Filistin Halkının Aşı Mağduriyeti

Kendi vatandaşlarını dünyada en hızlı aşılayan ülke olarak İsrail’in, kontrolü altındaki bölgelerde yaşayan Filistinlileri bu sürecin dışında bırakması yalnızca evrensel hukuk normları bağlamında değil etik olarak da problemli bir tutum.

Son bir yılın dünya genelinde en önemli gündem maddesi olan yeni tip koronavirüs (Kovid-19) salgını, kullanım onayı alan aşıların teslimatlarının hız kazanmasıyla yeni bir sürece evrildi. Artık dünya kamuoyundaki müşterek beklentiler, üretilen aşıların etkinliklerini göstermesi ve hızlıca “normalleşme”nin sağlanması şeklinde. Ancak aşıların dağıtımında ortaya çıkan orantısız teslimat ve aşılanma kapasiteleri, ülkeler arasındaki eşit olmayan koşulları bir kez daha gözler önüne seriyor.

Dünya genelinde adil bir aşı dağılımını sağlamak amacıyla Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından oluşturulan Kovid-19 Aşıları Küresel Erişim Programı (COVAX) da bu eşitsizliğe henüz etkin bir çözüm bulamadı. "Ourworldindata" internet sitesinin 9 Şubat verilerine göre, mevcut durumda hemen hemen hepsi dar ve orta gelirli 126 ülkede henüz bir doz dahi aşılanma işlemi yapılamadı. Yaklaşık 7,8 milyarlık dünya nüfusu için şimdiye kadar büyük çoğunluğu gelişmiş ülkelerde yoğunlaşmış 134 milyon doz aşı yapılabildi. Avrupa Birliği (AB) ve aşı üreticileri arasında yaşanan gecikme gerilimi sonrası AB’nin sınırlı sayıda üretilen aşıların birlik dışına ihracatını gözetim altına almayı istemesi de aşıların dünya geneline adil şekilde dağıtımı konusunda umutları azaltan gelişmelerden biri oldu.

İsrail aşılamada öne çıkıyor​​​​​​​

Tüm süper güçlerin sınıfta kaldığı aşılanma sürecinin en öne çıkan ülkesi ise İsrail. Aralık ayından bugüne kadar İsrail, dünyadaki tüm ülkeler arasında toplam nüfusunun yarısından fazlasını aşılayabilen tek ülke olma konumuna erişti.

Bu başarının arkasında ülkedeki sağlık sisteminin sağlam temellere sahip olmasının yanı sıra İsrail ekonomisinin doz başına 62 dolar (ABD’nin aynı firmadan üçte bir fiyatına aldığı belirtiliyor) ödeyebilecek güce sahip olması gerçeği yatıyor. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu amaçlarının Mart sonuna kadar 16 yaş üstü tüm İsrail vatandaşlarını aşılamak olduğunu açıkladı.

Ancak tüm bu olumlu tabloya karşın İsrail’in ayrımcılık ihtiva eden sağlık politikası bu başarılı aşılanma grafiğini gölgeliyor. İsrail özelinde gündeme gelen tartışmaları diğer eşitsizlik örneklerinden farklı kılansa kontrolü altında tuttuğu, hakimiyet sahasında bulunan bölgede yaşayan Filistinlilere uygulanan kategorik ayrımcılık. İsrail’in işgali altında bulunan Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan Filistin halkına henüz tek bir doz aşı dahi ulaştırılamadı. Bu iki bölgenin tek istisnası, İsrail tarafından verilen, geçen hafta 2 bini bölgeye sevk edilen (Filistinli sağlık çalışanlarını merkeze alan) ve 3 bin doz daha verilmesi planlanan 5 bin dozluk taahhüt oldu.

AB ülkeleri, ABD ve Kanada gibi gelişmiş ülkeler yaptıkları aşı anlaşmalarıyla dünyanın geri kalanını göz ardı ederek bencillikle suçlansalar da kendi vatandaşlarına karşı herhangi bir etnik fark gözetmeksizin aşılama yapıyorlar ve yapacaklarını taahhüt ediyorlar. Buna karşılık İsrail’in işgali altındaki Batı Şeria ile abluka altındaki Gazze Şeridi'nde yer alan yaklaşık 4,5 milyon civarındaki Filistinliye yönelik tutumu, artık kanıksanan ayrımcı devlet politikasının acımasız yüzünü bir kez daha ortaya çıkardı.

Bu tablodaki en çarpıcı husus, İsrail’in Batı Şeria’da yaşayan 450 bin civarındaki Yahudi nüfusu aşılaması ancak komşu mahallelerde bulunan 3 milyona yakın Filistinliyi bu olanaktan mahrum bırakması.

Filistinlilerin bitmeyen sınavı

Filistin halkı üç farklı coğrafi bölgede bulunuyor. İsrail vatandaşı Filistinliler, diasporadakiler ve işgal-abluka altındaki topraklarda (Batı Şeria ve Gazze) yaşayanlar. Her bir küme, temel insan haklarının ihlal edilmesinin yanı sıra bir de Kovid-19 salgını sonrası ortaya çıkan aşı adaletsizliği sınavıyla karşı karşıya.

İşaret edilen üç grubun ilk sırasında yer alan İsrail vatandaşı Filistinlilerin, İsrail’in aşılama sürecinden faydalandıkları belirtiliyor. İsrail vatandaşı Filistinlilerin ülkedeki nüfusu yaklaşık 1,6 milyon olarak kabul ediliyor. İsrail vatandaşı Filistinliler, İsrailli tarihçi Ilan Pappe’nin “Unutulmuş Filistinliler” şeklinde tabir ettiği ve topraklarına el konulup zorunlu bir iç göçe tabi tutulan bir kitle. Bu insanlar kendilerine vatandaşlık verilerek İsrail devletinin çizdiği sosyal-siyasi sınırlarda yaşamaya icbar edildi. Ülkede vergilerini ödeyen, mutat olarak İsrail sağlık sisteminden yararlanan İsrail sınırları içindeki Filistinliler aşı olma şansını yakalayabildi. İsrail vatandaşı olmasa da ikamet izni olan, işgal altındaki Doğu Kudüs'te yaşamlarını sürdüren Filistinliler de aşı olma hakkına sahip bir diğer grup.

Bir diğer coğrafi noktada yaşayan küme, 1948 ve 1967 savaşları sonrasında topraklarına el konulan ve tehcire tabi tutulan Filistinli mülteciler. Lübnan ve Ürdün gibi sınır komşusu Arap devletlerine sığınan ve arkada bıraktıkları evlerinin anahtarlarını saklayarak her geçen gün daha da zor görünen topraklarına geri dönüşün hayalini kuran mülteciler zor şartlar altında yaşam mücadelesine devam ediyorlar. Kovid-19 aşısı için sınırları içinde bulundukları ülkelerin ya da uluslararası bir teşebbüsün yardımını bekliyorlar.

Aşı kuyruğunda bekleyenler: Batı Şeria ve Gazze halkı

Bu iki küme dışında kalan kesimse Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) 242 sayılı kararına göre hukuki olarak da “işgal edilmiş topraklar” ilan edilen Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinliler. İsrail, Batı Şeria bölgesinde en üst derecede güvenlik araçlarıyla hakimiyet sağlarken, Gazze Şeridi’ni de abluka altına alarak kontrol ediyor. Kaynaklar, sağlık çalışanlarına yönelik 2 bin dozluk istisna dışında şu ana kadar her iki bölgede yaşayan Filistin halkına yönelik tek doz aşı işleminin dahi gerçekleştirilemediğini aktarıyor. Bu tablodaki en çarpıcı olgu olarak, İsrail’in Batı Şeria’da yaşayan 450 bin civarındaki Yahudi nüfusu aşılaması ancak komşu mahallelerde bulunan 3 milyona yakın Filistinliyi bu olanaktan mahrum bırakması öne çıkıyor.

İsrail-Filistin arasındaki aşı tartışmaları taraflar arasında yeni bir rekabet sahası daha doğurmuş oldu. Meseleyi kördüğüm haline getiren anlaşmazlıksa, tarafların bölge sakinlerini aşılama vazifesini kimin yapması gerektiği konusunda mutabakat sağlayamamaları.

İsrail yönetimi 1993’te Filistin kanadıyla yapılan Oslo Anlaşması’nda, Batı Şeria ve Gazze’deki sağlık sektörünün idaresinin Filistin tarafının sorumluluğunda olduğunun beyan edildiğini vurguluyor. Nitekim İsrail Sağlık Bakanı Yuli Edelstein, Oslo Anlaşması’na göre bu konuda kendilerinin herhangi bir sorumluluklarının olmadığını iddia etmişti.

Bu görüşe uluslararası kamuoyu sert bir şekilde muhalefet ediyor. BM İnsan Hakları Konseyi yayımladığı açıklamada, İsrail devletinin Gazze ve Batı Şeria’da yer alan Filistinlilerin Kovid-19 salgını kapsamında aşılanmasından sorumlu olduğunu açıkladı. Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin işgal altındaki bölgelerle ilişkin hükmünün referans verildiği açıklamada, İsrail’in tutumunun “ahlaki ve yasal olarak” kabul edilemez olduğu vurgulandı. DSÖ ve diğer uluslararası örgütlerden de aynı doğrultuda açıklamalar geldi.

Filistin makamları da Oslo Anlaşması’nın bir başka kısmında yer alan, tarafların salgın ve bulaşıcı hastalıklarla mücadele edilmesi gereken durumlarda sorumluluğu paylaşmaları gerektiğini kaydeden hükme işaret ederek İsrail’in tutumuna karşı çıktılar.

Durumu daha da karmaşık hale getiren bir başka boyut ise, Batı Şeria’da ikamet edip çalışmak için İsrail’e geçmek zorunda olan sayıları 100 binin üzerindeki Filistinli işçiler. Birçoğu kısıtlamalar nedeniyle işlerinden olan işçilerin de içinde olduğu bu grup aslında aşı tartışmalarında tarafların birbirlerini göz ardı edemeyecekleri iç içe geçmiş bir tablo sunuyor. Filistinlilerin aşılanma sürecinden yalıtıldığı bir senaryoda alınan önlemler de sekteye uğrayacaktır.

İsrail cephesinin, Filistin kanadından aşı talebi için açık çağrı bekleyerek, bölgedeki egemen güç olduğunu pekiştirme stratejisi içinde olduğu iddia edilebilir. Zor durumda kalan ve kendi halkına yardımcı olamayan bir Filistin yönetimi portesi, İsrail’in elini güçlendirecek bir siyasi koz olarak kullanılabilir.

İki devletli kalıcı bir çözüm perspektifi geliştirilmediği sürece adil olmayan mevcut statükonun Kovid-19 örneğinde görüldüğü gibi özellikle salgın durumlarında yeni krizlere ve mağduriyetlere yol açması kaçınılmaz.

Oslo anlaşması hangi yaraya merhem oldu?

Filistin ve İsrail kanadının ilgili maddelerine gönderme yaptıkları Oslo Anlaşması dünyadaki en uzun süren ihtilaflardan biri olan İsrail-Filistin meselesini sona erdirme iddiası taşıyan, idealize edilmiş bir mutabakattı. Ancak barış umutlarının tersyüz olması uzun sürmedi. Anlaşma sonucunda hayati önemdeki konular (işgal altındaki topraklarda bulunan Yahudi yerleşimleri, mültecilerin geri dönme hakkı vs.) bir kenara bırakılarak, geçici düzenlemeler dışında Filistin davasına hizmet eden somut bir kazanım sağlanamadı. Anlaşmanın hiçbir yerinde ne Filistin devleti ne de Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkından bahsedilmemesi pek çok Filistinli için büyük hayal kırıklığı olmuştu.

Yaser Arafat ve liderliğini yaptığı Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) ilk jenerasyonu, İsrail’in kuruluş aşamasında pasif ve yetersiz kaldıklarını iddia ettikleri Filistin elitlerine karşı reaksiyoner bir tutumla 60’lı yıllardan itibaren teşekkül eden bir gruptu. İstikameti bağımsız bir Filistin devleti olarak belirleyen bu ekibin yıllar süren, Lübnan ile Tunus’taki sürgün yıllarıyla bezenmiş mücadelesinde gelinen nihai noktanın kayda değer bir kazanç sağlanamayan Oslo Anlaşması olması ibret verici bir sonuçtur. Sonraki yıllarda örgütlenen Hamas ve izlediği siyaset, 1987 ve 2000’deki intifadalar ve pek çok barış denemesi de herhangi somut kazanım elde edilmeden akamete uğradı. Burada altı çizilmesi gereken nokta; genel hatları belirlenemeyen ve yapısal bir çözüme kavuşturulamayan sorunların kriz ortamlarında yeni mağduriyetlere (aşı sürecinde Filistin halkının yaşadıkları gibi) kapı aralaması.

Arap Baharı sonrası ortaya çıkan konjonktürden bir şekilde kârlı çıkmayı başaran İsrail yönetimi, diğer Arap ülkeleriyle (Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Sudan ve Fas) başlattığı diplomatik normalleşme politikasıyla bölgedeki nüfuzunu artırmayı başardı. Uluslararası örgütlerin konuya ilişkin tüm kararlarına karşın İsrail kalıcı çözümün önünde en büyük engel olan Batı Şeria’da yeni yerleşim birimleri inşa etme faaliyetlerinden vazgeçmiyor. Bir yıl içinde 3 seçim, aylardır süren protestolar ve yolsuzluk suçlamalarına karşın ülke iç siyasetindeki kutuplaşmanın da katkısıyla bir şekilde iktidarda kalmayı başaran Netanyahu, kendisine koşulsuz destek veren kemikleşmiş bir seçmen kitlesine sahip. Netanyahu, kapsamlı bir aşı politikası güderek bunu, yıpranan imajını düzeltecek bir koz olarak kullanmak istiyor.

Kovid-19 sonrası hayat

Kendi vatandaşlarını dünyada en hızlı aşılayan ülke olarak İsrail’in, kontrolü altındaki Filistinlileri etnik sebepler nedeniyle süreç dışına itmesi, yalnızca evrensel hukuk normları bağlamında değil etik olarak da problemli bir tutum.

Geldiğimiz noktada siyasi aktörler farklı hukuki değerlendirmeleri koz olarak öne sürüp, birbirlerine suçlamalar yöneltebiliyor. Güçlü olan taraf her gelişmeyi karşı tarafa yönelik baskı unsuru olarak kullanıyor ve temel insani normları göz ardı ediyor. Bu çözümsüzlük atmosferinin bölgedeki hiçbir halka hizmet etmeyeceği açık. İşgal altındaki topraklarda yaşayan Filistinliler bu tablonun en büyük kaybedeni olmaya devam ediyorlar. İki devletli kalıcı bir çözüm perspektifi geliştirilmediği sürece adil olmayan mevcut statükonun yeni krizlere ve mağduriyetlere yol açması kaçınılmaz.

Kaynak: AA

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.