"faziletler Medeniyetinin Devamı Olmalıyız!"

TARİHİMİZ

Hakîkî müslüman, İslâmʼı şahsiyet ve karakteriyle temsil edebilen insandır. İslâm, dâimâ bir “şahsiyet” ister müʼminden. Dîni temsil edebilmek de ancak güzel bir şahsiyetle olur.

Orhan Gâzi oğlu Murad’a şu vasiyette bulunmuştu:

“Osmanlı’ya iki kıta üzerinde hükümrân olmak yetmez! Zira îlâ-yı kelimetullah dâvâsı, iki kıtaya sığmayacak kadar büyük bir dâvâdır!”

Bunun üzerine Sultan Murad Avrupaʼya geçti, tâ Kosovaʼya kadar ilerledi.

HAYIRLI ÜMMET İÇİN ÇALIŞTILAR!

Birinci Murad Han, niye Bursaʼnın o kadar güzellikleri, rahatlıkları varken rahatını bozdu da, tâ Kosovaʼya kadar gitti? Hangi gaye için kendini kurbân etti?

İşte Peygamber Efendimizʼe hayırlı bir ümmet olabilmek, o bahtiyar müʼminler arasına dâhil olabilmek, hayra dâvet eden bir ümmet olabilmek için. Allâhʼın bizlere “örnek nesil” olarak takdim ettiği Ensâr ve Muhâcirlerin izinden gidebilmek için…

Nitekim sahâbe-i kirâm, Medîne hurmalıklarını bırakarak tâ Semerkandʼa, hattâ Çinʼe gitti. Zira Cenâb-ı Hak:

“…(Kendi ellerinizle) kendinizi tehlikeye atmayın!..” (el-Bakara, 195) buyuruyordu. Yani dünyanın süsüne, gösterişine, rahatına, alâyişine aldanıp da Allâhʼın rızâsını tahsil etme gayretinden uzaklaşanları îkaz buyuruyordu. Bunun için sahâbe-i kirâm tâ Çinʼe kadar gitti. Ömer bin Abdülaziz döneminde İspanyaʼya çıkıldı. Ukbe bin Nâfî Kayravanʼa kadar gitti. Gönlündeki îman heyecanının bir ifâdesi sadedinde:

“–Yâ Rabbi! Şu okyanus olmasaydı Sen’in yolunda cihâd ederek önümdeki beldelerde ilerlemeye devam ederdim!” niyâzında bulundu.

Bütün bu gayretler hep “kendini tehlikeye atmama” endişesinin bir tezâhürüydü.

İLÂ-YI KELİMETULLAH DAVASIYLA HAREKET ETTİLER

İşte bu ruhla dünya rahatını terk edip Allah yolunda gayret eden Sultan Muradʼın açtığı yoldan gelenler de, fethedilen beldelere yerleştiler. Bosnaʼda “hayırlı bir ümmet” meydana geldi. Bütün Boşnaklar cân u gönülden samimî bir müslüman oldular. İşkodraʼda “hayırlı bir ümmet” teşekkül etti.

Velhâsıl ecdadımızın bütün derdi, “îlâ-yı kelimetullah” idi. İnsanlığı İslâmʼın saâdet ve huzuruyla tanıştırmaktı. Onlar hakka ve hayra çağırıyorlardı. İnsanlığın ebedî kurtuluşu için çırpınıyorlardı.

Bir evde hasta olduğu zaman, cumbanın önüne kırmızı bir saksı konulurdu. Seyyar satıcılar bile oradan sessizce geçer, mahallenin çocukları da rahatsızlık vermemek için diğer mahallelerde oynarlardı.

Onların bu gönül terbiyesi, nasıl bir eğitim sisteminin eseriydi? Bu terbiyeyi bugün hangi pedagog, hangi psikolog, hangi sosyal antropolog verebilir?..

Bugün düğünlerde, kutlamalarda atılan havâî fişeklerle, maytaplarla bir zümrenin eğlencesi için; -o gürültüden rahatsız olan bebek mi var, hâmile mi var, hasta mı var, mâtemi olan mı var, düşünülmeden- bütün bir toplumun hakkına giriliyor.

BU MEDENİYETİN DEVAMI OLMAK MECBURİYETİNDEYİZ!

Hâlbuki bizim ecdâdımız, o “hayırlı ümmet”, bir karıncayı bile incitmekten çekinen, hassas ruhlu insanlardı.

Zikrine mânî olmamak için bir çiçeği bile koparmaya kıyamayan rakik kalpli Hüdâyîlerimiz, bir karıncaya bile ulu nazarla bakan ve “Yaratılanı severiz, Yaratanʼdan ötürü” diyen, derin duygulu Yûnuslarımız vardı.

Bizim Sinanlarımız, Karahisârîlerimiz, Fuzûlîlerimiz vardı. Dünyaya müslümanın gönül dünyasının güzelliğini, estetiğini, zarâfetini, ihtişâmını yansıtan âbide şahsiyetlerimiz vardı.

Bu millet; Mevlânâların, Yûnusların, Geylânîlerin, Nakşibendlerin, Hüdâyîlerin, Fâtihlerin, Akşemseddinlerin, Yavuzların neslidir. Bizim medeniyetimiz, bir fazîletler medeniyetiydi. Biz de o medeniyetin bugünkü devamı olmak mecburiyetindeyiz.

Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2014 – Kasım, Sayı: 345, Sayfa: 032