Feylesoflar Hakîkati Bilebilir mi?

Feylesoflar, çeşitli zaaflarla mâlûl ve kudreti mahdut akıl ve hisleriyle hakîkati bulabileceklerini iddiâ etmişler, fakat bu vâsıtalarla ne başkalarını ne de kendilerini tatmin edebilmişlerdir.

Kelâm ilmiyle iştigâl edenler, vahyin muhtevâsında da olsa, aklın zarûrî prensipleriyle muhâkeme ve mukâyeselerde bulunarak yol almaya çalışmışlardır.

Fakat onlar da, aklı vâsıta edindikleri için, ancak onun salâhiyet dairesi içindeki mevzularda faydalı olmuş; aklın ötesindeki mevzularda ruhları tatmin edecek bir imkândan mahrum kalmışlardır.

Kur’ân ve Sünnet istikâmetindeki gerçek sûfîler ise, aklın tükendiği noktadan sonra, kalben teslîmiyet kanatlarıyla mesafe almaya devam etmişlerdir.

Bu teslîmiyetin neticesinde hikmet ufuklarından nasîb alarak mârifetullah tecellîlerine mazhar olmuşlardır. İnsan rûhu da, hikmetlere vukûfu nisbetinde gerçek huzura kavuşabilir.

HİKMETLİ SÖZLERLE RUHLARINIZI DİNLENDİRİN

Nitekim Hazret-i Ali t bu hakîkate işaretle şöyle buyurmuştur:

Hikmetli söz ve davranışlarla ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu gibi ruhlar da yorulur.

İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki, kalpleri huzur bulsun.

Gerçek mânâda hikmet; eşyânın hakîkatini, hâdisat ve vukuâtın sırrî tarafını idrâk edebilmektir.

Hikmet; hakîkatleri idrâk husûsunda akla aczini kavratmaktır. Akılla kavranamayan nice sırlar, ancak hikmetle çözülür. Kâinattaki ilâhî tecellîlerin asıl mânâsı, hikmet nazarıyla okunabilir.

Eğer hikmet olmasaydı, sırlar kapalı kalırdı. Şayet sırlar açılmasaydı, gönüller, irfan iklîminden feyizlenemez; Hazret-i Mevlânâ, Abdülkâdir-i Geylânî, Yûnus Emre, Şâh-ı Nakşibend, Aziz Mahmud Hüdâyî ve emsâli Hak dostları, yani mü’min gönüller için müstesnâ bir istikâmet ölçüsü olan büyük şahsiyetler yetişmezdi.

İLİMLERİN NİHAİ HEDEFİ NEDİR?

Hikmet pınarları, ancak tezkiye olmuş, yani mânen arınmış ve merhaleler katetmiş bir kalpte tecellî eder. Bu itibarla mü’min, hem Allâh’ın hem de Rasûl’ünün tezkiye ve terbiyesi altında, iç âlemini mâsivâdan arındırabildiği nisbette selîm bir kalbe nâil olur.

İlimlerin nihâî hedefi de, hikmette derinleşmektir. İlâhî sanatın; “Kur’ân, kâinat ve insan”da sergilediği sonsuz muammâları çözmektir. Her zerrede mevcut bulunan, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini idrâk edebilmektir.

Meselâ tıp ilmi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kâidelerle ilgilenir. Botanik ilmi de, Cenâb-ı Hakk’ın topraktan biten nebâtâta koyduğu ilâhî kâideler etrafında faâliyet gösterir. Hikmet ise, bütün ilimlerin iştigâl ettiği kânun ve kâidelerin sahibini tanıyabilmekle meşgul olur. Çünkü ilmin gâyesi, bilgileri zihne istiflemek değil, o bilgilerin aslî kaynağındaki sır ve hikmetleri, kalbin idrâk edebilmesidir. Bu da, nûr-i ilâhînin kalpte tecellîsi ile mümkündür.

Allah Teâlâ buyurur:

(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse, ona pek çok hayır verilmiş demektir. Ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)

Bunun içindir ki, ancak hikmet ehli mutasavvıflar, gerek yaşarken yaptıkları irşadlarla, gerekse arkalarında bıraktıkları eserleriyle, insanlığın problemlerine en tatminkâr cevapları vererek gönülleri ihyâ etmişlerdir.

HRİSTİYANLARI İSLAM'I KABÜLE SEVK EDEN ŞEY NE?

Geçen asrın önde gelen İslâm âlimlerinden Muhammed Hamidullah şöyle der:

“Benim yetişme tarzım akılcıdır. Hukûkî çalışma ve incelemeler bana, inandırıcı bir şekilde târif ve ispat edilemeyen her şeyi reddettirmiştir.

Muhakkak ki ben, namaz, oruç vs. gibi İslâmî vazifelerimi tasavvufî sebeplerle değil, hukûkî sebeplerle îfâ ediyorum. Kendi kendime diyorum ki:

«Allah benim Rabbimdir, sahibimdir. O bana bunları yapmayı emretmiştir. O hâlde yapmalıyım. Bundan başka, hak ve vazife birbirine bağlıdır. Allah bunları ben istifâde edeyim diye bana emretmiştir. Şu hâlde ben, O’na şükretmekle vazifeliyim.»

Batı toplumunda, Paris gibi bir muhitte yaşamaya başladığım zamandan beri hayretle görmekteyim ki, hristiyanları İslâmiyet’i kabûle sevk eden, fıkıh ve kelâm âlimlerinin görüşleri değil, İbn-i Arabî ve Mevlânâ gibi sûfîlerdir. Bu konuda benim de şahsî müşâhedelerim olmuştur.

İslâmî bir konuda benden bir îzah istendiği zaman, benim verdiğim aklî delillere dayanan cevap, soranı tatmin etmiyordu; fakat tasavvufî îzah, meyvesini vermekte gecikmiyordu. Bu konuda tesir gücümü gittikçe kaybettim.

Şimdi inanıyorum ki, Hülâgu’nun yakıp yıkan istîlâlarından sonra Gazan Han zamanında olduğu gibi, bugün de en azından Avrupa ve Afrika’da İslâm’a hizmet edecek olan, ne kılıç ne de akıldır; fakat kalp, yani tasavvuftur.

MADDİ İZAHLAR BİZİ HEDEFTEN UZAKLAŞTIRIR

Bu müşâhededen sonra, tasavvuf konusunda yazılan bâzı eserleri incelemeye başladım. Bu, benim gönül gözümü açtı. Anladım ki; Hazret-i Peygamber zamanındaki tasavvuf ve büyük İslâm mutasavvıflarının yolu, ne kelimeler üzerind uğraşmak, ne de mânâsız (ve lüzumsuz) şeylerle meşgul olmaktır; fakat (tasavvuf) insan ile Allah arasındaki en kısa yolda yürümek (merhaleler katetmek)tir, şahsiyetin geliştirilmesi (rûhâniyeti inkişâf ettirme) yolunu aramaktır.

İnsan, kendisine yüklenen vazifelerin sebeplerini arıyor. Mânevî sahada maddî îzahlar bizi hedeften uzaklaştırmaktadır. Ancak mânevî îzahlardır ki insanı tatmin etmektedir.”

Dolayısıyla insanlığın aradığı en tatminkâr cevaplar, aklî muhâkeme ve mukâyese mahsullerine ilâveten, ilâhî hikmetler ufkundan da gönüllere seslenebilen mutasavvıfların dilinden sâdır olmaktadır.

ŞEYTANIN AKLI KADAR AŞKI OLSAYDI...

Çünkü o ârif zâtlar, vahiyle terbiye edilmiş bir aklın ve Hakk’a dostluk ikliminden feyizlenen bir kalbin tercümanıdırlar. Onlar çok iyi bilerler ki, nefsânî arzular zemininde, gurur, kibir gibi marazların tasallutu altında ve selîm bir kalbin rehberliğinden mahrum hâldeki bir aklın tefekkürü, aslî mecrâsından çıkar; insanı, şeytan misâli azgınlığa ve sapıklığa sevk eder. Bunun içindir ki Mevlânâ Hazretleri:

Şeytan’ın aklı kadar aşkı (yani yüksek bir gönül ufku) da olsaydı, bugünkü İblis durumuna düşmezdi.” buyurmuştur.

Hakîkaten aklın ilk kavgası, kendisini yaratan ve yaşatan Allah Teâlâ’ya karşı vâkî olmuştur. O akıl kavgasının ahmağı da İblis’ten başkası değildir.

Dünya, Hakk’ın emirlerine âsî şeytanlarla doludur. Bu şeytanların fısıltıları, gâfil insanlara akıllılık gibi gelir. Hâlbuki insanın asıl hüneri ve gerçek akıllılığı, kendisini yaratan Allâh’a teslîm olup şeytanın hilelerinden korunabilmesidir.

Yine Mevlânâ Hazretleri, aklın salâhiyet hudûdunu aşan hakîkatlere karşı bütün şüphe ve istifhamları bir kenara atıp Allah ve Rasûlü’ne kalben teslîm olabilmenin ehemmiyetini şöyle ifâde buyurmuştur:

Akıl, dünyevî işlerimizde başarılı olmasına rağmen, mâhiyeti îcâbı, hakîkate, ilâhî esrâra, yani mârifetullâh’a vâsıl olmakta yetersiz kalır. Bu ulvî yolculuk için bir vâsıta gereklidir. O da gönüldür, aşktır, vecddir, istiğraktır.

HUZURA ERMEK İÇİN AKLIN ÇIKMAZLARINDAN KURTUL

Aklın çıkmazlarından kurtulmak için nefsi tezkiye, kalbi tasfiye ederek ilâhî hakîkatlere aşk ile teslîm olmaktan başka bir yol bulunmadığını Muhammed İkbal, temsîlî bir hikâye ile şöyle ifâde eder:

Bir gece kütüphanemde bir güvenin, pervâneye şöyle dediğini duydum:

«–İbn-i Sînâ’nın kitapları içine yerleştim. Fârâbî’nin eserlerini gördüm. Fakat onlardan bu hayatın felsefesini bir türlü anlayamadım. Bir güneşim yok ki, günlerimi aydınlatsın...»

Güvenin bu feryâdına mukâbil, pervâne, güveye yanık kanatlarını gösterdi:

«–Bak!» dedi. “Ben bu aşk için kanatlarımı yaktım.” Sonra da şöyle devam etti:

–Hayatı daha canlı kılan, çırpınış ve muhabbetlerdir; hayatı kanatlandıran da aşktır!..»

Yani pervâne, güveye yanık kanatlarını göstererek hâl lisanı ile:

«–Sen bu felsefenin çıkmaz sokaklarında helâk olmaktan kendini kurtar! Mesnevî’nin aşk, vecd ve feyz dolu mânâ deryasından nasiplenerek vuslata kanatlan!..» demekteydi.”

İşte aklı ve kalbi tenvîr etmek için, ilâhî menbâdan süzülen hakîkat nurlarının etrâfında âdeta pervâne misâli, derin bir aşk ve muhabbetle dönmek, yüksek bir gayretle hizmet etmek îcâb eder. Aklın çıkmazlarından kurtulup huzur ve saâdete ermek, ancak bu sâyede mümkün olabilir. Aklı olgunlaştırarak ve kalbe seviye kazandırarak selîm bir mantık ve ilhâmı kendinde mezceden bir insanın ufku, fânî ve nefsânî ihtirasların esaretinden kurtulup sonsuzluğa açılır.

KAYNAK: Osman Nuri TOPBAŞ, İslam Nazarında Akıl ve Felsefe, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.