Fudayl bin İyaz Hazretleri’nin Sohbeti
Fudayl bin İyaz Hz. nasıl sohbet ederdi? Fudayl bin İyaz Hazretleri’nin sohbetini yazımızda okuyabilirsiniz.
Fudayl bin İyaz -rahmetullâhi aleyh-bir sohbetinde şöyle buyurmuştur:
SEVMEK İÇİN ALLAH, NASİHAT İÇİN ÖLÜM YETER
Allâh’ın Kitâbı’ndan bir âyet okuyup onunla amel etmek, bana Kur’ân’ı milyon kere hatmetmekten daha sevimlidir. Mü’mini sevindirmek ve ihtiyacını karşılamak, bana ömür boyu ibâdet etmekten daha sevimlidir. Dünyayı terk edip ona gönül bağlamamak bana semâdakilerle yerdekilerin ibâdetini yapmaktan daha sevimlidir. Haram olan en basit ve küçük bir şeyi terk etmek, bana göre helâl malla yapılan iki yüz hacdan daha iyidir.
Allah Teâla kıyâmet günü şöyle diyecek: “Ey Âdemoğlu, âhirette nefsini rahat ettirmek için dünyada zühd hayatı yaşadın. Nefsine izzet sağlamak istediğin için, benden başka her şeyden el etek çektin, ama hiç benim için birine düşman olup, benim için birini dost edindin mi?”
Ben üç kişiye acırım; bir kavmin ulusu iken küçük düşene, zengin iken fakir olana ve dünyanın elinde oyuncak olan âlime.
Hâmil-i Kur’ân olanlara yakışan, büyüklerin ayağına giderek zillete düşmek değil, herkesi kendi ayağına getirecek şekilde müstağnî davranmaktır. Hâmil-i Kur’ân, ordunun bayraktarı gibidir. Kur’ân-ı Kerîm’in hakkını edâ etmek için, herkes gibi laubali hareketlerde bulunmaması lâzımdır.
İhsana ihsanla karşılık vermek onu mükâfatlandırmaktır. Kötülüğe kötülükle karşılık vermek onu cezalandırmaktır. Kötülüğe iyilikle karşılık vermek kerem ve cömertliktir. İyiliğe kötülükle karşılık vermek ise, alçaklık ve nankörlüktür.
İnsanlar görüyor diye ameli terk etmek riyâ, insanlar görsün diye amel etmek ise şirktir; ihlâs da Allah Teâlâ’nın seni, bunlardan korumasıdır.
Âhiret yolculuğuna çıkan kişi kendini dört çeşit ölüme, yani beyaz, kırmızı, siyah, yeşil ölüme hazırlamalıdır. Beyaz ölüm, açlıktır. Siyah ölüm, insanların kınamasıdır. Kırmızı ölüm, şeytana muhâlefettir. Yeşil ölüm, üst üste, peş peşe gelen zorluk ve acılardır. Şâyet kişi kör ve sağır kesilirse şüphesiz ki şaşırır ve doğru yolu bulamaz.
Tevâzu, Hakk’a karşı tam bir alçak gönüllükle boynu bükük olmak, söylenene kulak verip kabul etmektir. İster câhilden, ister çocuktan olsun, hakkı duyduğun vakit, ona boyun büküp onu kabul etmendir. Nefsinde bir değer gören kimsenin, tevâzudan nasibi yoktur.
Gündüz orucuna ve gece ibâdetine güç yetiremeyenler, hayırdan mahrum ve hatâlı kimseler olduğunu bilmelidirler.
Güneş batarken, Allah ile baş başa kalacağım diye sevinir, güneş doğarken de insanlar ile uğraşacağım diye üzülürüm.
İnsanların birbirinden uzaklaşmaları külfettendir. Bir defa dostuna gider, dostu bir sürü masraf edip külfete girer. Bunu gören dost, bir daha da gelemez, bu suretle araları açılmış olur.
Kişinin, dostunun yüzüne şefkat ve merhametle bakması ibâdettir. Kerem, dostların kusurlarını bağışlamaktadır.
Güzel huylu kötü bir insanın bana arkadaş olması, âbid ama kötü huylu bir insanın arkadaş olmasından daha sevimlidir.
Sevmek için Allah, arkadaş olmak için Kur’ân, nasihat için ölüm yeter. Zamanın bozulmasından ve dostlarının eziyetinden hoşlanmadığın her şey günahının neticesidir.
Kopukluk ve uzaklık başladığı zaman kardeşlik ortadan kalkar. Allah yolunda kardeşlik, yüz yüze olmayı ve yüz yüze söylemeyi gerektirir. Cenâb-ı Hak böylelerini: “Biz onların kalplerinden kini atarız, onlar kardeşler olarak köşkler üzerinde karşı karşıya oturup (sohbet eder)ler.” (Hicr, 47) şeklinde tanıtmıştır.
İki kardeşten biri diğerine karşı bir kötülüğü veya ondaki beğenmediği bir davranışı gizlediği veya o hatâyı giderinceye kadar arkadaşını îkaz etmediği ve bu kötülüğün giderilmesi için gerekli çâreye başvurmadığı zaman, ona yüz yüze davranmamış, aksine sırtını dönmüş olur.
Midesine gireni bilen kimseyi Allah, sıddîklardan yazar. Bunun için yediğin lokmaya dikkat et.
Dünya altından da olsa fânî, âhiret çamur çanaktan da olsa bâkidir. Bâkî olan, çanak çömlek, fânî olan da altın olsa, bâkîyi tercih etmeliyiz. Ne yazık ki biz, bunun aksine olarak yok olacak olan çanak çömleği, bâkî olan altın üzerine tercih ediyoruz.
Allah Teâlâ bütün kötülükleri bir evde topladı ve bu evin anahtarını dünya sevgisi kıldı. Bütün iyilikleri de bir evde topladı ve bu evin anahtarını da zâhidlikle dünyadan uzaklaşmak kıldı.
Eğer dünya bütün varlığı ile helâlinden bana teveccüh etse, ben âhirette onun hesâbını vermemek ve üzerime bulaşacak bir pislikten kaçar gibi ondan kaçarım.
Mümkün mertebe meşhur olmamaya gayret eyle. Zîra bilinmemek senin aleyhinde olmadığı gibi medh u senâ edilmek de senin lehinde değildir. Hatta Allah katında kıymetin olduğu zaman, insanlar tarafından zemmedilmekte sana bir zarar yoktur.
Firdevs cennetinde peygamberler ve sıddîklarla bir arada bulunmayı istiyorsun ama buna karşılık, hangi ameli işledin? Hangi şehevî arzuyu kırdın, hangi hiddetini yendin? Sana gelmeyen hangi akrabana gittin? Kardeşinin hangi kusurunu bağışladın? Allah için hangi yakınından uzaklaştın ve hangi uzağına yaklaştın?
Peygamberlerden biri: “Ya Rab! Benden râzı olduğunu nasıl anlayayım?” diye sormuştu; Allah Teâlâ: “Yoksullara bak, onlar senden ne ile ve nasıl râzı olurlarsa, ben de öylece râzı olurum.” buyurdu.
Mûsâ aleyhisselâm Tur Dağı’nda Rabbine münâcaat ederken İblis yanına geldi. Mûsâ aleyhisselâm’ın yanında bulunan melek, İblis’e: “Yazıklar olsun sana. O bu hâl üzere Rabbine münâcaat ederken ondan ne umuyorsun?” dedi. İblis: “Cennette iken babası Âdem aleyhisselâm’dan ne umdumsa bundan da onu umuyorum” cevâbını verdi.
Ne Allâh’a yakın kılınmış meleklere, ne peygamberlere ne de sâlih kullara imrenirim. Bunlar da kıyâmeti ve o günün dehşetli durumlarını gözleriyle görmeyecekler mi? Ben sadece hiç yaratılmamış olan birine imrenirim. Çünkü böyle biri ne kıyâmetin hâllerini görecek ne de dehşetli anlarını…
Kâbe’de, yanımda oturan Horasanlı kadar zâhid bir insana rastlamadım. Tavâf etmek üzere kalkmıştı ki parasını çaldılar. Bunun farkına varınca ağlamaya başladı. Kendisine: “Paran çalındı diye mi ağlıyorsun?” dedim. “Hayır, ona ağlamıyorum. Bu paramı alan, kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın huzurunda kendisiyle karşılaştığımızda bana karşı verecek cevap bulamayıp perişan olacak. Bunu bildiğim için, ona acıdığımdan ağlıyorum.” dedi.
Şâyet ilim yolundakiler, kendi kendilerine karşı ikrâm edici olsalar; dinlerine sahip çıksalar; ilme hak ettiği izzeti verseler; onu korusalar; Allâh’ın indirdiği gibi, onlar da başkalarına sunsalar, zorba yöneticilerin boynu bunlara karşı eğilir; insanlar âlimlere itaat eder, onların peşinden giderdi. Böylece hem İslâm, hem de Müslümanlar yücelirdi. Fakat ilim yolundakiler kendilerini alçalttılar; dünyanın kendilerine yöneldiği vakitlerde dinî hayatlarında meydana gelen eksikliği gidermeye yönelmediler. İnsanların elindekini elde etmek için, ilimlerini dünyevî makam sahiplerinin hizmetine sundular. Böylece hem kendileri alçaldılar, hem de insanların gevşemesine sebebiyet verdiler.
Bana ulaştığına göre, Kur’ânî ilimlerle uğraşanların ve âlimlerin fâsık olanları inkârcılardan önce getirilir. O zaman bu fâsıklar şöyle derler: “Niye önce biz, ya Rab!” Cenâb-ı Hak cevaplar: “Bilenle bilmeyen bir değildir. Kim dünyayı din ile değiştirirse, apaçık bir hüsrana uğramıştır. Âşikârdır ki bunun temel sebebi de dünya sevgisidir.” Allah Teâlâ cümlemizi kanaat yoluna iletsin!
***
Talebelerinden biri ölüm döşeğinde yatıyordu. Başucuna oturdu ve Yâsin Sûresi’ni okudu. Talebe: “Üstâdım bunu okuma” dedi ve sustu. Bunun üzerine ona Kelime-i Tevhîdi telkin etti. Talebe yine: “Ben bunu söylemem. Çünkü ben ondan uzağım” dedi ve bu hâl üzere de öldü. Kırk gün evine kapandı ve talebesinin kötü âkıbetine ağladı. Bir gece rüyasında vefat eden o talebesinin cehenneme sürüklendiğini gördü. Ona: “Allah senden mârifeti nasıl aldı da bu hâle düştün? Hâlbuki sen benim en bilgili talebemdin.” dedi. Talebe şöyle dedi: “Üç şey sebebiyle ben bu hâle düştüm: Birincisi, laf taşımak; ben arkadaşlarıma sana söylediklerimin tersini söylerdim. İkincisi, hasettir; ben arkadaşlarımı kıskanırdım. Üçüncüsü, benim bir hastalığım vardı. Tabibe gittim. Bana: “Her sene bir kadeh şarap iç. Eğer içmezsen hastalığın devam eder.” dedi. Ben şarap içiyordum. İşte bu üç şey sebebiyle şimdi bu hâldeyim.”
“Ben tatlı yemem” diyen adama, “keşke hem yeseydin hem de Allah’tan korksaydın. Çünkü Allah Teâlâ helâl ve temiz şeyleri yemeni kerih görmez. Sen asıl, annene babana iyilik yapmaya, sıla-i rahime riâyete, komşuna iyilik etmeye, bütün Müslümanlara merhametli olmaya, kinini yutmaya, sana zulmedeni affetmeye, sana kötülük yapana iyilik etmeye, belalara karşı sabırlı ve tahammüllü olmaya bak. Bu gibi hükümler zühd için hurma tatlısını terk etmekten daha önemlidir” dedi.
Mekke’de bir grup insan yanına gelmişti. Onlara: “Nerelisiniz?” diye sordu. Onlar da: “Biz Horasanlılardanız.” dediler. Onlara şöyle dedi: “Nereden olursanız olun Allah’tan korkun. Şunu bilin ki bir kul her türlü iyiliği yapmış olsa da sahip olduğu bir tavuğa kötü davransa muhsinlerden olamaz!”
Tartmak için parasının kir ve lekesini temizlemeye çalışan oğlunu gördü; “Oğlum, senin bu yaptığın, iki (nâfile) hac ve yirmi umreden daha makbûldür.” dedi.
Bazen kendi kendine “Nereden korkuyorsun? Yoksa aç kalmaktan mı korkuyorsun? Sen nesin ki? Hz. Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem ve ashâbı bile aç kalmışlardır.” derdi.
Oğlu Ali’nin: “Öyle bir yerde olsam ki, ben insanları gördüğüm hâlde onlar beni görmese.” dediğini söyledikleri zaman ağladı ve: “Keşke Ali bu sözü tamamlasaydı: Ne onlar beni, ne de ben onları göreceğim bir yerde olsaydım, deseydi.” dedi.
Mescid-i Haram’da tek başına otururken dostlarından birisi yanına geldi. “Niye geldin?” diye sordu. Dostu: “Ya Ebâ Ali! Seni sevdiğim için geldim.” deyince: “Vallâhi bu yaptığın dostluktan ziyâde vahşeti ve ayrılığı gerekli kılan bir harekettir. Çünkü bu hareketin, senin bana ve benim sana karşı yaldızlı sözler söylememizi ve karşılıklı yalan konuşmamızı ve neticede ya senin bırakıp gitmeni veya benim kalkıp gitmemi gerektirir ki, bir yakınlıktan ziyade uzaklaşmaktır.” dedi.
“Niçin emr-i mâruf ve nehy-i münker etmezsin?” diye sorduklarında: “Çok emredip nehyeden var ki, uğradıkları musîbete sabredemedikleri için küfre varmışlardır” dedi.
“Âlimlerin ilmi anlayıp kafalarına yerleştirdikten sonra onu oradan söküp atan tamah, hırs ve ihtiyaç peşinde koşmaktır” sözünün izahı sordular, şöyle cevap verdi: “Tamah, kişinin bir şeyi araması ve mukaddesâtını bu uğurda feda etmesi demektir. Hırs ise nefsinin her şeyi istemesi ve senin de onun istediklerini yerine getirmendir. Bunun için de şuna buna ihtiyacın olur. İhtiyacını yerine getirenler, seni burnundan yakalamış olurlar. İstedikleri yere sürüklerler. Onlara boyun bükersin. Dünya sevgisinden dolayı hasta oldukları takdirde ziyaretlerine gider, tesadüf ettiğin zaman kendilerini selâmlarsın. Verdiğin selâm, yaptığın ziyaret, Allah için değildir. Eğer bunlara ihtiyaç göstermesen senin için çok daha hayırlı olurdu.”
“Falanca seni çekiştiriyor.” dediklerinde: “Onu, ona yaptırana ben kızarım.” dedi. Onlar: “Kimdir yaptıran?” diye sordular. Şöyle cevap verdi: “Şeytandır. Allah o adamı affetsin; ben şeytana kızar, Allâh’a ibâdet ederim.” dedi. Yani ona uymam demek istedi.
Sabırdan sorduklarında: “Allâh’ın kazâsına rızâdır” dedi. “Bu nasıl olur?” diyenlere; “râzı olan kimse, bulunduğu hâlden daha üstününü istemez” dedi.
Bir gün kapısına toplandılar. Pencereden göründü; gözlerinde yaş akıyor ve sakalları titreşip duruyordu. Onlara hitaben şöyle dedi: “Kur’ân okumaya ve namaz kılmaya devam edin. Yazıklar olsun size, bu zaman görüşmek zamanı değildir. Bu zaman ağlamak, yalvarmak ve yakarmak zamanıdır. Denize düşüp boğulmak üzere olan adamın duâsı gibi duâ etmek zamanıdır. Bu zamanda dilini koru, yükünü hafiflet, kalbini tedavi et, işine geleni al ve işine gelmeyeni at.”
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları