Fazla Yükle Gidersem Onlara Yetişemem!
İnsanı Hakkʼa vuslat yolunda en çok geri bırakan nefsânî arzuları sebebiyle üzerine aldığı fazla yüklerdir. Bu yüklerin altında ezilmiş bir ruhla mânevî mesâfeler katedilemez. Bu durunda kulu Allah’ın rızasından neler uzaklaştırır? Gafil kalmanın sebebi nedir? Hak yolun üç yolcusu kimdir?
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri buyurur:
“Halkın, Hak Teâlâʼnın rızâsından uzak düşmelerinin sebebi; (gaflete dalarak) kendilerini Hakʼtan uzak tutmaları ve ihtiraslarına meylederek dünyevî sıkletlerin altında perişan olmalarıdır. Yoksa feyz-i ilâhîde kusur yoktur, o her an tecellî etmektedir.[1]
Seyyid Emir Külâl Hazretleri şu misâli verirlerdi:
«Dünya sevgisinin nemli esintilerinden kurtulmadıkça, vücut çömleği bir işe yaramaz. Çömleği pişirmek için sağlam olarak fırına sürerler. Mânevî tasarruf fırınına giren çömleklerden bâzıları sağlam, bâzıları da kırık olarak çıkar… Biz, kırık çıkan çömlekler hakkında da ümitvâr oluruz. Çünkü onları hemen toz yapıp başka bir çamurla birleştirir, çömlek yapıp tekrar fırına verirler. Sağlam çıkana dek böyle yaparlar.”
GAFİL KALMANIN SEBEBİ
Kulun Rabbinden gâfil kalmasının en mühim sebeplerinden biri, gönlünü dünya muhabbetlerine ve fânî lezzetlere esir etmesidir. Cenâb-ı Hak bize dünya nîmetlerini, rızâsı yolunda sarf edip ilâhî mükâfatlara ulaşma vâsıtası bilelim ve ebedî saâdet sermâyesi kılalım diye lûtfetmiştir. Yoksa vâsıtayı gâye edinerek, nefsânî ihtirasların hoyratlığı içinde dünyanın gelgeç sevdâlarına ve süflî câzibelerine takılıp kalmamız için değil.
Yaşamakta olduğumuz dünya hayatı, ilâhî imtihan îcâbı aşmamız gereken çeşitli engellerle dolu bir yolculuktur. Yolculuğun nereye olduğunu unutarak dünya misafirhânesinin tezyinâtıyla aşırı alâkadar olan, fânî hayatın süs ve yaldızlarıyla gereğinden fazla oyalanan bir kul, ebedî yolculuk için gerekli hazırlığı yapmaktan gâfil kalır. Kendi eliyle başına büyük dertler alır. Yani kabirde kendisini sıkıntıya sokacak ve ilâhî mîzan önündeki çetin hesapta müşkül bir duruma düşmesine sebep olacak pek çok meşgaleye, âkıbetini düşünmeden atılıverir.
İnsanı Hakkʼa vuslat yolunda en çok geri bırakan da, nefsânî arzuları sebebiyle üzerine aldığı bu nevî fazla yüklerdir. Bu yüklerin altında ezilmiş bir ruhla mânevî mesâfeler katedilemez.
BU YOLUN ÜÇÜNCÜSÜ
Şu hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytüʼl-mâlʼe akmaya başlamış, mü’minlerin refah seviyesi iyice yükselmişti. Fakat mü’minlerin emîri Hazret-i Ömer, devletin ihtişâmına, Beytü’l-mâlʼin zenginliğine ve ulaşılan refah seviyesine tamamen müstağnî bir gönül zirvesinde, yamalı elbisesiyle hutbe okuyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayatını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı kabul ediyor ve bununla da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri gelenleri, onun bu hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer’in kızı ve Allah Resûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesi Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ- Vâlidemiz’e başvurdular. İsimlerini vermeyerek, babasına bu teklifi, kendileri nâmına arz etmesini istediler.
Hafsa -radıyallâhu anhâ-, ashâbın bu teklifini babasına arz etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in açlığını giderecek bir tek hurma bile bulamadığı günlere defalarca şâhit olmuş bulunan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya:
“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevabını alınca da, sözlerine şöyle devam etti:
“–İki dost (yani Resûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebûbekir -radıyallâhu anh-) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hazret-i Sıddîk) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”[2]
İşte mânevî tekâmül yolunda, zühd, riyâzat ve mücâhede gibi terbiye usûlleriyle hedeflenen de, bu kalbî olgunluğun kazanılmasıdır. Yani, lüks, israf ve gösterişten uzak, kanaatkâr ve sâde bir şekilde yaşamanın îmandan olduğu şuur ve idrâkiyle, dünyevî meşgaleleri, Ahiret’i ihmâl etmeksizin devam ettirebilecek bir kalbî hassâsiyete sahip olmaktır.
ALLAH ZALİMLERİ SEVMEZ
Rivâyete göre hükümdârın biri, ihtişamlı bir saray yaptırır. Bir Allah dostunu dâvet edip sarayın her yerini kemâl-i edeple gezdirir. Sonra da:
“‒Efendim, sarayı nasıl buldunuz, bir eksiği-kusuru var mı?” diye sorar. O Allah dostu:
“‒Sarayın dünyevî ihtişâmı gerçekten de göz kamaştırıyor. Kısaca her şey mükemmel. Yalnız bir eksiği var.” der.
Bu cevâbı hiç beklemeyen hükümdar şaşırır ve hayret içinde sarayın ne eksiği olduğunu sorar. O Allah dostu, şu ibretli cevabı verir:
“–Bekāsı yok!..”
Ardından da şu îkazda bulunur:
“‒Şâyet sen bu sarayı kendi mülkünle yaptırmış isen, bil ki Allah israf edenleri sevmez. Yok eğer, devlet hazinesinden masraf ederek yaptırdıysan, bu takdirde de unutma ki Allah zâlimleri sevmez!..”
Dipnotlar:
[1] Pârsâ, Sohbetler, s. 36.
[2] Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Şah-ı Nakşibend (rahmetullahi aleyh) Erkam Yayınları