Fetanet, Firaset ve Basiret Ne Demek?
Fetanet, firaset ve basiret ne demektir? Peygamber Efendimizin (s.a.v) güzel ahlakından tüm ümmete bir ders olarak fetanet, firaset ve basiret hakkında kıymetli kıssalar...
Cenâb-ı Hak; insanlığa merhametinden dolayı, sırât-ı müstakîme irşâd edecek peygamberler göndermiştir.
Bu nurlu elçilerin müşterek husûsiyetlerinden biri de fetânettir.
Fetânet; akıl, zekâ ve firâset hususlarında en üst derecede olmaktır. Kuvvetli bir hâfıza, yüksek bir idrak, güçlü bir mantık ve iknâ kabiliyetine sahip olmak demektir.
Fetânet; kuru bir akıl ve mantık değil, dehânın da ötesinde bir idrak seviyesidir. Kalbe bağlı aklın, firâset ve basîretin ifadesidir. Her peygamberin, vazifesini eksiksiz ve mükemmel bir şekilde yerine getirebilmesi için, böyle üstün bir zekâya sahip olması îcâb eder. Aksi takdirde, gönderildikleri kimselere karşı kuvvetli deliller getiremez, onları iknâ veya ilzâm edemezler.
HALÎLULLÂH’IN FİRÂSETİ
İbrahim -aleyhisselâm-; tek başına kaldığı îman ve tevhid mücadelesinde, yüksek fetâneti ile hem kavmini hem de kavmin reisi Nemrut’u ilzâm etmişti.
Evvelâ kavminin mâbedde bulunmadığı bir bayram günü putları kırdı ve onlara bir ders olması için, büyük putu bıraktı. Onlar;
“–Putlarımıza bu hakareti kim yaptı?” diye Hazret-i İbrahim’i hesaba çektiklerinde, büyük putu göstererek;
“–Ona sorsanıza, belki o yapmıştır!” diyerek, putperest kavmine, putların konuşmaktan ve kendilerine verilen zararı bile savmaktan âciz olduklarını kabul ettirmiş oldu.
Hazret-i İbrahim ile Nemrut arasında da şöyle bir münâzara geçti. Âyet-i kerîmede beyan buyurulur:
“Allâh’ın kendisine mülk (hükümdarlık ve zenginlik) vermesi sebebiyle şımarıp Rabbi hakkında İbrahim ile tartışmaya gireni (Nemrut’u) görmedin mi!
İşte o zaman İbrahim;
«–Rabbim hayat veren ve öldürendir!» demişti.
O da (zindana attırdığı iki kişiyi çıkarıp, birini katletti, diğerini serbest bıraktı) ve;
«–(Gördüğün gibi) ben de hayat verir ve öldürürüm.» dedi.
İbrahim;
«–Allah güneşi doğudan getirmektedir. Haydi sen de onu batıdan getir!» dedi.
Bunun üzerine kâfir şaşırıp cevap veremez hâle geldi.
Allah zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez.” (el-Bakara, 258)
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Peygamberlerin Seyyidi’dir. O’nun ahlâkının muazzamlığını, bizzat Cenâb-ı Hak beyan buyurmuştur. O’nun fetâneti de zirve ölçülerdedir.
HARBİ DURDURAN ÇARE
Peygamber Efendimiz, henüz risâlet vazifesinden önce fetânetini bütün kavmine sergilemişti.
Kâbe tamir edilirken Hacer-i Esved’i yerine koyma meselesinde büyük bir ihtilâf doğdu. Her kabîle bu şerefi kendisine istiyor, sulhe kavuşturma gayretleri neticesiz kalıyordu. Artık kılıçlar çekilmişti. Kan dökülmesine ramak kalmıştı.
O esnada dediler ki:
“–Bırakın mücadeleyi! Madem şu meseleyi aramızda halledemedik, Harem kapısından ilk gelecek zâtı aramızda hakem tayin edelim. Hükmüne de râzı olalım!”
Tam o esnada Harem kapısında Âlemlerin Efendisi göründü. Bunun üzerine herkesin yüzünü tatlı bir tebessüm kapladı. Çünkü gelen Muhammedü’l-Emîn’di. Kendileri câhiliyye içinde olmalarına rağmen, bütün halkın O’nun firâsetine karşı büyük bir itimadı vardı.
Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz meseleyi öğrenince, çareyi derhâl buldu. Bu şerefli vazifeye herkesi ortak edecekti.
Her kabîleden bir kişi seçti ve ridâsını çıkarıp yere yaydı. Sonra Hacer-i Esved’i ridâsının üzerine koydurup seçtiği kişilerin her birine bir ucundan tutturdu. Mübârek taşı birlikte taşıttı. Sonra da mübârek elleriyle yerine koydu. Böylece eşsiz bir basîret ve firâset bereketi sergileyerek kabîleler arası çıkabilecek muhtemel bir kavgayı önledi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; risâlet vazifesine kadar çobanlık, ticaret gibi mesleklerle maîşet temin etmişti. Lâkin nübüvvet nûrundan sonra; kumandanlık, devlet riyâseti, harpler, sulhler, kadılık ve muallimlik gibi sayısız ve her biri büyük bir kabiliyet ve tecrübe isteyen vazifeleri, muhteşem bir muvaffakiyetle icrâ etti.
Bunda iki esas vardı:
- O’nun yegâne muallimi Allah idi...
- Cenâb-ı Hak; O’na muhteşem bir fetânet, firâset ve basîret lutfetmişti. Zira O, kıyâmete kadar gelecek bütün insanlara ince anlayış ve düşünüşte nümûne olacaktı.
Peygamber Efendimiz; hicret ederken peşindeki müşrikleri şaşırtmak için, Medine tarafı yerine tam tersi istikamette Sevr Dağı’na doğru gitmişti. Yıllar sonra Mekke’nin fethi için yola çıktığında da kararını kimseye bildirmemiş, yine ters istikamete doğru hareket ederek, muhataplarının hazırlık yapmamasını temin etmişti.
Hazret-i Ömer ve Hazret-i Ali gibi zekâlarıyla temâyüz eden sahâbîlerin dahî işin başında tam mânâsıyla idrâk edemediği Hudeybiye Musâlâhası ile Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tebliğin önündeki bütün mâniaları kaldırmış ve kısa bir zaman içinde geniş kitlelerin İslâm ile müşerref olmasını sağlamıştı.
Peygamberlerdeki bu vasıftan mü’minlerin çıkarması gereken bir ders vardır:
MÜ’MİN FİRÂSETİ
Bir müslüman da; peygamberlerdeki fetânet sıfatından hisse alıp, akıl nimetini en verimli bir şekilde kullanmalıdır. Kime, neyi, ne zaman, nerede ve nasıl söyleyeceğini ve ne şekilde davranacağını iyi bilmelidir.
Bu da; kalbin merhaleler kat etmesine, yani mânevî terakkîsine bağlıdır.
Meselâ; Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’ın, Habeşistan Necâşîsi’ne İslâm hakkında mâlûmat verirken takip ettiği hassas üslûp, bir müslümanın firâsetini göstermesi bakımından pek ibretlidir:
Hıristiyan olan Necâşî, Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh-’dan Kur’ân-ı Kerim’den misal olarak birkaç âyet okumasını talep etti.
Hazret-i Câfer, o zamana kadar nâzil olmuş birçok sûreden okuyabilirdi. İnkârcılara meydan okuyan Kâfirûn Sûresi’ni tercih edebilirdi. Lâkin o; firâsetiyle, Meryem Sûresi’ni okudu. Bu sûrede, Hazret-i İsa ve annesinden medh ü senâ ile bahsedilir. Bu âyet-i celîleleri huşû içinde dinleyen Necâşî, yaşlı gözlerle;
“–Şüphesiz şu dinlediklerim ile İsa’nın getirdiği, aynı nur kaynağından fışkırıyor!” dedi ve bir müddet sonra da İslâm ile şereflendi. (İbn-i Hişâm, I, 358-360)
Tebliğde bulunacak bir kimsenin en başta; ortak bir noktadan, yani müşterek bir yönden hareket ederek davete başlaması, daha isabetli bir metottur ve onun firâsetini gösterir.
Efendimiz’in, hicretinden önce Medine’ye gönderdiği Mus‘ab bin Umeyr -radıyallâhu anh- bu basîretli tebliğin güzel bir nümûnesi oldu. Kendisini öldürmekle tehdit eden kimselere;
“−Eğer oturup dinlersen, sana söyleyeceklerimiz var. Sen akıl ve basîret sahibi seçkin bir kimsesin. Beğenirsen kabul eder, hoşlanmazsan uzak durursun...” demiş, bu şekilde sakinleştirdiği muhataplarının gönüllerine hidâyet tohumları ekmişti.
TEBLİĞ USÛLÜ
Ehemm-mühim sırası gözetmek, son söyleyeceğini ilk söylememek, insanlarla idraklerini gözeterek konuşmak, aceleden uzak durup teennî ile hareket etmek, hep basîret ve firâsetin şûbeleridir.
Firâset ve basîretten mahrum bir üslûpla yapılan bir tebliğ, yaklaştırmak yerine uzaklaştırır.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Muâz -radıyallâhu anh-’ı Yemen’e vazifeli olarak gönderirken verdiği şu tâlimat; mü’min firâsetine güzel bir misaldir:
“Muhakkak ki sen, halkı ehl-i kitâb olan bir memlekete gidiyorsun.
[Demek ki; muhatabı tanımak ve üslûpta bunu göz önünde bulundurmak gerekir.]
- Onları, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şahâdet etmeye davet et!
[Îmân ile başlamak îcâb eder. Kalbi îman dolu olmayan bir kişiye sâlih amellerden bahsetmek erken ve mânâsızdır.]
- Şayet buna itaat ederlerse, Allâh’ın kendilerine bir günde beş vakit namazı farz kıldığını bildir.
[İbâdetlerden, evvelâ bedenî olan ile başlanmıştır. Çünkü maddiyat husûsunda insanlar daha şüphecidir. Namaz; mü’minin îmânını kuvvetlendirecek, diğer sahalarda da kabul ve teslîmiyetini artıracaktır.]
- Bunu kabul edip itaat ederlerse; zenginlerinden alınıp fakirlerine verilmek üzere, kendilerine zekâtın farz kılındığını haber ver.
- Buna da itaat ettikleri takdirde, mallarının en kıymetlilerini almaya kalkma!
[Malın en iyisinden almamak da bir firâsettir.]
- Mazlumun bedduâsını almaktan sakın, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Zekât, 41, 63; Müslim, Îmân, 29-31)
Bilhassa Hak dostları; tebliğde, gönül kazanmayı hedefleyen bir rahmet üslûbu benimsemişlerdir. Ancak bu rahmet üslûbu; küfrü, günahı hoş görmek değildir. Hidâyet ancak kalp ile olacağından, muhatabın gönlüne ulaşacak bir damar bulmaktır.
VAHİY TERBİYESİNDE AKIL
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir kimse methedildiği zaman;
“Onun aklı nasıl?” buyururlardı.
Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmelerde sık sık;
“Akletmez misiniz?..”,
“İdrâk etmez misiniz?..”,
“Tefekkür etmeniz için...”,
“Umulur ki düşünürsünüz...”,
“İbret alın!..” gibi ifadelerle biz kullarını dâimâ tefekküre davet eder. Kur’ân-ı Kerim; idrâki açar, tefekkürü derinleştirir, firâseti keskinleştirir, basîreti berraklaştırır.
Kur’ân-ı Kerim, vahyin muhtevâsı içinde hakikî değerini bulan akla işaret ederek on altı defa;
«Ülû’l-elbâb» yani «akıl sahipleri»ne temas etmiştir. Onlara hitap etmiş, ancak onların anlayabileceği kevnî âyetleri beyan buyurmuştur.
Aklın vahiy muhtevâsı içinde terbiye edilmesi, peygamberlerin de vazifeleri arasındadır. Nitekim âyet-i kerîmelerde peygamberlerin vazifeleri şöyle sayılmıştır:
- Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini tebliğ etmek.
- İnsanların iç âlemini temizlemek. Kalbi arındırarak şeffaflaştırmak.
- Kitap ve hikmeti tâlim etmek.
Kitap Allâh’ın kitabıdır. Hikmet ise, hâdisâtın sırrî tarafıdır. Perde arkasıdır. Bunları nebevî rahleden tahsil ettikçe, kulun kalbine bir derinlik gelir. Bu derinleşmenin tezâhürlerinden biri de firâsettir. Yani, hâdiseleri vukûundan evvel sezebilme husûsiyetidir.
Hadîs-i şerifte buyurulmuştur:
“Mü’minin firâsetinden sakınınız! Çünkü o, Allâh’ın nûruyla bakar.” (Tirmizî, Tefsîr, 15)
Bunun tahsili için kalbin takvâ ile mesafe alması şarttır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَاتَّقُوا اللّٰهَۜ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُۜ
“...Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (bilmediklerinizi) öğretir...” (el-Bakara, 282)
Bir başka âyet-i kerîmede de şöyle buyurulur:
“Ey îmân edenler! Eğer Allah’tan ittikā ederseniz, O, size bir furkān (iyi ile kötüyü ayırt edecek bir ilim, firâset ve anlayış) verir...” (el-Enfâl, 29)
Bir mü’minin Kur’ân-ı Kerim’den alacağı neticenin kalbî vaziyetine göre değişeceğini, bir dalgıç misâliyle verebiliriz.
Denizin kenarında duran kişi, denizin ancak ufka kadar olan sathını görür. Güçlü bir dalgıç ise, o deryâya dalabildiği kadar nice manzaralar seyreder.
Mü’min gönüller de;
Takvâ neticesinde Kur’ân-ı Kerim’le derinleşirler. Herkes aynı rahle başında oturur, ancak ruhlarının derinliklerine göre âyetlerden nasipler alırlar ve nasiplerine göre de nice sır ve hikmet manzaralarını temâşâ ederler. Bunun en güzel tezâhürlerini «evliyâullah»ta görürüz. Onlar Kur’ân’dan aldıkları ilham ile, âyetlerde temâşâ ettikleri hikmet deryâlarına dalarak nice şâheserler kaleme almışlardır. Evliyâullâh’ın sözcüsü mahiyetindeki Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si bunun en güzel misâlidir. Hâdisâtın ve vukûatın hikmet tarafını mükemmel bir şekilde dile getirir.
Şanlı tarihimiz; takvâ ve mâneviyatla derinleşen mü’minlerin sergilediği yüksek firâset nümûneleriyle doludur. Birkaç misâli zikredelim:
FATİH’İN DEHÂSI
İstanbul’u fethetmek ve nebevî müjdeye nâil olmak; müslüman hükümdarların asırlardır kurduğu bir hayaldi. İstanbul bu gayeyle defalarca muhasara edilmiş lâkin fetih müyesser olmamıştı. II. Mehmed Han ise, aşılmaz bir zincirle korunan Haliç engelini aşmanın dâhîce bir yolunu buldu. Kadırgaları, tepelerden yürüttü, Haliç’e indirdi. Yine Fatih, bizzat geliştirdiği havan toplarıyla da muhkem surların ardına saklanan Bizans’ı dize getirdi.
Fatih’in dirâyet ve firâseti sadece askerî sahada değildi. O toplum; merhamet, kardeşlik ve adâlette de zirveydi. Osmanlı fütuhâtına asırlarca devam imkânı bahşeden de bu adâletin sergilenmesi sırrı ve firâsetiydi. Nitekim Timur gibi bâdirelerde dahî, Osmanlı’nın adâletli ve şefkatli idaresinden memnun olan Balkan milletleri isyan etmediler.
Osmanlı’nın firâset ve basîretinin bir şahidi de, ancak asırlar sonra gerçekleşecek bazı projelerin o devirlerde plânlanabilmiş olmasıdır.
İSTİKBÂLİN PROJELERİ
Sokullu Mehmed Paşa, devrinin çok ilerisinde büyük kanal projeleri hazırlamıştı:
- Don ve Volga nehirlerini birleştirerek, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında irtibat sağlamak.
Bu projenin esbâb-ı mûcibesi şunlardı:
- Hazar Denizi’ne ulaştırılacak Osmanlı donanması ile oradaki müslüman ahâlîyi, bilhassa hac yolcularını, Rus ve İran tehditlerinden muhafaza etmek.
- Osmanlı ile Orta Asya’yı kuvvetli bağlarla birbirine bağlamak.
- İpek Yolu’nu canlandırmak.
(Bu proje, 1950’lerde Ruslar tarafından gerçekleştirilmiştir.)
- İzmit Körfezi-İznik-Sapanca-Sakarya’yı birbirine bağlayarak, Marmara-Karadeniz’i birleştirmek ve böylece İstanbul’un ticaretine ve müdafaasına destek olmak. Çünkü o devirde gemi inşâsında kullanılan kereste ve halkın ısınmasında ihtiyaç duyulan odunun sevkiyâtı çok pahalıya mâl olmaktaydı.
- Süveyş Kanalı. Kızıldeniz ile Akdeniz’i birleştirerek, Akdeniz ile Hint Denizi’ni birbirine bağlamak. Böylece Akdeniz’den Hint Denizi’ne hızlı bir şekilde donanma sevk ederek; Hindistan, Açe, Endonezya vb. yerlerdeki müslümanlara imdâd etmek. Bunun yanında coğrâfî keşifler sebebiyle ehemmiyeti azalmaya başlayan Baharat Yolu’nu canlandırmak. (Bu proje, 1869’da Osmanlı’nın müsaadesi ile gerçekleştirilmiştir.)
On altıncı asrın şartlarına göre bu projelerin geliştirilmiş olması, onların firâsetlerinin büyüklüğünü gösteren bir ibret levhasıdır.
Maalesef bu projeler; ciddî adımlar atılmasına rağmen, hasetçi ve basîretsiz kişilerin müdahalesiyle akîm kalmıştır.
Osmanlı’nın sergilediği firâset dolu icraatlerden biri de şudur:
Avrupa içlerine kadar fethettiği her yerde, Anadolu’dan getirdiği müslümanlarla mahalleler kurmuş, camiler inşâ etmiş, oralarda ezan seslerinin işitilmesini sağlamıştı.
Necip Fazıl, Osmanlı’nın bu husûsiyetini;
«Ardına çil çil kubbeler serpen ordu» ifadesiyle ne güzel tarif etmiştir.
Böylece o beldeler, İslâm’a alâka gösterdiler. Müslüman olanların da bağlılıkları kuvvetlendi.
FERÂGATTAKİ FİRÂSET
Dehâ ve zekâ, çoğu kez şahsî menfaatin hizmetinde çalışır. İslâm tarihinde ise, üç büyük ferâgat kahramanı vardır ki, yaptıkları fedâkârlık aynı zamanda çok büyük bir firâset ve basîret nümûnesi olmuştur:
- Hazret-i Hasan, babası Hazret-i Ali’den sonra beşinci halîfe idi. Karşısında ise Hazret-i Muâviye hilâfete talip olmaktaydı. Hazret-i Hasan, kan dökülmemesi ve müslümanlar arasında sulhü temin etmek için Muâviye’ye mektup yazarak hilâfetten ferâgat etti.
- Yavuz Sultan Selim Han, İslâm birliğini sağlamak ve İslâm hilâfetini kuvvetli bir şekilde deruhte etmek için şark seferine çıktı. Safevîleri ve Memlûkleri mağlûp ederek, hilâfeti hakkıyla temsile mazhar oldu. Bu sefer esnasında, İdris-i Bitlisî Hazretleri; başında bulunduğu aşîretlerle birlikte Yavuz Sultan Selim’e, harp etmeden tâbîliğini bildirdi. Kendi müstakil idaresinden ferâgat ederek, İslâm birliği idealine kuvvet oldu.
- Barbaros Hayreddin Paşa da Kuzey Afrika’nın hâkimi idi. O fedâkâr sultan, İslâm birliğinin tesisi ve devamı için bütün ülkesini Kanunî Sultan Süleyman’a bağışlayarak ona tâbî oldu ve böylece Osmanlı’nın «Kaptân-ı Deryâ»lığını, Kuzey Afrika sultanlığına tercih etti. Bu fedâkârlıklar sayesinde asırlarca müslümanlar, günümüzde yaşanan zulüm ve haksızlıklardan muhafaza oldular.
Öyle ki; müslümanların tevzî ettiği adâlet ve merhametten, İspanya yahudileri bile istifâde ettiler. Katolik zulmünden kaçan yahudileri, Barbaros Hayreddin Paşa, gemilerle kurtardı. İstanbul’a yerleştirdi. İstanbul halkı da, onlar zulmün pençesinden kurtulup geldiği için kendilerine kucak açtı. Hâlık’ın nazarıyla mahlûkāta bakış tarzı prensibiyle hareket ederek imkânlarını onlarla da paylaştı. Onlara İslâm’ın nasıl ulvî ve merhamet kaynağı bir dîn-i Hak olduğunu sergilemiş oldu.
Kanunî Sultan Süleyman da firâset sahibi bir sultan idi. Onun devrinde Avrupa’da büyük bir haçlı gücü vardı: Fransa, İspanya ve Almanya...
Kanunî; Fransa’ya kapitülâsyonlar (ticârî imtiyazlar) vererek, onu diğerlerinden ayırdı ve himâyesi altına aldı.
Almanya’da Martin Luther ve taraftarlarını destekledi. Protestanlığın yayılmasıyla, Almanya ile İtalya ve İspanya gibi Katolik ülkelerin arasını ayırmış oldu. Papa’nın Avrupa üzerindeki gücü azaldı.
Kanunî’nin bu âlemşümul siyasetiyle, haçlı gücü parçalanmış oldu.
Asırlar sonra;
Takvâ ve ihlâsın azalması neticesinde, bu firâset kaybedilince, Osmanlı basîretsiz insanların elinde parçalandı. Devrimizde sahipsiz kalan müslümanlar Filistin’den Arakan’a, Suriye’den Keşmir’e dünyanın her köşesinde ağır zulümlere mâruz kalmaktadır.
Bu hakikatlerin mefhûm-i muhâlifinden anlaşılır ki;
Kişi ne kadar takvâdan uzak olursa, o kadar ahmaklaşır. Firâsetin zıddı, hamâkattir. Bu hamâkat; hikmetten mahrumiyettir, tercihlerinde âhiretin dünyaya üstünlüğünü idrâk edememektir.
Günümüzde hamâkatin bir tezâhürü de; isyankâr, yabancı, nefsânî, çirkin ve gayr-i ahlâkî ifadelerin yazılı olduğu tişörtlerin, mânâsı dahî düşünülmeden giyilmesidir. Aklı bertaraf edip, birilerinin hazırladığı modalara körü körüne kapılmaktır.
GERÇEK AKIL
Kur’ân ve Sünnet’teki ifade edilen «aklı»; son asırlarda metafizik hakikatleri inkâr için kullanılan «rasyonalizm» akılcılığı ile karıştırmamak îcâb eder.
Dînin; akla, mantığa hitap eden tarafları olduğu gibi, aklın teslîmiyet göstermesi gereken, akıl üstü tarafları da vardır.
İslâm, teslîmiyet ve ön kabul göstermektir. Her şeyin aklî îzahları ve hikmetleri gösterildikten sonra, o şeylere tâbî olmak, teslîmiyet değildir.
Nitekim ölüm ânında perdeler kalkınca, artık îmânın bir kıymeti kalmamaktadır.
Îman esaslarına; yani Allâh’ın varlığına, birliğine, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhirete ve kadere, yakîn derecesinde kesin bir îmanla inanmak gerekir. Bunlardan şüphe duymak; akıl değil, akılcılık değil, şeytânî bir akılsızlıktır.
Zaten;
En büyük firâset, istikbal bilmecesini çözmektir.
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olup onu hesaba çekerek ölüm ötesi için çalışandır.
Ahmak da nefsini hevâsına tâbî kıldığı hâlde Allah’tan (hayır) umandır.” (Tirmizî, Kıyâmet, 25; İbn-i Mâce, Zühd, 31)
Cenâb-ı Hak buyurur:
“...O aldatıcı (şeytan) Allâh’ın affıyla sizi kandırmasın.” (Fâtır, 5)
Allâh’ın affı mutlaka vardır. Ancak affa nâil bir tevbe için;
- Yanık bir nedâmet şarttır.
- Takvâya sarılmak elzemdir.
- Menfî hâlleri, sâlih amellerle tebdil etmek zarûrîdir.
TESLÎMİYET İSTİSMÂR EDİLMEMELİ
Diğer taraftan, teslîmiyet de ancak Kur’ân ve Sünnet istikametindeki muhkem esaslara gösterilir.
Aksi takdirde, yeryüzündeki bütün bâtıl ve muharref din sahipleri ve bütün sapık fırka bağlıları da kendi çürük esaslarına güya teslîmiyet göstermektedir. Lâkin bu makbul değildir. Bu körü körüne bağlanmaktır. Sadece an‘ane diye, sadece ataları o yolu tutuyor diye; basîret ile hiç düşünüp değerlendirmeden, kabullenmektir.
Kur’ân-ı Kerim, müşriklerin bu tür itirazlarına şöyle cevap verir:
“Onlara;
«–Allâh’ın indirdiğine ve Rasûl’e gelin!» denildiği vakit;
«–Babalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol) bize yeter!» derler.
Ataları hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde bulunmuyor iseler de mi? (diye düşünmüyorlar!)” (el-Mâide, 104)
Yani Allah Teâlâ; kullarına, akıllarını, vahyin muhtevâsında, îmanlı kalbe bağlı olarak kullanmalarını emretmektedir.
MÜ’MİN ALDANMAZ
Aldanmak, bir ahmaklık alâmetidir. O da bir müslümana yakışmaz. İnsanlığa rehber peygamberler, «sıdk / doğruluk» ve «fetânet / akıllılık» ile muttasıftırlar. Onların izinden giden bir müslüman da, akıllı ve uyanık olmaya mecburdur.
Şer‘-i şerîfe muhalif olduğu gün gibi âşikâr olan söz ve davranışlara, emir ve tâlimatlara teslîmiyet gösterilemez. İslâmî kāide şudur:
“Allâh’a isyan husûsunda mahlûka itaat yoktur.” (Müslim, İmâret, 39)
Müslümanların dînî duyguları, devrimizde birtakım art niyetli insanlar tarafından istismâr edilmektedir. Bu da, istikametten ayrılmayan hak ve hakikat yollarına, nâdanların dilinde ta‘n / kınama sebebi olmaktadır.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde; ümmetine, bizleri dalâletten, sapıtmaktan koruyucu iki emânet bıraktığını bildirir: «Kur’ân ve Sünnet»
KUR’ÂN ve SÜNNET İSTİKAMETİ
Bu iki esasa muhalefet eden, onları hiçe sayan kişilere ve müesseselere körü körüne bağlanmak, sadâkat ve teslîmiyet değil, bir îman zaafı olur.
Nebevî terbiyede inkişâf etmiş akıl ve firâsetiyle temâyüz eden Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyurur:
“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayın.
Onun şu hususlardaki hâline bakın:
- Konuştuğunda doğru söylüyor mu?
- Kendisine bir emânet verildiğinde emânete riâyet ediyor mu?
- Dünyaya meylettiği zaman helâl-harâmı gözetiyor mu?”
Bu umdeler ve husûsiyetler, kişinin kıldığı namazın mânevî seviyesini gösteren aynalar gibidir.
Çünkü namazın hâriçten görünen geometrik hâli, düzgün görünse de asıl mâhiyeti; kalpteki huşû ve ihlâs seviyesidir. Bu da dışarıdan görünemez. Dolayısıyla bir insanın kalbî seviyesini, insanın menfaatini alâkadar eden muâmelât sahasındaki davranışları daha iyi bildirir.
Bir kimse Hazret-i Ömer’in yanında başka birisini methediyordu. Ondan sitâyişle bahsediyordu. Hazret-i Ömer ona üç tane soru sordu:
- Onunla hiç yolculuk yaptın mı?
- Ticaret gibi bir alışverişte, içtimâî bir muâmelede bulundun mu?
- Ona sabah-akşam komşu oldun mu?
Kişi bu üç suâle de;
«–Hayır!» cevabını verince, Hazret-i Ömer;
«–Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ediyorum ki, sen onu tanımıyorsun!» dedi.
HİKMETLİ TAVSİYELER
Hazret-i Ali de valilerine, firâset dolu şu tavsiyede bulunurdu:
“Sakın şu üç kişiyi istişâre meclisinize sokmayın:
- Cimriyi, 2. Korkağı, 3. Harîsi...
Çünkü;
- Cimri, sizi sıkıntı ve darlığa düşme ihtimaliyle korkutup iyilikten vazgeçirmek ister.
- Korkak, büyük işlere karşı azminizi gevşetir.
- Harîs, zulme saparak size ihtirâsı câzip göstermeye çalışır.”
Tarih boyunca ehlullah hazerâtı; hikmet ve basîret dolu sözlerle, ümmeti irşâd etmişlerdir.
Osmanlı’nın kuruluşunda mânevî imzası olan Edebâlî Hazretleri’nin şu tavsiyeleri meşhurdur:
“Oğul!
Unutma ki, yüksekte yer tutanlar (yani halkı veya bir toplumu idare edenler), aşağıdakiler kadar emniyette değildir.”
“Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve itibarın zedelenir...”
“Şu üç kişiye; yani câhiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene ve hatırlı iken itibarını kaybedene acı!..”
“En büyük zafer, nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir.”
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in duâsıyla niyâz edelim:
“Allâh’ım! Kalbime büyük bir nur ver; gözüme bir nur, kulağıma bir nur ver; sağıma bir nur, soluma bir nur ver; üstüme bir nur, altıma bir nur ver; önüme bir nur, ardıma bir nur ver; bana büyük bir nur ihsân eyle!” (Buhârî, Deavât, 9) Âmîn!..
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, O'nun Muhteşem Ahlakı, Yüzakı Yayıncılık
YORUMLAR