Feri Deliller Nelerdir?
İslâm hukukunda fer’î deliller hangileridir?
Müçtehidler, evvelâ aslî delillere bakarlar. Fakat bir meselede aslî delillerde hüküm bulamazlarsa, bu defa “fer’î deliller” denilen ikinci dereceden delillere müracaat ederler. Bunları da şöyle hulâsa edebiliriz:
FER’İ DELİLLER HANGİLERİDİR?
-
İstihsân:
Kıyâsın daha derin ve zor anlaşılan şeklidir. Çeşitli zaruretler ve zorluklar sebebiyle, umûmî kâidelerin dışında bir hükme varmayı mümkün kılar.
İstihsân, müçtehidin daha kuvvetli gördüğü bir husustan dolayı, bir meselede benzeri hükümlerden başka bir hükme başvurmasıdır.
Meselâ umumî kâideye göre, bir hayvanın ağzının değdiği su veya gıda artığının temizlik durumu, o hayvanın etinin yenilip yenilmemesine kıyâs edilir. Dolayısıyla, eti yenmeyen hayvanların artığı yani ağzının değdiği su veya gıda bakiyesi de necistir.
Fakat açık alanlarda, eti yenmesi haram olan yırtıcı kuşların artığının necis sayılması, bir güçlük meydana getirmiştir. İnce bir kıyas yapıldığında, bu kuşların gagalarının suyu kirletmeyen bir yapıda olduğu görülür. Kara hayvanlarının artıklarının pis olması, salyalarının suya karışmasındandır. Fakat kuşlarda bu durum yoktur. Gagaları kemik/kıkırdak yapısındadır. Bu sebeple yırtıcı kuşların artığı, necis değil mekruhtur.
İstihsân, Kur’ân ve Sünnet ile sâbit bazı hükümlerin îzâhında da kullanılır:
Meselâ; umumî kâideye göre, oruç tutanın bir şey yiyip içmesi orucunu bozar. Fakat oruçlu olduğunu unutarak yiyip içmesi, hadîs-i şerîfin hükmüyle, orucu bozmaz. Hadîs-i şerîfteki hüküm, umûmî kâideye bir istisnâ getirmiştir. Çünkü dinde ağır meşakkat vermek yoktur.
-
Istıshâb:
Lügatte, beraberce bulunma (musâhabet) veya beraber olmanın devam etmesi (sohbet) mânâsına gelir. Istılahta ise şöyle tarif edilmiştir:
Mâzide sâbit olup sonradan değiştiği bilinmeyen bir şeyin, hâl-i hazırda da aynen kalmasına hükmetmektir. Istıshab, bütün mezheplerin kabul ettiği bir delildir.
“Eşyâda aslolan, ibâhadır / mubah kılmadır.”
Meselâ, aksine bir hüküm yoksa, yeni bulunmuş bir meyve veya sebzeden istifade etmek, mubah kabul edilecektir. Çünkü bitkilerde haram yoktur.
Yeni bir ticârî metot ortaya çıksa, bakılır; şayet muhtevâsında fâiz, ihtikâr, gabn-i fâhiş gibi, İslâm’ın yasakladığı mahzurlu bir durum yoksa, mubah olması esas kabul edilecektir.
Istıshâbın farklı hükümlerine misal verelim:
Bir insan ortadan kaybolsa, derhâl öldüğüne hükmedilmez; nikâhı devam eder, bakmakla mükellef olduğu kişilere malından nafaka verilmeye devam edilir. Uzun süre gelmezse, öldüğüne hükmedilebilmesi için fukahânın koyduğu birtakım esaslar vardır.
Diğer bir misal:
“Berâet-i zimmet esastır.”
Bu, aynı zamanda muhâkeme usûlünün mühim bir prensibidir. Yani aksi ispatlanmadıkça bir kişinin mâsum ve borçsuz oluşu esastır. Bir kişi dâvâ açıp, bir başka şahsın suçlu veya borçlu olduğunu iddiâ ediyorsa, bunun ispatı, iddiâ sahibinden (dâvâcıdan) istenir. Dâvâlıdan mâsumiyetini veya borçsuzluğunu ispatlaması istenemez.
-
Örf:
Toplum vicdanından doğan, akıl yönünden de dînî bakımdan da güzel olan, selîm tabiat (sağduyu) sahipleri tarafından yadırganmayan, sürekli tatbik edilerek alışkanlık hâline gelmiş olan, yazılı olmasa da insanların umûmiyetle riâyet edegeldikleri, hakkâniyete uygun, mâkul ve münâsip davranış kalıpları, yaygın kanaat ve kâideler bütünüdür. Böyle örf, âdet ve teâmüller de ihtiyaç hâlinde kendilerine müracaat olunan şer’î birer delildir.
Mecelle’de yer alan bir kâidedir:
“Âdet, muhakkemdir.”
Yani âdet îcâbı olan bir şey, sağlam bir şart gibi dikkate alınır.
Fakat örfün meşrû bir delil sayılabilmesi için, aslî kaynaklar olan Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif olmaması, dar değil geniş bir çevrede insanlarca benimsenmiş olması gerekir.
Meselâ kız çocuklarına miras vermemek ve kan dâvâsı gibi kötü gelenekler, İslâm nazarında reddedilmiştir.
Maalesef bu iki husus, Anadolu’da hâlâ kanayan bir yaradır. Miras hakkında Kur’ân’ın apaçık hükmü ortadayken, kız çocuklarının mirastan mahrum bırakıldığı, hattâ bu haklarını talep etmelerinin dahî ayıp karşılandığı yöreler mevcuttur. Hâlbuki bu bir hak gasbıdır, kişinin âcizliğinden istifadeyle malını çalmaktan farksızdır. Ne yazık ki bu mevzuda örfî hukuk, şer’î hukuka tercih edilerek ağır bir kul hakkına girilmektedir.
Kan dâvâsı da böyledir. Bu da açık bir cinayettir. İslâm, bu nevî uygulamaları, toplumlarda ne kadar yaygınlaşmış olursa olsun reddetmiş, bâtıl ve geçersiz örfler olarak kabul etmiştir.
Zira İslâm’da şer’î hüküm varken örfî teâmüllere îtibar edilemez. Örfler, ancak Allâh’ın hükümleriyle çelişmediği ve insanlığın huzur ve saâdetine hizmet ettiği nisbette makbul ve mûteberdir.
Diğer taraftan örfler, daha ziyade muâmelât sahasında delildir. Meselâ alışveriş akitlerine, nakliyeyi şart olarak dâhil etmek, uygun görülmemiştir. Fakat beyaz eşya, odun ve kömür gibi malların satışında, nakliyenin satıcıya âit olması bir örf hâline gelmiştir. Bu sebeple bunun şart koşulması, akde zarar vermez.
Evlilikte de zevcin zevceye küfüv/denk olması meselesinde nelerin ölçü alınacağına dâir, yine örfün, yani toplumdaki umûmî kanaatlerin mühim bir yeri vardır.
-
Mesâlih-i Mürsele:
Mesâlih; bir şeyin maksada uygun özellikte olması, fesâdın zıddı, iyi, uygun, elverişli, faydalı, sâlih olana ulaştıran, mânâsına gelen “maslahat”ın cemisidir (çokluk hâlidir).
Kitap ve Sünnet ile sâbit hükümlerde de mü’minlerin dünyevî ve uhrevî menfaatinin gözetildiği, her hükümde hikmet ve illetlerin bulunduğu bilinmektedir. Bunlar zaten şer’an mûteber maslahatlardır.
Buna mukâbil İslâm, bazı maslahat ve menfaatleri, karışık bulundukları mefsedetten dolayı, reddeder. Bunlara da mülgâ maslahatlar denir. Meselâ, haram olan içkinin, onunla meşgul olan kişilere ticarî menfaatleri olabilir. Fakat içkinin zararının giderilmesinin lüzumu, bütün o faydaları hükümsüz kılar.
Mesâlih-i mürsele ise Şâri‘in (hüküm koyucunun) îtibar ettiği de iptal veya ilgâ ettiği de bilinmeyen maslahatlardır. Bu menfaatlerin; umûmî, mâkul ve kat’î olması şarttır.
Meselâ yangınları söndürmek için bir itfâiye teşkilâtı kurulması, Kur’ân ve Sünnet’te emredilmemiştir. Fakat mü’minlerden zararı defetmek ve onlara fayda sağlamak bakımından meşrû görülmüştür.
Yine, Müslüman erkeklerin ehl-i kitap kadınlarla evlenmeleri şer’an câizdir.[1] Fakat Hazret-i Ömer radıyallâhu anh yabancı kadınlarla evlenmenin yaygınlaşarak müslüman kadınlara rağbet edilmemesi endişesiyle, buna fazla meyledilmemesini tavsiye etmiştir.[2] Böylece hem müslüman kadınların hakkını hem de İslâm toplumundaki nizâmı koruma maslahatını gözetmiştir.
Yine Hazret-i Ömer radıyallâhu anh’ın hilâfeti zamanında şiddetli bir kuraklık ve kıtlık olmuştu. Öyle ki dokuz ay boyunca yağmur yağmamış, nice hayvan telef olmuş, pekçok insan yiyecek bir şey bulamaz hâle gelmişti. Hazret-i Ömer radıyallâhu anh o kıtlık zamanında yiyecek çalan hırsızlara el kesme cezasını tatbik etmemiştir.[3]
Zira İslâm, açlıktan ölümle burun buruna gelindiği takdirde gayr-i meşrû bir yoldan karnını doyurmayı suç saymaz. Böyle yapan birine cezâî müeyyide uygulamaz.
Nitekim Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem zamanında başından geçen bir hâdiseyi Abbâd bin Şurahbîl radıyallâhu anh şöyle anlatır:
“Bir zamanlar çok fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sahibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem, bahçe sahibine (benim hâlimi kastederek):
«−Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu.
Sonra bahçe sahibine, torbamı bana iâde etmesini söyledi. Daha sonra da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sa‘[4] miktarında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)
Sahâbî Kavli:
Bir müçtehid, karşılaştığı mesele ile ilgili aslî kaynaklarda bir delil bulamazsa, o hususta mevcut olan bir sahâbî sözüne îtibâr edebilir. Çünkü sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gözleriyle görmüşler; O’nun ilim, irfan ve feyzinden bizzat istifade etmişlerdir.
Onlar, Kur’ân’ın nüzûlüne şahit olmuş ve âyetlerin sebeb-i nüzûl (iniş sebeplerini) yakînen idrâk etmişlerdir.
Bu hususta farklı görüşler olmakla beraber, sahâbî kavli de fer’î deliller arasında zikredilmiştir.
Meselâ Hanefî mezhebi, kadınlardaki mâzeret günlerinin alt ve üst hududunu, Abdullah ibn-i Mesut radıyallâhu anh’ın kavline göre tayin etmiştir.
Sedd-i Zerâyi‘:
Sedd, kapatmak demektir. Zerâyi‘ ise vesîle mânâsına gelen “zerîa”nın cemîsidir.
Kötülüğe giden yolları kapatmaya sedd-i zerâyi‘ denir. Buna mukâbil, hayra giden yolları açmaya da feth-i zerâyi‘ tâbir edilir.
Kur’ân ve Sünnet ile sâbit olan birçok hükümde, bu prensibin hikmet olarak mevcut bulunduğu görülür.
Bu delilin tatbikinde de bazı ölçüler vardır. Meselâ şarap îmâlâtına sebebiyet verir diyerek, üzüm yetiştirmek yasaklanamaz. Çünkü üzüm, kendisinden türlü şekillerde istifade edilebilen, helâl bir nîmettir.
Fakat kumar yasaklandığı gibi, kumar kartları ve zar ile kumar olmayan oyunları dahî oynamak yasaklanmıştır. Çünkü bunun kumara alıştıracağı âşikârdır.
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Mâide, 5. [2] İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, Beyrut, 1966, I, 257. [3] Bkz. Ahmed es-Serahsî, el-Mebsût, Beyrut: Dâru’l-Mârife, 1993, 9/140. [4] Sa‘: 3,328 kg.’lık bir ağırlık ölçüsü.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam Tefekkür Ufku, Erkam Yayınları