Fecr Suresi 27. Ayet Meali, Arapça Yazılışı, Anlamı ve Tefsiri
Fecr Suresi 27. ayeti ne anlatıyor? Fecr Suresi 27. ayetinin meali, Arapçası, anlamı ve tefsiri...
Fecr Suresi 27. Ayetinin Arapçası:
يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ
Fecr Suresi 27. Ayetinin Meali (Anlamı):
Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra ermiş nefis!
Fecr Suresi 27. Ayetinin Tefsiri:
Bu
hitap, kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzur ve itminâna erişmiş, gönül
huzurunu elde etmiş mü’mine ölüm anında veya mahşer yerinde yapılır. Gaybın
kapılarının açıldığı, ilâhî sır perdelerinin aralandığı o kritik anda mü’min,
kendine verilen ebebî cennet müjdesi ile sevinir. Korkuları zâil olur, içi
huzurla dolar. Çok güzel bir yolculuğa çıkmanın, cennet ve cemâlullaha doğru
yol almanın son derece tatlı heyecanını duymaya başlar. Âyet-i kerîmelerde
buyrulur:
“«Rabbimiz Allah’tır!» diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve
sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu takip
edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: «Korkmayın ve üzülmeyin! Size
va‘dolunan cennetle sevinin! Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz.
Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir.
Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!»” (Fussılet
41/30-32)
Bu
âyetlerde “mutmainne, râziye ve merziye” olmak üzere nefsin üç mertebesine
işaret edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de başka âyet-i kerîmelerde de yine nefsin
“emmâre, levvâme ve mülhime” mertebelerine işaret edildiği görülür. Dolayısıyla
bunlar, emmâre derekesindeki ham bir nefisten tezkiye edile edile merziye ve
kâmile seviyesine erişmiş ve cennete girmeyi hak etmiş kâmil bir nefse
ulaşmanın kademelerini gösterir. Âlimlerimiz ve mutasavvıflarımız bunlar
üzerinde derinlemesine tetkikler yaparak İslâm ahlâk ve tasavvufunun temel
esaslarını tespit etmişlerdir. Kur’an ve sünnet çerçevesinde nefsin terbiyesi,
tezkiyesi ve kalbin tasfiyesiyle alakalı son derece makul ve uygulanabilir
usuller ortaya koymuşlardır. Bu vesileyle kısaca nefsin mertebelerini izah
etmek faydalı olacaktır.
Mânevî
terbiye ve tekâmül esnâsında müşâhede edilen nefsin hâl ve mertebeleri
yedi kısımda mütâlaa olunur:
Birincisi;
اَلنَّفْسُ الأمَّارَةُ (nefs-i emmâre): Kulu
Rabbinden uzaklaştırarak kötülükleri işlemeye sevk eden en ağağı
durumdaki isyankâr nefistir. “Emmâre” çok emredici demektir. Bu sıfata
sahip olan nefsin tek gayesi, olur olmaz arzularını ölçüsüzce tatminden
ibârettir. Şehvetin esîri, şeytanın yardımcısı olmuş; keyfine, zevkine
ve günaha düşkün olan nefistir. Nefsin düşkünlükleri ve aşırı istekleri
demek olan şehvetlere karşı her hangi bir mücâdele göstermemek,
onun arzularına tâbî olarak şeytanın yoluna uyup gitmek de, nefs-i
emmâre seviyesinde bulunan kimselerin ahvâli cümlesindendir.
Aslında nefs-i emmâre, sahibine karşı şeytandan bile tehlikeli olabilmektedir.
“Rabbimin merhamet edip koruduğu kimseler dışında, nefis insana sürekli
kötülüğü emreder” (Yûsuf 12/53) âyet-i kerîmesi, bu mertebedeki nefsi
anlatır.
İkincisi;
اَلنَّفْسُ اللَّوَامَةُ (nefs-i levvâme):
Nefs-i emmâresini pişmanlıkla hesâba çekip, onun çirkin hâl ve hareketlerinden
kurtulmak için gayret gösterenler, nefs-i levvâmeye doğru mesâfe
alırlar. “Levm etmek”; kınamak ve ayıplamak demektir. Nefs-i levvâme;
yaptığı kötülüklerden, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı gösterdiği
ihmâl ve kusurlardan pişmanlık duyarak vicdânı sızlayan, bu yüzden de
kendisini şiddetle kınayan nefistir. Bu mertebede olan kişi, nefs-i
emmâredeki fiillerin bâzılarından tevbe edip kurtulmuştur. Yâni
gafletten bir nebze sıyrılmış ve günah arzusu azalmıştır. Ancak bu
hisler yeterince olgunlaşmadığı için dayanamayıp tekrar günahlara
düşmekten de kendini kurtaramaz. Bu kimselerin, Allah Teâlâ’nın
emirlerine bağlılıkta ve sâlih amellerinde çoğalma görülür. Amelleri
çoğunlukla Allah içindir. Ancak ilâhî ilhâmların bahşettiği huzûr ve
sükûna tam mânasıyla kavuşamadıklarından, Allah için yaptıkları
sâlih amellerinin halk tarafından bilinmesini de içten içe isterler.
Yâni nefs-i emmârenin bazı kötü huyları devam etmekte, ancak kul bu
hâlinden dolayı kendini kınamaktadır. Nefsin ulaştığı bu merhalenin
ismi, Kur’ân-ı Kerîm’deki, “Yemin ederim pişmanlık duyup dâima kendini
kınayan nefse…” (Kıyâmet 75/2) âyetinden gelmektedir.
Üçüncüsü;
اَلنَّفْسُ الْمُلْهِمَةُ (nefs-i mülheme):
Nefs-i emmâreden pişmanlık duyarak levvâmeye doğru yükselen mümin,
bu merhalede de tevbe ve istiğfara devam eder, günahlardan sakınır,
mânevî irşâda gönül verir ve nefisle mücâhedeye devam ederse yavaş
yavaş “mülheme” mertebesine ulaşır. Bu mertebede kul, Allah’ın lutfuyla
iyi ile kötüyü net bir şekilde ayırt edebilme ve şehevî duygularının
aşırılıklarına direnebilme gücüne kavuşur. Kalbi Allah’tan gâfil
kılan her şeyden uzaklaşır. Artık halk nazarındakinden çok, Hak katındaki
mevkiinin endîşesiyle dolar. İmanî gerçekler kalpte günden güne açılmaya
başlar. Lâkin bu ilhâm esintilerinin Rahmânî olup olmadığını anlayabilmek
için, bir mânevî rehberin kontrolüne mutlak sûrette ihtiyaç vardır.
Nefsin bu mertebesinin “mülheme” tâbiriyle ifade olunması da
Kur’ân-ı Kerîm’deki:
“Yemin ederim nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratıp düzenleyene.
Ona kötü ve iyi olma kâbiliyetini ilham edene” (Şems
91/7-8) âyetlerinden gelmektedir.
Dördüncüsü;
اَلنَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ (nefs-i mutmainne):
Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine lâyıkıyla uyup, yasaklarından titizlikle
sakınmak sûretiyle mânevî hastalıklardan kurtulmuş, hakiki ve kuvvetli
bir iman ile de huzûr, sükûn ve itmi’nâna kavuşmuş nefistir. Kalb, zikrullâh
bereketiyle şüphe ve tereddüdlerden arınmış, her an şükür ve senâ
hâlindedir. Bu mertebede kötü ve çirkin vasıflar, yerini güzel ahlâka
terk etmiştir. Davranış olgunluğunda zirveyi teşkîl eden ve bütün
insanlığa örnek şahsiyet olan Resûlullah (s.a.s.)’in yüksek ahlâkı, tarifsiz
bir zevk ile güzelce yaşanmaktadır. Kulun kalbi, sabır, tevekkül,
teslîmiyet ve rızâ ile taçlanmıştır. Mutmainne, Allah Teâlâ’yı
tanıyan, takvâ ve yakîn ehlinin nefsidir. Böyle kimselerin gönülleri
dâimâ Hakk’ın zikriyle meşgûldür. Şer’î hükümlerin zahiriyle beraber bâtınına
da vâkıf olmuşlardır. İşte “Ey kâmil bir iman ve sâlih amellerle huzûra
ermiş nefis!” (Fecr 89/27) âyeti nefsin bu mertebesine işaret eder.
Nefs-i
mutmainne, Cenâb-ı Hakk’ın yardım ve desteğiyle hakîkat, sekînet ve yakîne
kavuşarak, keder ve endîşelerden kurtulmuş, bazı keşf ve ilhâmlara
da nâil olmuştur. Bu mertebede kalbin üzerindeki gaflet perdeleri
kalkmıştır. Gönüller, öteleri ve hakîkatleri ayne’l-yakîn mertebesinde
müşâhede hâlindedir. Yâni kalb, tereddüd ve şüphelerden arınmış,
gerçek bir teslîmiyetle tam bir itmi’nân ve huzûra ermiştir. Bu hâle
erişen bir kul, dînî mükellefiyetleri hem zâhiren ve hem de bâtınen
tereddüdsüz olarak kabul edip güzel bir şekilde îfâ eder. Üstelik bu
kabul ve inanış öylesine sağlamdır ki, cümle âlem bir olup inandığının
zıddını iddia etseler, onda en ufak bir tereddüd hâsıl edemezler.
Çünkü o, maddî ve mânevî âlemi artık hakîkat penceresinden seyretmektedir.
Mutmainneye
nâil olan bahtiyar kullar, sırasıyla “râdıye”, “merdıyye” ve “kâmile”
denilen üç yüce mertebeye daha yönelmiş olurlar ki, başarıları nispetinde
bunlar
Beşincisi;
اَلنَّفْسُ الرَّاضِيَةُ (nefs-i rādıye): Dâimâ
Hakk’a yönelmek sûretiyle Allah ile beraber olma şuuruna erişmiş,
hikmetine ve hükmüne râm olarak Rabbinden râzı ve hoşnud hâle gelmiş
olan nefistir. Bu mertebeye yükselen kul, kendi iradesinden vazgeçip
Hakk’ın iradesinde fânî olmuştur. “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı
olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Sen O’ndan râzı olarak”
hükmü bu makâma işaret eder. Bu rızâ hâli, Hak’tan gelen bütün çileli
imtihanlara karşı sabır göstermek ve bu hususta O’nun iradesini cân
u gönülden kabullenmektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Sizi mutlaka biraz korku ve açlık ile; biraz da mallardan,
canlardan ve ürünlerden noksanlaştırmak suretiyle imtihan edeceğiz.
Sabredenleri müjdele!” (Bakara 2/155)
Bu
âyet-i kerîmede ifade buyurulan “sabredenler” zümresinden olabilmek,
ancak Cenâb-ı Hakk’ın takdirine -velev ki o takdir umulduğu ve beklendiği
gibi tecellî etmese bile- râzı olmak ve aslâ isyâna düşmemekle
mümkündür. İşte nefs-i râdıye de, ilâhî iradenin hayır veya şer olarak
tecellî eden bütün kazâ hükümlerine tereddütsüz teslîm olup rızâ
gösterenlerin, aslâ şikâyet etmeyenlerin makâmıdır.
Bu
makâmın imtihanları öncekilere nisbetle daha ağırdır. Zira insan
mânen yükseldikçe iptilâlar artar. Nitekim Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle
buyurur:
“İnsanlar içinde en şiddetli iptilâlara uğrayanlar peygamberlerdir.
Sonra da onlara yakınlık derecesine göre diğer kimselerdir. İnsan
dindarlığı ölçüsünde iptilâlara mârûz kalır.” (Tirmizî,
Zühd 57)
Bu
sebeple şâir Fuzûlî şöyle der:
“Sîne-i çâkimden eksik etme tîr-i gamzeyi,
Ey gönül rânâ bilirsin kim gül olmaz dikensiz.”
“Aşkınla
paramparça olmuş sîmenden gamze okunu eksik etme. Ey gönlümün güzeli, sen gülün
dikensiz olmadığını bilirsin.”
Muhibbî
mahlasıyla şiir yazan Kânûnî Sultan Süleyman da, Allah Teâlâ’ya yakın bir kul
olmanın yolunu gösterircesine der ki:
“İhtiyâr-ı fakr eden dergâh ü eyvan istemez,
Zâd-ı gamdan özge hergiz kendiye nân istemez.”
“Cenâb-ı
Hakk’a yakın bir kul olma niyetiyle gönlen dünyaya yüz çevirip fakr u zarûreti
tercih eden kimse ne dergah ister, ne saray ne de köşk. O, gam ve keder
azığından başka kendisi için bir ekmek, bir yiyecek de istemez.”
Çünkü
bu mertebedeki müminlerin nazarında, hayatın gam ve sürûru birdir.
Zira dünyaya kalben bağlanmadıkları için, hayâtın sevinç ve kederleri
onlar için müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdir olunmuşsa
hepsini Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.
Altıncısı;
اَلنَّفْسُ الْمَرْضِيَّةُ (nefs-i merdıyye):
Râdıye mertebesinde bulunanların, bu mertebenin bütün feyiz ve
bereketinden istifade edebilmeleri için, Cenâb-ı Hakk’ın da onlardan râzı
olması gerekir. Yâni kulun Allah’tan râzı olması yetmeyip, kâmil bir
terakkî için Allah’ın da kulundan râzı olması lazımdır. Diğer bir ifadeyle
Hak’tan rızâmız, O’nun yüce rızâsına mazhar olabilecek bir kıvam ve
güzellikte olmalıdır. Bu gerçekleştiği takdirde “merdıyye” sıfatı
Allah’a râcî olmasına rağmen, kulun bunu temîne medâr olan amelleri
bereketiyle bu makâm kula da izâfe edilmiştir. Buna göre râdıye,
Allah’tan râzı olanların; merdıyye ise Allah’ın da kendisinden râzı
olduğu kimselerin makamıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bizzat râzı ve hoşnûd
olduğu bir nefs olan merdıyyede kötü huylar yok olmuş, güzel huylar
ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Öyle ki; Yaratan’dan ötürü
yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik ve
hassâsiyet onda bir lezzet hâlindedir. Bu mertebedeki bir mümin,
nefsini en güzel bir şekilde muhâsebe ve murâkabe eder. Her nefeste
varlık ve benlik keyfiyetlerini gözeterek şeytânî hîlelere karşı
boş bulunmaktan sakınır. Yine bu mertebede kul, her hâlükârda ve bütün
mevcûdiyetiyle Hakk’a teslîm olmuştur. Allah’tan gelen kahır veyâ
lutuf tecellîlerinin her ikisine de gösterdiği rızâ bereketiyle
ebediyyet âlemine göçerken, ilâhî rızâ ile müjdelenerek kendisine
cennet hil’ati giydirilmiştir. İşte “Sen O’ndan râzı, O da senden râzı
olarak Rabbine dön!” (Fecr 89/28) âyetindeki “Rabbin de senden râzı
olarak” hükmü, bu hâli ifade etmektedir.
Bu
hâl ve hakîkatlere nâil olan bir kul, artık hâdisâtı “hakka’l-yakîn”
mertebesinden seyretmektedir. Allah’ın izniyle bâzı gaybî sırlara
vâkıf olabilir. Cenâb-ı Hak rızâ, tevekkül ve teslîmiyetleri sebebiyle
böyle kullarının -âdetâ- gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili,
tutan eli… olur. (bk. Buhârî, Rikāk 38) Onların hâline, kâline ve güzel
ahlâkına tesir kuvveti ihsân eder. Yâni nefs-i râdıye makâmında müşâhede
ettiği kemâlât tecellîlerini, şimdi bizzat nefsinde tatmakta ve
o hâllerle hâllenmektedir. Sabır, tevekkül, teslîmiyet ve rızâ gibi
hasletler, onun davranışlarının hâkim vasfı durumundadır.
Peygamberlerin
yüce ahlâkından bu güzel hâllere dâir birkaç misâl şöyledir:
Hz.
Yâkûb üstüste gelen musîbetler sebebiyle hâlini, “Bana düşen ancak
sabr-ı cemîldir” diyerek beyân eder.
Dayanılmaz
hastalık ve iptilâlara mâruz kalan Eyyûb (a.s.), hanımının: “Rabbine
dua et de bu muzdarip hâlin son bulsun” şeklindeki talebine:
“–
Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhatli bir ömür verdi. Henüz o kadar hastalık
çekmemişken sıhhat istemekten hayâ ederim” mukâbelesinde bulunmuştur.
Hz.
İbrâhim de ateşe atılırken yardıma gelen meleklere:
“–
Ateşi yandıran kimdir? O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim
yok!” buyurmuştur.
Aslında
nefsin tezkiyesi yolunda kat edilen merhaleler, bunlardan ibâret
olmakla beraber, kemâlât ehline tevdî olunan hizmetler îtibâriyle
bir merhale daha vardır ki, ona da nefs-i kâmile veya nefs-i sâfiye denir.
Yedincisi;
اَلنَّفْسُ الْكَامِلَةُ (nefs-i kâmile/nefs-i
sâfiye): Nefs-i kâmile, tezkiye netîcesinde arınmış, sâf, berrak,
ulvî ve olgun nefstir. Bütün mârifet sırlarının tahsîl edildiği ve
ancak Cenâb-ı Hak tarafından vehbî olarak lutfedilen bir makâmdır.
Hak vergisidir, sırf çalışmakla elde edilmez. Kader sırrına dayalı
bir ilâhî ihsândır. Nefs-i kâmileye erişenlere genellikle irşad hizmeti
emanet edildiğinden bu makâma aynı zamanda “irşad makâmı” da denilir.
Cenâb-ı Hak, bu makâmdakilerin hâl ve davranışlarındaki mükemmellikle,
insanları gafletten uyandırıcı bir tesir lütfeder. (bk. Osman Nuri Topbaş,
İmandan İhsana Tasavvuf, İst, 2002, s. 105-147)
Nefsin
kötü sıfatlarıyla bunların sebep olduğu feci âkıbeti zikrettikten sonra nefs-i
mutmeinnenin büyük bir bayram sevincine vesile olacağını müjdeleyerek sona eren
Fecr sûresini, insanın meşakkat içinde yaratıldığına temasla birlikte köleleri
hürriyetine kavuşturmak, yoksulları doyurmak, bu konuda sabrı ve merhameti
tavsiyeleşmek gibi sarp yokuşu aşıp
nefs-i mutmeinneye erişmeyi kolaylaştıracak faziletli davranışları beyân eden
Beled sûresi izleyecektir:
Fecr Suresi tefsiri için tıklayınız...
Kaynak: Ömer Çelik Tefsiri
Fecr Suresi 27. ayetinin meal karşılaştırması ve diğer ayetler için tıklayınız...