
Fıkıhta (Dini) Kuralları Koyan Allah’tır
İmam-ı Azam Ebu Hanife’ye göre fıkıh nedir? Fıkıhta (dini) kuralları/hükümleri kim koyar? Fıkhın ana konuları nelerdir? “Suç olan fiiller aynı zamanda “günah” mıdır?
Fıkıh, bir Müslümandan sadır olan fillerin şeriattaki karşılığını ortaya koyan, hangi emre veya nehye tekabül ettiğini tespit eden ilmin genel adıdır. Allah Teâlâ’nın muradı çerçevesinde Müslümanca bir profil çizebilmenin ana hatlarını belirleyen, helaller ve haramlar, farzlar ve mubahlar, mekruhlar ve müstehaplar şeklinde bir dizi konulara karşı bilinç eşiğini ve farkındalık kat sayısını artırmayı maksat edinen ilimdir. Müslümanların gerek Allah Teâlâ ile gerekse toplum ve insanlar ile olan ilişkilerini hak ve mesuliyetler bağlamında belirleyen nizam ve intizamı ifade etmektedir. Müslüman bir kimsenin dünyadaki tasarruflarının hangi sevap veya günaha tekabül ettiğini, bu mütekabiliyet esasına göre ahirette nasıl bir muamele ile tecziye edileceğini gözler önüne seren fendir.
EBU HANİFE’NİN FIKIH TANIMI
Bu sebeple Ebû Hanîfe fıkhı tarif ederken “Kişinin lehinde ve aleyhinde olan hususları bilmesidir.”[1] ifadesini kullanır, lehinde olan hususları bilen kimsenin ahiretini heba edecek tasarruflardan imtina etmesi gerektiğini belirtir. Bundan dolayı fıkıh bir anlamda, Müslümanların ibadetler dışında hukûkî tasarruflarını ele alan ve İslam’ın hukûkî normlarını-kurallarını ve disipliner yönünü temsil eden kâideler bütünü olarak ele alınmaktadır. Yani hukuk nasıl amele dönüşmediği müddetçe herhangi bir fikri veya insanın aklından geçen herhangi bir düşünceyi suç veya kabahat olarak ele almıyorsa fıkıh da insanın aklından veya kalbinden geçirdiği düşünce ve sünuhatları günaha veya sevaba tekabül edecek şekilde irdelememektedir. Nitekim ayet-i kerimede ifade edilen “Herkesin kazandığı iyilik ve sevaplar kendi lehine, işlediği günah ve kötülükler de kendi aleyhinedir.” (Bakara-2/286) hususu da buna işaret etmektedir.
FIKIHTA (DİNİ) KURALLARI KİM KOYAR?
Hukuktaki kuralların ve kanunların aksine fıkıhta herhangi bir helali, farz veya haramı tayin eden beşerî irade değil, ilahi iradedir. Yani hukukta kanun ve kural koyucu beşerî irade iken fıkıhta kuralları koyan ve nasslarla bunları tayin eden Şârî’dir, Allah Teâlâ ve Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Fakih ve müctehid ise ayet ve hadislerde yer alan çerçeveye göre ictihad yapmakla mükelleftir.
Allah Teâlâ'nın Hz. Âdem’den Hz. Peygamber'e (s.a.v.) kadar emrettikleri ve nehyettikleri, zarûret-i hamse olarak ifade edilen can, din, akıl, mal ve nesil şeklinde korunması emredilen beş ana unsurun muhafazası ve zarardan korunması esasına dayanmaktadır. Yani Müslümanın yapmakla emredildiği farz ve vacipler yahut yapması yasaklanan haramlar ve mekruhlar, bu beş unsura gelecek zararın önlenmeye ve mevcudiyetinin devamlılığını sağlamaya matuf emirler ve nehiylerdir. Dolayısıyla tüm emir ve nehiyler toplumun maslahatını, fertlerin menfaatini ve dünya-ahiret saadetinin imkanını, bu beş unsurun muhafazasına bağlar.
FIKHIN ANA KONULARI NELERDİR?
Burada şu durum ön plana çıkar: Allah Teâlâ'nın yapılmasını emrettiği ibadetler veya haram kıldığı fiiller, fıkhın ana omurgasını oluşturmakla birlikte ahlâkî birer kazanım da temin eder. Sarhoş edici içeceklerin yasak olmasının temel hikmeti, aklın devre dışı kalmasının ve şuurun-iradenin kullanılamaz hale getirilmesinin önüne geçmek, böylece ortaya çıkabilecek birçok zararın ortaya çıkmasına mâni olmaktır. Oysa akıl, zarûrât-ı hamseden biri olup korunması emredilen unsurların başında gelmektedir. Bu sebeple içkinin yasaklanması, aklın zarara uğramasının önüne geçecek dînî bir tedbiri ifade etmektedir.
Zinanın yasaklanması neslin, ırzın ve iffetin korunmasında en önemli aktör ve etkendir. Zinanın yaygın olduğu toplumlarda ve bölgelerde neslin muhafazası ve çocukların aidiyetlerinin (babalarının) tespit edilmesi neredeyse imkansızdır. Bu hikmete binaen Allah Teâlâ zarûrât-ı hamseden olan neslin (ırz ve iffetin) korunması için zinayı yasaklamıştır. Hakeza hırsızlık zarûrât-ı hamseden olan malın korunma ilkesi ile örtüşmediğinden Allah Teâlâ tarafından yasaklanmıştır ve bu suçu işleyenlere karşı had cezası tayin edilmiştir.
Şeriattaki tüm emirler ve nehiylerin, zarûrât-ı hamseyi muhafazayı esas aldığını gösteren en bariz karine ise, bu beş unsurun muhafazası mubah olan şeylerle mümkün olmadığında mahzur ve haram olan birtakım yiyeceklerin ve fiillerin belirli bir çerçeveyle helal olabilmesidir. Söz gelimi ölmek üzere olan bir kimse yiyecek bir şey bulamadığında hayatını idame ettirecek kadar domuz eti vs. yemesi canın muhafazası maksadıyla helaldir ve vaciptir. İnkâr etmediğinde ölümle tehdit edilen bir kimsenin, kalbiyle tasdik etmekle beraber diliyle inkâr etmesi, canın muhafazası için mubah görülmüştür. (Nahl/16-106)
Buna mukabil şer'î olarak zengin olan her kimse, şartları sağlaması durumunda zekât vermekle mükelleftir. Zekât sadece mâlî bir yükümlülük değil, aynı zamanda toplumsal dengenin sağlanmasını temin eden ve zengin-fakir arasındaki terörizmin önüne geçen önemli tamponlardan biridir. Meydana gelen “gelire dayalı hiyerarşinin” yıkıcı etkilerini ortadan kaldırmayı hedefleyen ve fakiri zenginin zimmetine sabitleyen önemli bir yapı taşıdır. Fakiri isyana, hırsızlığa veya gaspçılığa, zengini menfaatçiliğe ve zulme düşmekten alıkoyan önemli amillerin başında gelmektedir. Bu sebeple fıkhî hükümlerin mevcudiyeti, toplumda ahlâkî terakkiyi tesis eden önemli bir kaldıraçtır.
“BENİ TEMİZLE YA RASÛLALLAH!”
Bilinen bir gerçektir ki hukuk kuralları ahlak kurallarının emniyet subabı mesabesindendir.[2] Yani yasalar ve kanunlardan mündemiç olan hukuk kuralları ile ancak haklı ve suçlu olanlar tespit edilebilir, belirli yaptırım ve müeyyidelere bağlı olarak toplumsal düzen sağlanabilir. Fakat ahlâkî bir toplum inşa edilmesi zordur veya mümkün değildir. Çünkü mahkemeye intikal ettiğinde çözümlenebilen hususlarda tarafların rızasına bakılmaksızın haklı olanın hakkı, suçlu olanın cürmü üzerinden karar verilmektedir. Bu ise ıslaha dönük bir teşebbüs değil, mağduriyeti izale etmeye dönük bir tasarruftur. Bundan dolayı insanların hesap verme endişesi olduğu ilahi bir merciî olmaksızın faziletler medeniyetini hukuk kuralları ile inşa ve ihya etmek mümkün değildir. Çünkü kanunlar ilaç gibidir, fayda sağlasa da bazen acı olabilmektedir. Bu sebeple hak arayışında olan davacı ve davalılar güle-oynaya mahkemeye müracaat etmez. Ancak “işlediği suçun günah olduğu şuurunda olan” bir kimse o günahından arınmak için fıkhî çözüm arayışının derdine düşer. Zina ettiği için Hz. Peygamber’e (s.a.v.) koşarak gelip “Beni temizle ya Rasûlallah!” diyen sahabede olduğu gibi arınmanın gayretinde olur.[3]
Allah Teâlâ herhangi bir şeyi yasaklarken alternatif olarak onun mubah ve meşru olanını tecviz etmiştir. Söz gelimi sarhoş edici içecekler yasaktır ve mubahlar içinde küçük bir kısmı ifade etmektedir. Buna mukabil sarhoş etmeyen içeceklerin tamamı helaldir. Zina haramdır, yapan kimselerin had cezasıyla cezalandırılması emredilmiştir ve yasaklanmıştır. Ancak meşru ve sahih nikah helaldir ve teşvik edilmiştir. Gasp ve hırsızlık haramdır ve bu suçu irtikâb eden kimselere cezai müeyyide uygulanır. Ancak rıza esasına dayanan ve Şârî’nin çerçevesini çizdiği surette alışveriş ve ticaret helaldir ve mubah kılınmıştır.
“SUÇ OLAN FİİLLER AYNI ZAMANDA “GÜNAH” MIDIR?
Sözün özü, fıkıhta “suç” olan fiiller aynı zamanda “günahtır.” Fıkıhta dünyevi bir suça karışmak aynı zamanda uhrevi olarak bir günaha teşebbüs etmek demektir. Dolayısıyla fıkhî hükümlerin dışında bir hayat sürmek ahlâkî olarak da insanlıktan, insaf ve izandan uzaklaşmak demektir. Emredilen farz-vacip bir ibadeti terk etmek yahut yasaklanan bir suçu veya günahı işlemek insanın ahlâkî olarak da zarara uğraması ve sadece İslâmî değil aynı zamanda insânî ve ahlâkî olarak da çökmesi ve ayağının kayması demektir. Çünkü bir şeyin İslâmî olması, onun aynı zamanda insânî ve ahlâkî olması demektir. Çünkü İslam, fıtrat dinidir. Bu sebeple yasal olan her şey helal değildir ve yasaların sağladığı imkânlar helallik esası üzerine değil, haklı ve suçlu tespitine dönük yargılamaları ifade etmektedir. Müslüman olarak bizlerin üzerine düşen ise şer'î ahkam ile ahlaklanmış bir duruş sergileyebilmektir.
Dipnotlar:
[1] Sa’düddîn et-Teftâzânî, et-Telvîh ale’t-Tevdîh, 1/17; İbn Âbidîn, Reddü'l-muhtâr, 1/66; Murtezâ ez-Zebîdî, İthâfü’s-sâdeti’l-müttekîn, 1/366. [2] Ahmet Tabakoğlu, İslâm İktisadı II, 33. [3] Sahîh-i Müslim, Hudûd 24; Ebû Dâvûd, Hudûd 24; Nesâî, Cenâiz 64.
Kaynak: Mehmet Büyükmutu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 468
YORUMLAR