti; onun yerine gözü yaşlı, gönlü şefkat ve merhamet dolu, karıncayı dahî incitmekten sakınan, dâimâ ümmetin saâdetini düşünen, ümmetin derdiyle dertli olan, yüksek mes’ûliyet şuuruna sahip bir “Hazret-i Ömer” geldi.
“Fırat Nehriʼnde bir kuzu zâyî olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesaba çekmesinden korkarım.” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 153)
Geceleri sırtında erzak çuvalı ile, mahalleleri dolaşıp zayıfların, muhtaçların yanı başında bulundu. Yetimlerin, öksüzlerin ve kimsesizlerin kimsesi oldu. Kırık gönülleri tesellî etmeden, onların gözyaşını silmeden, onlara tebessüm ettirmeden gönlü huzur bulmadı.
Yine bir, kul (hakkı) hassâsiyetini izah etmek arzu ederim:
İyâs bin Seleme -radıyallâhu anh-, babasından şöyle naklediyor:
“Hazret-i Ömer çarşıya uğramıştı. Elinde bir asâ vardı. Asâyı bana doğru sallayarak «Müslümanların yolunu kapatma!» dedi. (Ben yolun ortasında duruyordum.) «Yolu aç!» dedi. Asâ elbisemin ucuna geldi. Biraz bana değdi, dokundu. Bir sonraki sene tekrar benimle karşılaşınca:
«‒Seleme!» dedi. «‒Hacca gidecek misin?» diye sordu. «Evet» deyince elimden tutup beni evine götürdü. Bana 600 dirhem verdi:
«‒Bunları hac yolunda kullanırsın. Şunu bil ki bunlar sana salladığım o asânın karşılığıdır!» dedi. Ben dedim ki:
«‒Ey Emîruʼl-Müʼminîn! Bahsettiğin asâ meselesini hatırlayamadım, unuttum onu.» dedim. Hazret-i Ömer dedi ki:
«‒Yok, ben onu hiç unutamadım!» dedi.” (Taberî, Târîh, IV, 224)
Yine baktığımız zaman, nasıl bir “hayırlı ümmet, hayırlı bir şahsiyet”… Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-ʼın torunu, İslâm tarihinin beşinci reşid halîfesi sayılan Ömer bin Abdülaziz’in gönül dünyasını yansıtan bir hâlini, hanımı Fâtıma şöyle naklediyor:
“Bir gün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuştu. Elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona, niçin bu hâlde olduğunu sordum. Bana dedi ki:
«−Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü ben omuzlarımda taşıyorum. Ümmetin içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilâç bulamayanlar, giyecek elbisesi olmayanlar, boynu bükük yetimler, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar, âile efrâdı kalabalık olan fakir âile reisleri...
Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe, yükümün altında eziliyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim?!.» der, ağlardı. Sanki havuza düşmüş bir kuş gibi çırpınırdı yatağında. Ben bakamazdım onun çırpınışına. Üzerine çarşaf atardım.” (İbn-i Kesîr, 9/201)
İşte ümmetin derdiyle dertlenen, onların huzur ve saâdeti için kendi huzurunu terk eden fedakâr gönüllerle, müstesnâ bir fazîletler medeniyeti inşâ edildi. O medeniyette zenginler, zekât verecek fakir bulamadılar. Dâimâ birbirine o halk, bir emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münkerde bulundu. Zira onlar, komşusu açken tok yatamayan hayırlı ümmetti.
Bizler, din kardeşliği ve diğergâmlıkta hayırlı bir ümmettik:
Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyuruyor:
“Şems -kuddise sirruh- bana bir şey öğretti (zihnime değil, kalbime öğretti):
«Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, Celâleddîn, sen, ısınma hakkına sahip değilsin!» dedi bana. «Dünyada bir tek mü’min üşüyorsa, sen ısınma hakkına sahip değilsin!» dedi.
Biliyorum ki yeryüzünde üşüyen mü’minler var; ben de artık ısınamıyorum!..”
Nasıl bir, titreyen bir müʼmin yüreği…
Ebûʼl-Hasan Harakānî Hazretleri buyuruyor:
“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada bir din kardeşimin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır; birinin ayağına çarpan taş, benim ayağımı acıtmıştır. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”
İşte insanımız böyle bir insandı… İnsanımız böyle bir insandı…
Her medeniyet, kendi insan tipini vücûda getirir. O insan tipi de, mensup olduğu medeniyetin sıfat ve karakteriyle âhenk arz eder.
İslâm medeniyeti, insanlık tarihinde bir kere ulaşılabilmiş bir zirvedir. Osmanlı Devleti, 620 sene muttasılan, lâ-yenkatî / kesintisiz devam etmiştir. Bunun sebebi, selîm beşerî fıtratın, ilâhî ilim, yani Kurân ve Sünnetʼin irfan ve hikmetiyle teçhîz edilmiş olmasındandır. Milletimizin fıtrî istîdâdı ile mânevî füyûzâtın kucaklaşıp aynîleşmesi; mükemmel bir medeniyet şâhikası ortaya çıkarmıştır. Bu şâhikanın tarihî adı, hiç münâkaşasız “Osmanlı”dır.
Hakîkaten, ecdâdımız Osmanlı, maddî îmarla mânevî îmârı birlikte yürüten, beldelerin fethini, gönüllerin fethi için yapan, yüksek ufuklu şahsiyetlerdi.
Osmanlıʼnın velî bânîsi Osman Gâziʼnin, oğlu Orhan Gâziʼye ve onun şahsında istikbâlin bütün devlet adamlarına yaptığı nasihatler, bunun bir ifâdesiydi. Diyordu ki o büyük gâzi:
“Oğul! Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yoludur ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değildir, “îlâ-yı kelimetullâh”tır, yani Allâh’ın dînini yüceltmektir!..”
Orhan Gâzi de; “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” buyuruyor. “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethi gönüllerde gerçekleştirmeyi tercih ediyordu. Zâhirî fütûhâtı, gönül fetihleri ile ebedîleştiriliyordu. Fethedilen yerlere en evvel, gönül ehli, sâlih müʼminleri iskân ediyordu. Onların örnek yaşayışları, hâl ve tebliğleri, bölge halkının hidâyetine vesîle oluyordu. Hayırlı bir ümmet teşekkül ediyordu.
Orhan Gâzi de, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:
“Osmanlı’ya iki kıt’a üzerinde hükümran olmak yetmez! Zira i‘lâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmaz. O büyük bir dâvâdır! Bunu bütün insanlığa taşıracaksın.” diyordu.
Bunun üzerine Sultan Murad Avrupaʼya geçti, tâ Kosovaʼya kadar gitti. Ki, Bursa o zaman yemyeşildi, cennet gibiydi. Hepsi bir tarafa, tâ bin kilometre bir mesafe gitti.
Yani Birinci Murad Han, Bursaʼnın o kadar güzellikleri, rahatlıkları varken, niçin rahatını bozdu da, tâ Kosovaʼya kadar gitti? Hangi gâye için orada;
“–Yâ Rabbi, bu ıydin (bayramın) kurbanı ben olayım!” dedi.
Mehmed Âkif de, bugünkü Kosovaʼnın mahzun durumunu, ne güzel mısrâlarıyla dile getirir:
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova...
Sen misin, yoksa hayâlin mi? Vefâsız Kosova!
…
Söyle Meşhed, öpeyim secde edip toprağını:
Yok mudur sende Murad’ın iki üç damla kanı?
Birinci Murad Han, o topraklara Anadolu’nun temiz halkını niçin götürdü? Çünkü orada hayırlı bir ümmet meydana gelecekti. Ki bugün ezan sesleri, secdeler, orada Sultan Muradʼın bu himmetiyle devam etmektedir. Kendisine sadaka-i câriye olarak devam etmektedir.
Bunların hepsi, Efendimizʼe hayırlı bir ümmet olabilmek, o bahtiyar müʼminler arasına dâhil olabilmek, hayra dâvet eden bir ümmet olabilmek içindi hiç şüphesiz. Allâhʼın bizlere “örnek nesil” olarak takdim ettiği Ensâr ve Muhâcirlerin izinden gidebilmek içindi.
Nitekim sahâbe-i kirâm, Medîne hurmalıklarını bırakarak tâ Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti. Zira Cenâb-ı Hak, Bakara 195. âyette:
“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” buyuruyordu.
Dünyanın süsüne, gösterişine, seraplarına, rahatına, alâyişine aldanıp da Allâhʼın rızâsını tahsil etme gayretinden uzaklaşanları îkaz buyuruyordu.
“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195)
Bunun için sahâbe-i kirâm tâ Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti.
Ömer bin Abdülaziz döneminde İspanyaʼya çıkıldı.
Ukbe bin Nâfî Kayravanʼa kadar gitti:
“–Yâ Rabbi!” dedi. “Karşıma şu koca Akdeniz çıktı.” dedi. “Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim eğer bu Akdeniz çıkmasaydı!” dedi.
Nasıl bir îman vecdi…
Yavuz Sultan Selim, Mısır seferinden dönerken şöyle demişti:
“–Gönül ister ki, gücüm olsa, Afrika’nın kuzeyinden İspanyaʼya çıksam, Endülüs’e çıksam, oradan Balkanlarʼdan İstanbul’a insem!”
Ve dâimâ bu hayırlı ümmet, bir nefis muhâsebesi içindeydi. Hâdiseler karşısında kalp âlemi bir dehşet içindeydi.
Sinaʼdan geçerken, -o kimsenin geçemediği- Sinaʼdan geçerken bir aslanlar gibiydi. Sinaʼda bir aslan kâfilesi görüyoruz. Mısır alındığı zaman derviş, mütevâzı…
Vakʼanüvis Nâimâ diyor ki:
“Herkes Yavuzʼu bekliyordu, büyük şâşaa ile, diyor. O ise askerin önünde, başı önünde, mütevâzı, bir şükür hâlinde Kâhire sokaklarına girdi.” diyor.
Zaferden döndü, Çamlıca Tepeʼsinde durdu:
“‒Hasan!” dedi lalasına. “Güneş batsın.” dedi. “Sokaklar boşalsın.” dedi. “Ondan sonra İstanbulʼa gireyim ben.” dedi. “Siz girin.” dedi. “Fânîlerin alkışları, fânîlerin iltifatları beni yere sermesin.” dedi. Burada ise nefsinden korkan bir müʼmin…
Hayırlı bir ümmet…
İşte müslümanın hidâyet ufku…
Bütün bu gayretler hep “kendini tehlikeye atmama” endişesinin bir tezâhürüydü.
İşte bu ruhla dünya rahatını terk edip Allah yolunda gayret eden Sultan Muradʼın açtığı yoldan gelenler de, fethedilen beldelere yerleştiler. Orada hayırlı bir ümmet meydana geldi. Bosnaʼda bir hayırlı ümmet meydana geldi. Bütün Boşnaklar cân u gönülden samimî bir müslüman oldular. İşkodraʼda, oraya Fâtih üç sefer yaptı:
“‒Yaşlı hâlimdeyim.” dedi. “Keşke kumandanım olsaydı da benim yerime o olsaydı.” dedi. Fakat öyle bir üç sefer yaptı çok meşakkatler içinde, orada bir hayırlı ümmet teşekkül etti.
Osmanlıʼda vezirlere baktığımız zaman, 80 tane o civardan gelen, Arnavut vezir bulunmaktadır.
Onların bütün derdi, i‘lâ-yı kelimetullah idi. İnsanlığı İslâmʼın şahsiyet, saâdet ve huzuruyla tanıştırmaktı.
Fâtih Sultan Mehmedʼin misâli ayrıdır, o Trabzon seferinde… Hattâ o Uzun Hasan’ın annesi Sârâ Hanım dedi ki -bir akrabalık kurmuşlardı Trabzon Rum İmparatoruyla, Fâtihʼi vazgeçirmeye çalışıyordu-:
“–Oğlum!” dedi. “Sen” dedi, “Ellerin kanla doldu.” dedi. “Meşakkatler çekiyorsun.” dedi. “Ufacık bir Trabzonʼu almaya değer mi bu gayretin?” dedi.
O da dedi ki:
“–Ey ihtiyar ana!.. Sen zannetme ki, çektiğimiz bunca zahmet, kuru bir toprak parçası, bir coğrafya parçası içindir. Bilesin ki bütün gayretimiz Allâh’ın dînine hizmettir. İnsanları hidâyete kavuşturmaktır. Yarın huzûr-i ilâhîde, yüzümüz kara olmasın diyedir bu gayretimiz. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp da ten rahatlığını tercih edersek, bize gâzi denilmesi revâ mıdır? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.” dedi.
İşte hayırlı ümmet… Ferdî bir Müslümanlığın nâkıs olduğu, Müslümanın ictimâîleşmesi, gönlünün bütün cihânı kuşatması gerektiğine müşahhas bir misal oldular…
YORUMLAR