Fussilet Suresinin Tefsiri
Dr. Adem Ergül Bey, Fussilet sûresinin tefsirini yapıyor.
Fussılet sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 54 âyettir. İsmini 3. ayette geçen ve “bir şeyi açıklamak, iki şeyi birbirinden ayırmak, iyice detaylandırmak” mânalarına gelen فُصِّلَتْ (fussilet) kelimesinden alır. Burada kelime Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin iyice açıklandığını beyân etmek üzere kullanılır. Sûrenin ayrıca اَلسَّجْدَةُ “Secde”, “Hâ. Mîm” ve اَلْمَصَاب۪يحُ “Mesâbih” gibi isimleri de vardır. Resmî tertîbe göre 41, iniş sırasına göre ise 61. suredir.
7 bölümde, 54 âyetten oluşan Fussilet sûresinin tefsiri:
FUSSİLET SÛRESİNİN TEFSİRİ (DİNLE)
Fussilet Sûresi 1. Kısım Tefsiri (1-8. Ayetler)
Fussilet Sûresi 2. Kısım Tefsiri (9-18. Ayetler):
Fussilet Sûresi 3. Kısım Tefsiri (19-25. Ayetler)
Fussilet Sûresi 4. Kısım Tefsiri (26-32. Ayetler)
Fussilet Sûresi 5. Kısım Tefsiri (33-39. Ayetler)
Fussilet Sûresi 6. Kısım Tefsiri (40-46. Ayetler)
Fussilet Sûresi 7. Kısım Tefsiri (47-54. Ayetler)
Fussilet Sûresi Hakkında
Fussılet sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 54 âyettir. İsmini 3. ayette geçen ve “bir şeyi açıklamak, iki şeyi birbirinden ayırmak, iyice detaylandırmak” mânalarına gelen فُصِّلَتْ (fussilet) kelimesinden alır. Burada kelime Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerinin iyice açıklandığını beyân etmek üzere kullanılır. Sûrenin ayrıca اَلسَّجْدَةُ “Secde”, “Hâ. Mîm” ve اَلْمَصَاب۪يحُ “Mesâbih” gibi isimleri de vardır. Resmî tertîbe göre 41, iniş sırasına göre ise 61. suredir.
Fussilet Sûresinin Konusu
Sûrede Kur’ân-ı Kerîm’in Allah kelâmı olduğu bildirilerek söze başlanır. Gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan varlıkları altı günde yaratan, Âd ve Semûd gibi azgın kavimleri dehşetli azaplarla helak eden Allah Teâlâ öldükten sonra insanları diriltmeye ve insanın kulak, göz ve deri gibi azalarını konuşturup şâhit kılmaya muktedirdir. Ayrıca geceyle gündüz, güneşle ay, kurumuş toprağın Allah’ın indirdiği yağmurla dirilmesi, yine hem Allah’ın kudretine, hem de ölüleri dirilteceğine dair açık delillerdir. Bunun sonucu olarak inkârcılar mahşerde devâsız horluk, rezillik ve pişmanlık manzaraları oluştururken, iman ve istikâmet üzere hayat süren bahtiyarlar, hem ölürken hem de dirilirken meleklerin selamlamaları ve müjdelemeleri arasında gönül hoşluğu içinde cennete girerler. Bu hayırlı sonuca ulaşmanın şartı, itikat, ibâdet ve ahlâkî güzellikleriyle İslâm’ı bilen, yaşayan ve tebliğ eden, “ben Müslümanım” diyerek İslâm’ı hayatının her alanına aksettiren kâmil bir mü’min olabilmektir.
Esasen İslâm da ancak böyle ahlâkî kemâl sahibi mü’minler vesilesiyle yayılma, neşv ü nemâ bulma imkânına sahip olacaktır. Netice itibariyle Kur’ân-ı Kerîm, bâtılın hiçbir taraftan kendine yanaşamadığı gerçek bir Allah kelâmıdır. Dünya ihtiyarladıkça Kur’an gençleşmektedir. Gerek dış âlem gerek insanın iç âlemiyle alakalı meydana gelen ilmî gelişmeler, Kur’an’ın ilâhî bir gerçek olduğunu gün be gün, an be ân ortaya koymaktadır.
Fussilet Sûresinin Nuzül Sebebi
Mushaftaki sıralamada kırk birinci, iniş sırasına göre altmış birinci sûredir. Mü’min (Gâfir) sûresinden sonra, Şûrâ sûresinden önce Mekke’de inmiştir. “Hâ-mîm” harfleriyle başlayan ve arka arkaya gelen yedi sûrenin ikincisidir.
Fussilet Sûresinin Fazileti
İbn Âşûr’un Beyhak’den naklettiğine göre (XXIV, 227) Hz. Peygamber’in Tebâreke (Mülk) ve Hâ-mîm es-secde (Fussılet) sûrelerini okumadan uykuya yatmadığı rivayet edilmiştir.
FUSSİLET SÛRESİNİN TEFSİRİ
- Hâ. Mîm.
- Kur’an, çok merhametli, çok şefkatli Allah tarafından parça parça indirilmektedir.
- O, doğrunun ve güzelin kıymetini bilen bir toplum için âyetleri Arapça okunup rahatlıkla anlaşılan bir metin olarak iyice açıklanmış ve belli bir sistem dâhilinde dizilmiş bir kitaptır.
- Müjdeleyici ve uyarıcı olarak! Ama ne çâre ki, insanların çoğu ondan yüz çevirmekte ve ona kulak vermemektedir.
Bu âyetlerde Kur’ân-ı Kerîm’in belli başlı husûsiyetleri beyân edilir:
✺ Hâ. Mîm. harfleri Kur’ân-ı Kerîm’in icaz ve tehaddî özelliğine işaret eder.
✺ Kur’ân-ı Kerîm, Allah katından parça parça indirilmiştir. O bir beşer sözü değildir.
✺ Rahman ve Rahim isimlerinin tecellisi olan Kur’an, beşeriyet için en büyük bir rahmet ve lutuftur.
✺ O, “kitap”, yani sadece okunan değil, aynı zamanda yazıya geçirilerek korunan ölümsüz bir belgedir.
✺ Kur’an’ın âyetleri detaylı bir şekilde açıklanmıştır. Lafzı itibariyle fâsılaları, sûrelerin baş ve sonları birbirinden ayrılmıştır. Mânası itibariyle de hükümleri, kıssaları, vaatleri, tehditleri, misalleri ve öğütleri ayrı ayrı belirtilerek açıklığa kavuşturulmuştur.
✺ O, Kur’an’dır; devamlı okunan bir kelamdır. Bu isimle zımnî olarak da “Onu devamlı okuyunuz!” emri verilmiş sayılır.
✺ Kur’ân-ı Kerîm’in dili Arapçadır. Bunun sebebi, Son Peygamber (s.a.s.)’in Arap, hitap ettiği ilk toplumun da Araplar olmasıdır. Nitekim âyet-i kerîmede: “Biz her bir peygamberi, dinî emir ve yasakları onlara en güzel şekilde anlatmaları için kendi kavminin diliyle gönderdik” (İbrâhim 14/4) buyrulur.
✺ Kur’ân-ı Kerîm akıl sahiplerine, mesajlarına kulak verip mânalarını öğrenmek isteyenlere hitap eder. Bu sebeple ona kalbini ve kulaklarını kapatanlar, o rahmet kaynağından istifade edemezler. Pırlanta ile taş arasındaki farkı ayırt edemeyen biri için pırlanta bir fayda sağlamadığı gibi, câhiller için de bu kitap bir fayda sağlamaz.
✺ Kur’an iman edip sâlih ameller işleyenleri müjdeler.
✺ İnkâr edenleri ise uyarır ve korkutur.
Çünkü onlar Kur’an âyetlerini düşünerek, taşınarak değil körü körüne bir inatla reddediyorlardı:
- Şöyle diyorlar: “Bizi çağırdığın şeye karşı kalplerimiz kapalıdır. Kulaklarımızda ağırlık, seninle aramızda da perde vardır. Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız.”
Burada onların, hakikati arayan samimi niyetli bir insan edâsıyla Kur’an’a kulak verip dinlemeye, mânaları üzerinde düşünüp zihin yormaya gerek duymadıkları anlaşılmaktadır. İşte Kur’an böyle bir zihniyeti tenkit etmekte ve bunun çok tehlikeli bir yaklaşım olduğunu haber vermektedir. Buna göre; “Artık ne yapacaksan yap; biz de bildiğimizi yapacağız” (Fussılet 41/5) sözü iki mânaya gelebilir:
› Sen kendi dîninin gerektirdiğini yap, biz de kendi dînimize göre yaşayacağız.
› Sen bize karşı elinden geleni yap, biz de seni başarısız kılmak için elimizden ne gelirse yapacağız.
Onların bu inkarcı ve isyancı duruşlarına karşı:
- Rasûlüm! De ki: “Ben de ancak sizin gibi bir insanım. Ama bana sizin ilâhınızın bir tek ilâh olduğu vahyediliyor. Şu halde dosdoğru O’na yönelin ve günahlarınız için O’ndan bağışlanma dileyin!” Gerçek ortadayken, O’na ortak koşanların vay hâline!
- Onlar zekâtı vermezler. Âhireti de zâten büsbütün inkâr içindedirler.
- İman edip sâlih ameller işleyenler için ise, ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat vardır.
Peygamber de bir insandır. Fakat ona vahiy gelmekte ve Allah’ın dinini insanlara tebliğ etmektedir. Bu dinin esası Allah’ın tek ilâh olduğunu kabul etmek, O’nun emrettiği kanunlar çerçevesinde istikâmet üzere bir kulluk yapmak ve hatalı davranışlarımız sebebiyle de O’ndan dâima bağışlanma dilemektir. Zıddını söylemek gerekirse Allah’tan başka hiç kimseyi ilâh yerine koymamak, onlara boyun eğmemek ve Allah’tan başkasının belirlediği kanunlara, nizamlara, örf ve âdetlere uymamaktır. Tevhid ehli kâmil bir mü’min ve müslüman olmaktır. Dolayısıyla bu dini kabul etmeyip şirke düşen, imandaki sadakati gösteren zekât emrini yerine getirmeyen ve dinin en çok üzerinde durduğu bir hakikat olan âhirete inanmayan kimselerin âkıbetleri berbat ve hüsrân olacaktır. Bu dini kabul edip iman ve sâlih amellerle ömrünü geçirenlerin ise mükâfatları kesintisiz devam edecektir. Bu mükafatlar için başa kakma da olmayacaktır. Ayrıca kalplerindeki kulluk niyeti sağlam olduğu sürece, hastalık, kötürümlük, yaşlılık gibi bir kısım mazeretler sebebiyle yapamadıkları ibâdet ve taatlerin sevabını da Allah onlara kesintisiz verecektir.
İnkâr bataklığına saplanmış olanlar, karşılarında dikili duran şu muazzam deliller üzerinde düşünseler, belki gittikleri yolun yanlışlığını fark edip gerçeği kabule yönelebilirler. Bunun için:
- De ki: “Siz yeryüzünü iki günde yaratan Allah’ı inkâr edip de başkalarını ona denk mi tutuyorsunuz? Oysa O, bütün âlemlerin Rabbidir!”
- O, yerin üstünde sağlam sarsılmaz dağlar yerleştirdi, orayı bereketli kıldı ve isteyip arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları önceki iki günle birlikte toplam dört günde takdir etti.
Âyetlerde bahsedilen “gün”den maksat, bildiğimiz gün değil, başı ve sonu belli olmayan uzun “jeolojik devir”dir. Kur’ân-ı Kerîm’in başka âyetlerinde de haber verildiği üzere Allah Teâlâ, gökleri, yeri ve bunların içindekileri “altı gün”de yaratmıştır. (bk. Furkan 25/59; Kâf 50/38) Bahsedilen altı gün burada tafsil edilir ve hangi günlerde neler yaratıldığı bir miktar daha detaylı anlatılır. Buna göre: Altı günden dördü yeryüzünün, yeryüzü üzerindeki dağların ve canlıların hayatlarını devam ettirmelerini sağlayacak hava, su, madenler, bitkiler, hayvanlar gibi geçim kaynaklarının yaratılıp hazırlanmasına ayrılmıştır. Cenâb-ı Hak yeryüzüne öyle bir bereket vermiştir ki, yüz binlerce yıldan beri en küçük canlıdan yüz binlerce canlı türüne mensup hadde hesaba gelmeyen mahlukât faydalandığı halde bu rızıklar bitip tükenmemektedir. Arayıp soranlar, ihtiyacı olanlar, varlığını devam ettirmek için gıda maddelerine muhtaç olan varlıklar, orada ihtiyacı ölçüsünde gıdasını bulabilmektedir. İşte yeryüzünü ve içindekileri yaratan kuvvetin sahibi Allah, ins ü cin bütün varlıkların mâlikidir; kendisinden başka bütün varlıklar da O’nun memlüküdür. O halde O nasıl inkâr edilebilir? Nasıl başka şeyler O’na ortak koşulabilir? Hiçbir şeye muktedir olamayan aciz mahluklar, nasıl kendisi üzerinde malik ve kadir olan bir varlığa denk tutulabilir?
İlâhî kudret yeryüzünün yaratılışı ve tanzimiyle birlikte:
- Bundan başka, gaz hâlinde olan göğe yöneldi. Hem ona, hem de yeryüzüne: “İsteseniz de istemeseniz de gelin!” buyurdu. İkisi de: “İsteyerek geldik” dediler.
11. âyette geçen اَلدُّخَانُ (duhān), sözlükte “duman” anlamına gelir. Tefsirlerde bu kelime “su buharı” olarak izah edilir. Günümüz ilmî gelişmeleri ışığında “hidrojen gazı” olarak yorumlanmaktadır. İşte kâinatın başlangıcını teşkil eden madde budur. Cenâb-ı Hak önce bu maddeyi yaratmış, bundan da tüm kâinatı var etmiştir. Bilim adamlarının izahına göre, gök cisimleri gazların yoğunlaşması ile yaratılmıştır. Önceleri uzayı dolduran gayet sıcak bir gaz bulutu vardı. Bu gaz kütlesinin parça parça yoğunlaşıp sıkışmasıyla yıldızlar meydana geldi. Kâinatta hâlâ bir kısım yıldızlar doğarken bir takımları dağılmakta ve başka yıldızlar tarafından yutulmaktadır. Aslında yaratılışın başlangıcını teşkil eden bu gazın hadsiz hesapsız güçteki bir enerji bulutu olduğu anlaşılıyor. Zaten maddenin de enerjinin yoğunlaşmasından oluştuğu artık bilinmektedir. İşte Kur’an’ın beyânına göre gök cisimleri, duman görünümündeki bu gaz (enerji) bulutundan yaratılmıştır. Yalnız gökleri ve yeri yaratırken Allah Teâlâ için bir zorluk ve bir yorulma söz konusu değildir. O sadece onlara “emrime gelin”, yani “olun, varlık sahnesine çıkın” diye emretmiş, onlar da belirlenen ilâhî program dâhilinde oluvermişlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık. Ama bize en küçük bir yorgunluk bile dokunmadı.” (Kāf 50/38)
Cenâb-ı Hak, gökleri yedi kat olarak tanzim etmiştir. Bunlar hakkında bazı açıklamalar yapılmaya çalışılsa bile günümüz ilmî gelişmeleri bunların mâhiyeti hakkında kesin bir izah yapamamaktadır.[1] Allah her bir kat göğe vazifesi neyse onu emretti. Hangisi ne iş için yaratıldı ise onu yapacaktı. Zaten de öyledir; her bir gök ve oradaki varlıklar, ilâhî tâlimat istikâmetinde vazifelerini hiç aksatmadan yapmaktadırlar. Değilse kâinattaki bu nizamın devam etmesi mümkün olmaz. Bunlar içinde yıldızlarla donatılan gök, dünya göğüdür. Günümüz astronomi ilmi, işte bu gökle ve buradaki yıldızlarla alakalı araştırmalar yapmakta, bazı ilmi tespit ve izahlarda bulunmaya çalışmaktadır. Cenâb-ı Hak, bu göğü muhafaza altına almıştır. Yani onu şimdilik bozulmaktan korumuştur. Şeytanların çıkıp melekleri dinlemesinden de mahfuz tutmuştur. (bk. Hicr 15/17-18; Saffât 37/7-10) Yani bu korumanın maddi ve mânevî olmak üzere iki yönü olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bunları yapan, yaratan ve takdir eden ise şüphesiz ki kudreti her şeye yeten, kuvvetine karşı konmayan, her şeyi hakkiyle bilen Allah Teâlâ’dir.
Bu apaçık ilâhî kudret işaretlerinden sonra Allah’a inanmamak ve O’ndan yüz çevirmek doğru ve yerinde bir davranış olabilir mi? Buna rağmen:
[1] Kuran’da pek çok ayette kullanılan ve “gök” diye tercüme ettiğimiz “semâ” kelimesi iki mânada kulanılır:
- Bütün kâinâtı ifade etmek için,
- Dünya göğünü ifade etmek için.
Birinci mâna dikkate alındığında, günümüzdeki bir kısım bilimsel çalışmalara göre “yedi gök”le ilgili şu izahlar yapılabilir:
Bunlardan maksat uzay sonsuzluğuna doğru devam eden yedi manyetik mekandır. Onların kuşattığı alanlar ve bu alanların büyüklüğü ile ilgili günümüz astrofiziğinin verdiği tahmini bazı bilgiler şöyledir:
- Gök: Güneş sistemi ile birlikte temsil ettiği uzay mekânı. Burası yaklaşık olarak 6.5 trilyon km’dir.
- Gök: Galaksimizin temsil ettiği uzay mekanı. Burası 30-100 bin ışık yılıdır.
- Gök: Galaksi grubumuzun temsil ettiği uzay mekanı. Yaklaşık 2 milyon ışık yılıdır.
- Gök: Galaksi gruplarının ortaklaşa temsil ettiği kâinatın merkez radio manyetik mekânı. 100 milyon ışık yılı çapındadır.
- Gök: Kuasarların temsil ettiği evren mekanı. 1 milyar ışık yılıdır.
- Gök: Kaçan yıldızların temsil ettiği genleşen evren mekânı. 20-100 milyar ışık yılıdır.
- Gök: Bunun dışındaki evrenin sınırsız sonsuzluklarını temsil eden evren mekânı. Buna bir sınır tanımak mümkün olamamaktadır.
Bu göklerden birinden diğerine intikal, hem hız yetersizliği yüzünden hem de manyetik gerilimleri aşması yönünden imkânsızdır. Bu göklere intikal için ışık hızını aşmak, maddî hüviyeti terk etmek gerekir. İşte Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz, Mirac gecesi Allah’ın izniyle bu maddî hüviyeti terk ederek yedi kat semayı geçerek Rabbinin huzuruna çıkmıştır.
Kelimenin ikinci mânası düşünüldüğünde, Dünya göğünün, bir başka deyişle atmosferin, 7 katmandan oluştuğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugün dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Kimyasal içerik veya hava sıcaklığı ölçü alınarak yapılan tanımlamalarda, dünyanın atmosferi 7 katman olarak belirlenmiştir. Bugün halen 48 saatlik hava durumu tahminlerinde kullanılan ve “Limited Fine Mesh Model” (LFMII) olarak adlandırılan atmosfer modeline göre de atmosfer 7 katmandır. Modern jeolojik tanımlamalara göre atmosferin 7 katmanı şu şekilde sıralanmaktadır: 1- Troposfer, 2- Stratosfer, 3- Mezosfer, 4- Termosfer, 5- Ekzosfer, 6- İyonosfer, 7- Manyetosfer
- Böylece onları yedi kat gök olarak iki günde yarattı ve her bir göğe vazîfesini bildirdi. Dünya göğünü de kandillerle süsledik ve onu bozulmaktan koruduk. İşte bu, kudreti dâimâ üstün gelen ve her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın takdiridir.
12. âyette geçen اَلدُّخَانُ (duhān), sözlükte “duman” anlamına gelir. Tefsirlerde bu kelime “su buharı” olarak izah edilir. Günümüz ilmî gelişmeleri ışığında “hidrojen gazı” olarak yorumlanmaktadır. İşte kâinatın başlangıcını teşkil eden madde budur. Cenâb-ı Hak önce bu maddeyi yaratmış, bundan da tüm kâinatı var etmiştir. Bilim adamlarının izahına göre, gök cisimleri gazların yoğunlaşması ile yaratılmıştır. Önceleri uzayı dolduran gayet sıcak bir gaz bulutu vardı. Bu gaz kütlesinin parça parça yoğunlaşıp sıkışmasıyla yıldızlar meydana geldi. Kâinatta hâlâ bir kısım yıldızlar doğarken bir takımları dağılmakta ve başka yıldızlar tarafından yutulmaktadır. Aslında yaratılışın başlangıcını teşkil eden bu gazın hadsiz hesapsız güçteki bir enerji bulutu olduğu anlaşılıyor. Zaten maddenin de enerjinin yoğunlaşmasından oluştuğu artık bilinmektedir. İşte Kur’an’ın beyânına göre gök cisimleri, duman görünümündeki bu gaz (enerji) bulutundan yaratılmıştır. Yalnız gökleri ve yeri yaratırken Allah Teâlâ için bir zorluk ve bir yorulma söz konusu değildir. O sadece onlara “emrime gelin”, yani “olun, varlık sahnesine çıkın” diye emretmiş, onlar da belirlenen ilâhî program dâhilinde oluvermişlerdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Biz gökleri, yeri ve ikisi arasındakileri altı günde yarattık. Ama bize en küçük bir yorgunluk bile dokunmadı.” (Kāf 50/38)
Cenâb-ı Hak, gökleri yedi kat olarak tanzim etmiştir. Bunlar hakkında bazı açıklamalar yapılmaya çalışılsa bile günümüz ilmî gelişmeleri bunların mâhiyeti hakkında kesin bir izah yapamamaktadır.[1] Allah her bir kat göğe vazifesi neyse onu emretti. Hangisi ne iş için yaratıldı ise onu yapacaktı. Zaten de öyledir; her bir gök ve oradaki varlıklar, ilâhî tâlimat istikâmetinde vazifelerini hiç aksatmadan yapmaktadırlar. Değilse kâinattaki bu nizamın devam etmesi mümkün olmaz. Bunlar içinde yıldızlarla donatılan gök, dünya göğüdür. Günümüz astronomi ilmi, işte bu gökle ve buradaki yıldızlarla alakalı araştırmalar yapmakta, bazı ilmi tespit ve izahlarda bulunmaya çalışmaktadır. Cenâb-ı Hak, bu göğü muhafaza altına almıştır. Yani onu şimdilik bozulmaktan korumuştur. Şeytanların çıkıp melekleri dinlemesinden de mahfuz tutmuştur. (bk. Hicr 15/17-18; Saffât 37/7-10) Yani bu korumanın maddi ve mânevî olmak üzere iki yönü olduğu anlaşılmaktadır. Bütün bunları yapan, yaratan ve takdir eden ise şüphesiz ki kudreti her şeye yeten, kuvvetine karşı konmayan, her şeyi hakkiyle bilen Allah Teâlâ’dir.
Bu apaçık ilâhî kudret işaretlerinden sonra Allah’a inanmamak ve O’ndan yüz çevirmek doğru ve yerinde bir davranış olabilir mi? Buna rağmen:
[1] Kuran’da pek çok ayette kullanılan ve “gök” diye tercüme ettiğimiz “semâ” kelimesi iki mânada kulanılır:
- Bütün kâinâtı ifade etmek için,
- Dünya göğünü ifade etmek için.
Birinci mâna dikkate alındığında, günümüzdeki bir kısım bilimsel çalışmalara göre “yedi gök”le ilgili şu izahlar yapılabilir:
Bunlardan maksat uzay sonsuzluğuna doğru devam eden yedi manyetik mekandır. Onların kuşattığı alanlar ve bu alanların büyüklüğü ile ilgili günümüz astrofiziğinin verdiği tahmini bazı bilgiler şöyledir:
- Gök: Güneş sistemi ile birlikte temsil ettiği uzay mekânı. Burası yaklaşık olarak 6.5 trilyon km’dir.
- Gök: Galaksimizin temsil ettiği uzay mekanı. Burası 30-100 bin ışık yılıdır.
- Gök: Galaksi grubumuzun temsil ettiği uzay mekanı. Yaklaşık 2 milyon ışık yılıdır.
- Gök: Galaksi gruplarının ortaklaşa temsil ettiği kâinatın merkez radio manyetik mekânı. 100 milyon ışık yılı çapındadır.
- Gök: Kuasarların temsil ettiği evren mekanı. 1 milyar ışık yılıdır.
- Gök: Kaçan yıldızların temsil ettiği genleşen evren mekânı. 20-100 milyar ışık yılıdır.
- Gök: Bunun dışındaki evrenin sınırsız sonsuzluklarını temsil eden evren mekânı. Buna bir sınır tanımak mümkün olamamaktadır.
Bu göklerden birinden diğerine intikal, hem hız yetersizliği yüzünden hem de manyetik gerilimleri aşması yönünden imkânsızdır. Bu göklere intikal için ışık hızını aşmak, maddî hüviyeti terk etmek gerekir. İşte Resûlüllah (s.a.s.) Efendimiz, Mirac gecesi Allah’ın izniyle bu maddî hüviyeti terk ederek yedi kat semayı geçerek Rabbinin huzuruna çıkmıştır.
Kelimenin ikinci mânası düşünüldüğünde, Dünya göğünün, bir başka deyişle atmosferin, 7 katmandan oluştuğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Nitekim bugün dünya atmosferinin üst üste dizilmiş farklı katmanlardan meydana geldiği bilinmektedir. Kimyasal içerik veya hava sıcaklığı ölçü alınarak yapılan tanımlamalarda, dünyanın atmosferi 7 katman olarak belirlenmiştir. Bugün halen 48 saatlik hava durumu tahminlerinde kullanılan ve “Limited Fine Mesh Model” (LFMII) olarak adlandırılan atmosfer modeline göre de atmosfer 7 katmandır. Modern jeolojik tanımlamalara göre atmosferin 7 katmanı şu şekilde sıralanmaktadır: 1- Troposfer, 2- Stratosfer, 3- Mezosfer, 4- Termosfer, 5- Ekzosfer, 6- İyonosfer, 7- Manyetosfer
- Hâlâ gerçeği kabulden yüz çeviriyorlarsa, onlara de ki: “Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini yıldırım gibi çarpan korkunç azabın sizi de çarpabileceği gerçeğine karşı uyarıyorum!”
- Peygamberler, onlara bütün meşrû vasıtaları kullanarak ve gerçeğin bütün delillerini sunarak, “Allah’tan başkasına kulluk etmeyin!” mesajını iletmişlerdi. Onlar ise: “Rabbimiz dileseydi bize peygamber olarak melekleri indirirdi. Öyle yapmadığına göre, biz de sizinle gönderildiğini iddia ettiğiniz her şeyi ret ve inkâr ediyoruz” diye karşılık verdiler.
- Âd kavmine gelince, yeryüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve: “Bizden daha güçlü kim varmış?” dediler. Kendilerini yaratan Allah’ın, onlardan daha güçlü olduğunu görmüyorlar mıydı? Doğrusu onlar, bizim âyetlerimizi bile bile inkâr ediyorlardı.
- Biz de, dünya hayatında alçaltıcı bir azabı onlara tattırmak için, yedi gece sekiz gün süren o uğursuz günlerde üzerlerine dondurucu bir kasırga gönderdik. Âhiret azabı ise çok daha alçaltıcı olacak; orada asla yardım da görmeyeceklerdir.
- Semûd’a gelince; onlara da doğru yolu gösterdik, fakat onlar o apaydınlık yolu izlemek yerine cehâlet karanlıkları içinde kör olarak yaşamayı tercih ettiler. Bunun üzerine, yaptıkları günahlar yüzünden, alçaltıcı bir yıldırım azabı onları çarpıp yok etti!
- Buna mukâbil iman edip Allah’a karşı gelmekten sakınanları da kurtardık.
Göklerin ve yerin yaratılışında serdedilen bu kadar ilâhî kudret delillerine rağmen, üstelik ardı ardına gelen peygamberlerin her yolu deneyerek ısrarla sadece Allah’a kulluk edilmesi gerektiğini bildirmelerine rağmen, inatla Allah’ın birliğini reddeden ve O’na kulluğu kabullenmeyen münkirlerin artık cezalandırılmaya müstahak oldukları anlaşılmaktadır. Burada misal olarak da Âd ve Semûd kavimleri seçilmiş; onları çarpıp helak eden kasırga ve yıldırım nazar-ı dikkate sunulmuştur:
Âd kavminin kötülüğü, yeryüzünde hakları olmadığı halde büyüklenmeleri, kendilerini çok güçlü ve kuvvetli görmeleri ve Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr etmeleri idi. Öyle ki Allah’ı da unutarak, kendilerinden daha güçlü hiç kimsenin olmadığını söyleyecek bir küstahlık içinde idiler. Böylece gazab-ı ilâhîyi celbettiler. Üzerlerine, yedi gece sekiz gün süren ve uğradığı yeri darmadağın eden dondurucu bir kasırga gönderildi. (bk. Ahkāf 46/24-25; Zâriyât 51/42; Hakka 69/6-7) Kibirleri kırıldı, alçaldılar, burunları sürtüldü ve helak oldular. Âhirette ise daha alçaltıcı, rezil rüsvâ edici bir azaba uğrayacaklardır.
Semûd kavminin kötülüğü, Allah’ın gösterdiği doğru yolu terk edip cehâlet karanlıkları içinde küfür ve inkâr körlüğünü tercih etmeleri idi. Böyle olunca hep zulüm ve haksızlık yaptılar. Kahr-ı ilâhîyi celbettiler. Kendilerini çarpan alçaltıcı bir yıldırım azabıyla helak edildiler.
Her iki kavmin helaki sırasında da Allah Teâlâ iman edenleri, gönülleri Allah korkusu ve saygısıyla dopdolu olup günahlardan sakınanları kurtarmıştır.
Burada örnek verilen Âd ve Semûd kavimlerinin, Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’e karşı çıkan müşrik Araplarla ortak yönleri dikkat çekmektedir. Müşrikler de Âd kavmi gibi kibirli idiler. İnsandan peygamber olmayacağını ve peygamberlerin ancak meleklerden gönderilebileceğini düşünüyor, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile birlikte bir meleğin gelmesini istiyorlardı. (bk. En‘âm 6/8-9; Hûd 11/12; İsrâ 17/94-95) Yine onlar aynen Semûd kavmi gibi, içinde bulundukları küfür, şirk ve sapıklığı Peygamber (s.a.s.)’in getirdiği doğru yola tercih ediyorlardı. İşte müşrikler, aynı özellikleri taşıyan toplumların başına gelen felâketler hatırlatılarak uyarılmakta ve İslâm yoluna çağrılmaktadırlar.
Bu âyet-i kerîmelerin, indikleri dönemdeki müşrikler üzerinde bıraktığı tesiri göstermesi itibariyle şu hâdise gerçekten dikkat çekicidir:
İslâm davetinin günden güne gelişmesi üzerine iyice telâşa kapılan müşrikler, bir toplantı yaparak bu gidişâtın önünü alabilmek için çâreler düşündüler. Mes’ele hakkında Efendimiz (s.a.s.) ile konuşması için Utbe bin Rebîa’yı gönderdiler. Utbe, müşriklerin daha önce yapmış oldukları zenginlik, evlilik, makam ve şöhret gibi teklifleri fazlasıyla tekrar ederek uzun uzun konuştu. Sözlerini bitirinceye kadar Allah Resûlü onu sessizce dinledi Sonra da:
“- Ey Ebu’l-Velîd! Söyleyeceklerin bitti mi?” diye sordu. Utbe, “Evet!” deyince Resûlullah (s.a.s.) “Şimdi de sen beni dinle!” buyurdu ve Besmele çekerek Fussılet sûresini okumaya başladı. Secde âyeti olan 37. âyeti de okuyup secde ettikten sonra:
“−Ey Ebu’l-Velîd! Okuduklarımı dinledin. Artık işte sen, işte o!” buyurdu.
Utbe kalkıp arkadaşlarının yanına dönerken, onu gören müşrikler:
“−VAllahi Ebu’l-Velîd gittiğinden çok farklı bir yüzle geliyor. Hâli çok değişmiş?!” dediler. Yanlarına geldiğinde heyecanla Utbe’ye: “Ne oldu, anlatsana?” dediler. Utbe:
“−VAllahi, öyle bir söz dinledim ki şimdiye kadar bir benzerini hiç işitmemiştim. O ne şiir, ne sihir, ne de kehânettir! Muhammed:
«Ben sizi Âd ve Semûd kavimlerini yıldırım gibi çarpan korkunç azabın sizi de çarpabileceği gerçeğine karşı uyarıyorum!» (Fussılet 41/13) dediği zaman, daha fazla okumasın diye elimle ağzını tutarak, akrabalığımız hakkı için yemin ettim. Muhammed’in söylediği her şeyin aynen vuku bulduğunu bildiğim için üzerimize azap ineceğinden korktum. Ey Kureyş cemaati! Gelin beni dinleyin! O’nu kendi işiyle baş başa bırakın, aradan çekilin! Eğer onu Araplar öldürürse, başkası vâsıtasıyla O’ndan kurtulmuş olursunuz. Şâyet Araplara hâkim olursa, O’nun hâkimiyeti sizin hâkimiyetiniz, O’nun kudret ve şerefi sizin kudret ve şerefiniz demektir. Böylece Muhammed sâyesinde insanların en mutlusu olursunuz!” dedi. (İbn Hişâm, es-Sîre, I, 313-314; İbn Kesîr, Bidâye, III, 111-112)
Bahsedildiği üzere inkârcı toplumlar dünyada bir kısım felâketlerle helak edildiler. Bunların âhirette uğrayacakları azaba gelince:
- Gün gelecek, Allah’ın düşmanları, baştan sona tutuklanıp bir araya getirilerek, cehenneme doğru sürülecekler.
- Nihâyet ateşin karşısına geldiklerinde kendi kulakları, gözleri ve derileri, vaktiyle işledikleri bütün kötülükleri söyleyip onların aleyhinde şâhitlik edecekler.
- Derilerine öfke ve hayretle: “Niçin aleyhimizde şâhitlik ediyorsunuz?” diye çıkışacaklar. Derileri ise: “Ne yapalım; her şeyi konuşturan Allah bizi de konuşturdu. Sizi başlangıçta yaratan O idi; yine O’na dönüyorsunuz” diye cevap verecekler.
Bu âyetlerde kulakların, gözlerin ve derilerin şâhitlik yapacağı haber veriliyor. Dilin tatma ve burnun koklama özellikleri deriye ait hususiyetler olduğu için ayrıca zikredilmeye lüzum görülmemiştir. Yani onlar da şâhitlik yapacaklardır. Diğer azaların şâhitliği hususunda Yâsîn sûresinde şöyle buyrulur:
“O gün onların ağızlarını mühürleriz de, işlemiş oldukları günahları bize elleri söyler, ayakları da buna şâhitlik eder.” (Yâsîn 36/65)
Buna göre eller ve ayaklar da o gün şâhitlik yapacaktır. Şâhitler bunlarla da sınırlı değildir. Kişinin üzerinde dolaştığı mekanlar, iyilik ya da kötülük yaptığı yerler de şâhitlik yapacaktır. Nitekim Zilzâl sûresinde bu hakikat şöyle beyân buyrulur:
“Yer bütün ağırlıklarını; ölülerini, hazinelerini fırlatıp dışarı çıkardığı ve insan şaşkın şaşkın: «Ne oluyor buna?» dediği zaman! İşte o gün yer, üstünde olan biten bütün haberlerini anlatır: Çünkü Rabbin ona böyle yapmasını emretmiştir.” (Zilzâl 99/2-5)
Enes b. Malik (r.a.) der ki:
Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda idik, tebessüm buyurdu. Sonra: “Niçin güldüğümü biliyor musunuz?” diye sordu. Biz: “Allah ve Resûlü daha iyi bilir” dedik. Şöyle buyurdu:
“- Kulun Rabbine hitabından dolayı tebessüm ettim. O: «Ey Rabbim! Sen beni zulümden alıkoymadın mı?» der. Yüce Rab: «Evet» der. Bu sefer kul: «Ben kendime karşı ancak kendimden olan şahidi kabul ederim» der. Bunun üzerine yüce Allah: «Bugün sana karşı şâhit olarak kendin yetersin. Şâhitler olarak da kirâmen katibîn melekleri yeter» buyurur.”
Efendimiz devamla buyurdu ki: “Allah o kişinin ağzına mühür vurur ve bu sefer azalarından konuşmaları istenir. Azalar yaptıkları işleri söyler. Sonra onu konuşmak üzere serbest bırakır. Kul der ki: «Benden uzak olun, benden uzak olun. Ben sizin için mücadele edip duruyordum.»” (Müslim, Zühd 17)
Yüce Rabbimiz için hiçbir şey zor değildir. Dünyada etten ibaret olan insan diline konuşma özelliği verdiği gibi, âhirette bu husûsiyeti şâhitlik yapacak canlı veya cansız her şeye verecektir. Onlar da yaptıklarını, bildiklerini, üzerinde yapılanlarını veya kendileri vasıtasıyla yapılanları Allah’ın buyruğu ile eksiksiz dile getireceklerdir. Bunun böyle olacağında bir şüphe olmamakla birlikte:
- Oysa siz, vaktiyle günahlara dalarken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün aleyhinizde şâhitlik yapacağından çekinmiyordunuz. Üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz.
- İşte Rabbiniz hakkındaki bu yanlış düşünceniz, sizi helâke sürükledi de hüsrâna uğrayanlardan oldunuz!
Kulak, göz, deri, el, ayak ve diğer azalarımızın aleyhimizde şâhitlik yapmamaları için bu dünya hayatında dikkatli olmamız icap eder. Bu dikkati gösterebilmek için de Allah’a olan imanımızın tam ve kâmil olması zaruridir. Allah Teâlâ’nın her şeyi gördüğünü, her şeyi bildiğini ve her şeyden hakkiyle haberdar olduğunu bilen insan, ancak O’nun râzı olduğu işlerle meşgul olur ve râzı olmadığı şeylerden de uzak durur. Bu ancak ihsan seviyesinde bir kullukla erişilebilecek bir başarıdır. Eğer insanda bu iman ve ihsan duygusu kökleşmez, yaptıklarından Allah’ın habersiz olduğunu zannederse, bu zan onu netice itibariyle mahvedecek ve ebedî hüsrana uğramasına sebep olacaktır.
Bu âyetlerin nüzûlünü konu alan bir hâdiseyi Abdullah b. Mes’ud şöyle anlatır:
“Bir ara Kâbe’nin örtüsüne tutunmuş duruyordum. Biri Benî Sakîf ten, ikisi Kureyş’ten veya biri Kureyş’ten ikisi Benî Sakîf’ten olan üç kişi geldi. Bunların göbeklerinin eti çok ama akıllarının bilgisi azdı. O güne kadar duymadığım laflar ettiler. Biri dedi ki: «Ne dersiniz, Allah konuşmamızı işitiyor mudur?» Diğeri, «Sesimizi yükseltirsek duyar, yükseltmezsek duymaz», üçüncüsü ise «Bence açıktan konuştuğumuzu duyuyorsa gizli konuşmalarımızı da duyar» dedi. Bu konuşmaları Peygamberimiz (s.a.s.)’e anlattım; bunun üzerine «Oysa siz, vaktiyle günahlara dalarken kulaklarınızın, gözlerinizin ve derilerinizin bir gün aleyhinizde şâhitlik yapacağından çekinmiyordunuz. Üstelik yaptıklarınızın çoğunu Allah’ın bilmediğini sanıyordunuz. İşte Rabbiniz hakkındaki bu yanlış düşünceniz, sizi helâke sürükledi de hüsrâna uğrayanlardan oldunuz!» âyetleri nâzil oldu. (Buhârî, Tefsir 41/2; Müslim, Münafıkîn 5)
Bir kez imansız bir biçimde can verip ebediyen cehennemi boyladıktan sonra:
- Artık sabretseler de sabretmeseler de, onların varacağı yer cehennemdir. Özür dileyip dünyaya dönerek Allah’ın rızâsını kazanmak isteseler de artık onlara bu fırsat verilmeyecektir.
Âyetin, “Özür dileyip dünyaya dönerek Allah’ın rızâsını kazanmak isteseler de artık onlara bu fırsat verilmeyecektir” (Fussılet 41/24) kısmıyla alakalı olarak şu izahlar yapılabilir:
› Onlar dünyaya geri dönmek isteyecekler, fakat geri dönmelerine müsaade edilmeyecektir.
› Cehennemden kaçıp kurtulmak isteyecekler, ama kurtulamayacaklardır.
› Tevbe etmek isteyecekler, fakat tevbeleri kabul edilmeyecektir.
› Kendilerinden hoşnut ve râzı olunmasını isteyecekler, fakat bunun onlara faydası olmayacaktır.
Hâsılı sabretseler de sabretmeseler de, dayansalar da dayanmasalar da, hangi çareye başvursalar da varacakları yer kesinlikle cehennem olacaktır!
Onların böyle bir acı sona uğramalarının önemli bir sebebi de şudur:
- Biz onlara öyle kötü arkadaşlar musallat ettik ki, bunlar yaptıkları ve yapacakları bütün kötülükleri onlara süslü ve câzip gösterdiler. Böylece, kendilerinden önceki cin ve insan topluluklarının başına gelen azap sözü, onlar için de kaçınılmaz oldu. Gerçekten onlar, büyük bir hüsrâna uğramışlardır.
Sünnetullâh gereği iyi insanlara iyi insanlar arkadaş olur, kötü insanlara kötü insanlar arkadaş olur. Bir insan kötülüğe ve sapıklığa ne kadar batarsa, o derece kötü arkadaşlar edinir. Şeytanlar onun dostu olurlar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Kim Rahman’ı hatırından çıkarıp öğüt ve uyarılarla dolu Kur’an’ı görmezlikten gelirse, biz ona bir şeytan sardırırız da, artık o şeytan onun ayrılmaz yoldaşı olur. Bu şeytanlar onları Allah’a giden yoldan çıkarırlar; onlar ise hâlâ kendilerini doğru yolun üzerinde sanırlar. Sonunda hesap vermek üzere huzurumuza geldiklerinde ise o yoldaşına: «Keşke seninle aramız doğu ile batı arası kadar uzak olsaydı. Sen meğer ne kötü arkadaşmışsın!» diyecek. Bu temennî ve pişmanlığınız bugün size hiçbir fayda vermeyecektir. Çünkü dünyada iken birlikte zulmettiniz. Şimdi de azabı birlikte çekeceksiniz!” (Zuhruf 43/36-39)
Âhiretten gâfil bir halde günahlar içinde yaşayan o insanların etrafını, yumurta kabuğunun yumurtayı sardığı gibi saran kötü arkadaşlar, onlara “önlerinde ve arkalarında olan şeyleri”, yaptıkları ve yapacakları günahları süslü, şirin ve câzip gösterirler. “Önlerindeki şeyler”den maksat, içinde yaşadıkları dünya işleri ve onun bayağı zevkleri olabilir. Bunları çekici gösterip onları bütünüyle dünyaya bağlayarak günah ve isyanlara boğulmalarını sağlarlar. “Arkalarındaki şeyler”den maksat da ölüm sonrasıyla alakalı şeyler olabilir. Onları aldatarak yeniden diriliş, hesap, cennet, cehennem gibi istikbâle ait inanç esaslarını inkâr ettirirler. Bu yönüyle âyet-i kerîme, insanın içinde yaşadığı içtimâî muhîtin, etrafını saran arkadaş çevresinin ve bunlarla olan dostluk ilişkilerinin, inanç ve amel bakımından yürüyeceği yolu belirleme ve o yolda ilerleme bakımından ne kadar tesirli olduğuna dikkat çekmektedir.
Gerçeklerin iç yüzü böyleyken:
- İnkâr edenler: “Şu Kur’an’ı dinlemeyin ve okunurken ona karşı yaygara koparın, böylece başkalarının dinlemesini de engelleyin. Belki bu yolla mü’minlere üstün gelirsiniz” dediler.
Âyete şu şekilde mânalar verilmiştir:
“Okununca Kur’an’ı dinlemeyin. Kırâati esnasında asılsız sözler ve hezeyanlarla yüksek sesle bağırıp çağırın. Böylelikle okuyanı yanıltır, mânasının anlaşılmasını önler ve onu kıraatten engellemiş olursunuz.” Kureyş müşrikleri birbirlerine böyle tavsiye ederlerdi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, V, 198)
“Resûlullah Kur’ân okuduğu zaman ıslık çalarak, karışık şeyler söyleyerek onun kafasını karıştırın; onu yalanlayın, inkâr edin.” (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 140)
Rivayete göre Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) Mekke’de bulundukları sırada Kur’an okuyup sesini yükselttikleri zaman müşriklerin ileri gelenleri, insanları onun yanından uzaklaştırıyor ve onlara: “Bu Kur’ân’ı dinlemeyin” diyorlardı. Kendileri de alkış tutuyor, ıslık çalıyor, şiir ve recez söyleyerek ortalığı gürültüye boğuyorlardı. (bk. Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, XXIV, 119) Maksatları, insanların Kur’ân’ı anlamalarını engellemek ve bu yolla Peygamberimiz (s.a.s.)’e galip gelmekti. Halbuki bu durum onların cehaletinden kaynaklanmaktaydı. Çünkü onlar, bu işi yaptıkları sırada, kendilerinin boş ve bâtıl şeylerle meşgul olduklarını ikrar etmiş oluyorlardı. Allah Te’âlâ’nın ise Peygamberi’ne yardım edeceğini biliyorlardı. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 120)
Âyet-i kerîmede Allah Te’âlâ onların bu durumlarını haber vermiş ve Kur’ân’a karşı sergiledikleri bu tavırlarına karşılık onları şiddetli bir şekilde cezalandıracağını şöyle bildirmiştir:
- Biz de o küfre batmış olanlara şiddetli bir azap tattıracak ve onları yapageldikleri günahların en kötüsüne göre cezalandıracağız.
- İşte Allah düşmanlarının cezası: Ateş! Âyetlerimizi bile bile inkâr etmelerine karşılık, orası onların ebediyen kalacakları yurtlarıdır.
- İnkâra saplanmış olanlar cehennemde şöyle diyecekler: “Rabbimiz! Gerek cinlerden gerek insanlardan bizi saptıranları bize gösteriver; onları ayaklarımızın altına alıp çiğneyelim de böylece en aşağılık kimseler olsunlar!”
Dünyadaki şiddetli ceza, Bedir’de, Hendek’te, Huneyn’de olduğu gibi müşriklerin müslümanlar karşısında uğrayacakları mağlubiyetler, bu vesileyle öldürülmeleri, esir edilmeleri ve nihâyet kaçacak yer arama mecburiyetinde kalmalarıdır. Âhirette de dünyada yaptıklarının en kötüsüne göre ceza göreceklerdir. Yani dünyadaki yakınları ziyaret, onlara sahip çıkma, muhtaçlara yardım, insanlara iyi davranma gibi güzel davranışları ile değil, Allah’a ortak koşmak ve Kur’an’a düşmanlık gibi gerçekten kötü amelleri dikkate alınarak cezalandırılacaklardır. Allah düşmanlarının hak ettikleri ceza, içinde ebedi kalmak üzere cehennem olacak ve orada çeşitli şekillerde pişmanlıklarını dile getireceklerdir. Burada haber verildiğine göre, kendilerinin doğru yoldan sapmalarının sebebi olarak gördükleri cin ve insan şeytanlarına o kadar kızacaklar ki, bir görebilseler, onları ayaklarının altına alıp çiğnemek, linç etmek isteyecekler. Ta ki onlar herkesten daha aşağı, aşağıların aşağısı olsunlar; cehennemin dibini boylasınlar! Bu feryatları, onlardaki kızgınlık ve pişmanlığın derecesini göstermeye kâfidir.
Kâfirlerin böyle içler acısı hâllerine mukâbil, gerçek mânada iman ve istikâmet üzere olanlara gelince:
- “Rabbimiz Allah’tır!” diye ikrarda bulunup, sonra da özde ve sözde dosdoğru olarak inanç, amel ve ahlâkta sapmadan doğru yolu tâkip edenlerin üzerine melekler iner ve şöyle derler: “Korkmayın ve üzülmeyin! Size va‘dolunan cennetle sevinin!”
Burada meleklerin üzerine indiği mü’minlerin iki mühim vasfı zikredilir:
Birincisi; iman: Bunlar, “Rabbımız Allah’tır” derler. Yani Allah’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allah’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün iman esaslarına da inanırlar.
İkincisi; istikâmet: Allah’ın rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sahip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya azami dikkat gösterirler.
Buna göre Allah’ın tek rab olduğunu kabullenip sonra istikamet üzere olmak, itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı bütün hususları içine alır. Bununla birlikte istikamete daha özel mânalar da verilmiştir. Mesela:
❂ Hz. Ebubekir bunu, “Allah’a asla ortak koşmamak ve O’ndan başka bir ilâha asla yönelmemek”,
❂ Hz. Ömer, “imanda sebat etmek”,
❂ Hz. Osman, “ihlasla amel etmek”,
❂ Hz. Ali ise “farzları yerine getirmek” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 143; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 254)
Demek ki melekler, Allah’a inanıp O’nu tanıyan ve O’na karşı kulluk vazifelerini aşırılığa kaçmadan hakkiyle yapan kamil mü’minlerin üzerine inerler.
Melekler dünyada olduğu gibi ölüm anında, kabirde ve kıyamet günü yeniden dirilirken de mü’minlerin üzerine inerler. İnerler de onlara öldükten sonra âhirette karşılaşacakları şeylerden dolayı korkmamalarını telkin ederler. Bilindiği üzere korku, insanın, başına kötü bir şeyin gelmesini beklemesinden doğan bir acıdır. Yine onlara geride bıraktıkları çoluk çocukları ve akrabaları sebebiyle de üzülmemelerini söylerler. Allah Teâlâ’nın onlara iyilikle muamele edeceğini, kendilerine de cennette, dünyadakinden daha çok ve daha güzel nimetler vereceğini; onları cennette müslüman yakınları ve çocuklarıyla bir araya getireceğini bildirirler. Böylece onların hüzünlenmelerini önlerler. Çünkü “hüzün”, faydalı bir şeyi kaybetmek veya zararı dokunacak bir şeyin meydana gelmesinden doğan bir üzüntüdür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 145; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 122; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 255)
Meleklerin dünyada mü’minlerin yanına gelip onlara ilâhî feyiz ve bereketi indirmelerini haber veren şu hadisler dikkat çekicidir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah Te’âlâ’nın hususi bazı melekleri vardır ki, yeryüzünde zikir ehlini aramak için dolaşırlar. Ne vakit Allah’ı zikreden bir cemaat bulurlarsa birbirlerine seslenip: «Geliniz! Aradığınız buradadır» diyerek orada toplanırlar. O yeri kanatları ile göğe kadar çevirirler. Sonra Allah Te’âlâ, o zikir ehlinin durumunu meleklerden daha iyi bildiği halde onların ne söyledikleri, kendisinden ne istedikleri ve neden Allah’a sığındıkları konusunda soru sorup bilgi alır. Sonra da onları bağışladığını ve onlarla beraber bulunan kişilerin asla bedbaht olmayacağını bildirir.” (Buhârî, Deavât 67; Müslim, Zikir 25)
“Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler, hesabınızı vermek üzere huzur-ı ilâhîye yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere, «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da, «Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, yine biz onlara namaz kılarlarken vardık» derler.” (Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 16; Müslim, Mesâcid 210)
Melekler, dünyada veya bahsi geçen ölüm anı, kabir ve haşirden birinde mü’minleri, dünyada iken peygamberler vasıtasıyla va‘dolundukları cennetle müjdelerler. Bu müjdelemeyle ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yapar:
“Melekler ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o, sâlih bir kişi idiyse şöyle derler: «Temiz cesette bulunan ey temiz ruh, övülmüş olarak rahat ve istirahat ile çık. Öfkeli olmayan Rabbin müjdesi sanadır.» Bunlar ruh çıkıncaya kadar söylenmeye devam ederler. Sonra ruh göğe yükseltilir ve gök kapılarının açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Ona; «Temiz cesette bulunan temiz ruh, merhaba. Övülmüş olarak, rahat ve istirahat ile gir. Öfkeli olmayan Rabbinden müjde sana» denilir. O, en yüce göğe erişinceye kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Şayet o, kötü bir kimse idiyse şöyle derler: «Pis cesette bulunan ey pis ruh çık, kötülenmiş olarak çık. Kavurucu ateş ve irinle ve buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz.» Ruh çıkıncaya kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Sonra o göğe yükseltilip göğün onun için açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Bunun üzerine: «Pis cesetteki pis ruh rahat yüzü görmeyesin, sana merhaba yok, kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır» denilir ve gökten geri gönderilir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364-365)
Yine Efendimiz (s.a.s.): “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurunca Hz. Âişe:
“- Yâ Rasûlallah! Ölümü sevmediği için mi kavuşmak istemez. Şâyet öyleyse hiçbirimiz ölümü sevmeyiz” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman o, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah Teâlâ da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire de Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman o, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)
Netice itibariyle, âyet-i kerîmeden anladığımıza göre melekler mü’minlere ölüm sırasında şöyle diyecekler: “Biz size dostuz. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınız idik. Sizi doğrultuyor, başarıya ulaştırıyor ve Allah’ın emriyle sizi muhafaza ediyorduk. Aynı şekilde âhirette de sizinle beraber olacağız. Kabirde sizin yalnızlığınızı ünsiyete çevireceğiz. Sûra üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve yeniden diriltilme, haşir gününde sizin korkunuzu emniyete çevireceğiz. Sırattan sizi geçireceğiz ve sizi nimetlerle dopdolu cennetlere ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği her şey sizindir. Gözleri aydınlatacak, gönülleri sevindirecek, seçip beğendiğiniz her şey cennette sizin için hazırlanmıştır. Ne isterseniz anında önünüzde hazır bulunacaktır. Ayrıca çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi Yüce Allah günahlarınızı affedecek, size sınırsız rahmet ve lutufta bulunacaktır.”
Şeytanların kâfirlere yaptığı kötülüğün aksine, melekler mü’minlere tüm işlerinde yardımcı olurlar. Onlara doğruyu ilham eder ve onları iyilik ve güzelliğe sebep olacak işlere teşvik ederler. Bu ayet, ihlâsla Allah’a kulluğa devam eden mü’minlerin bu hallerinin Allah’ın tevfiki ve melekler vasıtasıyla onlara yardımı sayesinde olduğunu hatıra getirir. Âhirette de melekler mü’minlere şefaat etmek ve onları güzellikle karşılamak suretiyle dostluklarını izhar edeceklerdir.
Âyet-i kerîmelerin işaretine göre meleklerin mü’minlere dostluğu üç kademede değerlendirilir:
✺ Rahmet dostluğu,
✺ Nusret dostluğu,
✺ Muhabbet dostluğu.
“Rahmet dostluğu” avam tabakası için, “nusret dostluğu” seçkinler için, “muhabbet dostluğu” ise seçkinlerin seçkinleri içindir. Allah Teâlâ, meleklerin rahmet dostluğuyla avam tabakasını dünyada şeriatın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kılar; âhirette de bu amellerine karşılık cenneti verir. Nusret dostluğuyla seçkinleri dünyada en büyük düşmanları olan nefs-i emmareleri üzerine salar ve devamlı kötülüğü emreden bu nefisleri kötü huylardan ve alçak sıfatlardan temizlemelerini sağlar; âhirette de onları “Rabbine dön” cezbesiyle mükafatlandırır. Muhabbet dostluğuyla ise seçkinlerin seçkinlerine dünyada müşâhede ve mükâşefe kapılarını açar; âhirette de onları kendisine en yakın kullardan eyler. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 256)
O hâlde:
- “Biz dünya hayatında da, âhirette de size dostuz. Cennette canınızın çektiği her şey vardır; orada istediğiniz her şey sizindir.”
- “Çok bağışlayıcı, sonsuz merhamet sahibi Allah’tan bir ikram olarak!”
Burada meleklerin üzerine indiği mü’minlerin iki mühim vasfı zikredilir:
Birincisi; iman: Bunlar, “Rabbımız Allah’tır” derler. Yani Allah’ı tanırlar, O’nun hiçbir ortağı ve dengi olmadığını kabul ederler. O’nu bütün noksan sıfatlardan ve ortaklardan pak ve uzak tutarlar. Ayrıca Allah’ı rab olarak tanımanın gerektirdiği bütün iman esaslarına da inanırlar.
İkincisi; istikâmet: Allah’ın rablığını, O’nun birliğini ikrarda devam edip, sahip oldukları arı duru tevhid inancını aslâ şirkle karıştırmadıkları gibi, Allah’ın emirlerini yerine getirmeye ve yasaklarından da bütünüyle kaçınmaya azami dikkat gösterirler.
Buna göre Allah’ın tek rab olduğunu kabullenip sonra istikamet üzere olmak, itikat, ibâdet, ahlâk ve muâmelâtla alakalı bütün hususları içine alır. Bununla birlikte istikamete daha özel mânalar da verilmiştir. Mesela:
❂ Hz. Ebubekir bunu, “Allah’a asla ortak koşmamak ve O’ndan başka bir ilâha asla yönelmemek”,
❂ Hz. Ömer, “imanda sebat etmek”,
❂ Hz. Osman, “ihlasla amel etmek”,
❂ Hz. Ali ise “farzları yerine getirmek” şeklinde izah ederler. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 143; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 254)
Demek ki melekler, Allah’a inanıp O’nu tanıyan ve O’na karşı kulluk vazifelerini aşırılığa kaçmadan hakkiyle yapan kamil mü’minlerin üzerine inerler.
Melekler dünyada olduğu gibi ölüm anında, kabirde ve kıyamet günü yeniden dirilirken de mü’minlerin üzerine inerler. İnerler de onlara öldükten sonra âhirette karşılaşacakları şeylerden dolayı korkmamalarını telkin ederler. Bilindiği üzere korku, insanın, başına kötü bir şeyin gelmesini beklemesinden doğan bir acıdır. Yine onlara geride bıraktıkları çoluk çocukları ve akrabaları sebebiyle de üzülmemelerini söylerler. Allah Teâlâ’nın onlara iyilikle muamele edeceğini, kendilerine de cennette, dünyadakinden daha çok ve daha güzel nimetler vereceğini; onları cennette müslüman yakınları ve çocuklarıyla bir araya getireceğini bildirirler. Böylece onların hüzünlenmelerini önlerler. Çünkü “hüzün”, faydalı bir şeyi kaybetmek veya zararı dokunacak bir şeyin meydana gelmesinden doğan bir üzüntüdür. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XXIV, 145; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, XXVII, 122; Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 255)
Meleklerin dünyada mü’minlerin yanına gelip onlara ilâhî feyiz ve bereketi indirmelerini haber veren şu hadisler dikkat çekicidir:
Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Allah Te’âlâ’nın hususi bazı melekleri vardır ki, yeryüzünde zikir ehlini aramak için dolaşırlar. Ne vakit Allah’ı zikreden bir cemaat bulurlarsa birbirlerine seslenip: «Geliniz! Aradığınız buradadır» diyerek orada toplanırlar. O yeri kanatları ile göğe kadar çevirirler. Sonra Allah Te’âlâ, o zikir ehlinin durumunu meleklerden daha iyi bildiği halde onların ne söyledikleri, kendisinden ne istedikleri ve neden Allah’a sığındıkları konusunda soru sorup bilgi alır. Sonra da onları bağışladığını ve onlarla beraber bulunan kişilerin asla bedbaht olmayacağını bildirir.” (Buhârî, Deavât 67; Müslim, Zikir 25)
“Gece ve gündüzde bir kısım melekler nöbetleşe aranızda bulunurlar. Bunlar sabah namazı ile ikindi namazında toplanırlar. Sonra sizi geceleyin takip eden melekler, hesabınızı vermek üzere huzur-ı ilâhîye yükselir. Sizi çok iyi bilen Allah, bu meleklere, «Kullarımı ne halde bıraktınız?» diye sorar. Onlar da, «Biz onları namaz kılıyorlarken bıraktık, yine biz onlara namaz kılarlarken vardık» derler.” (Buhârî, Mevâkîtu’s-salât 16; Müslim, Mesâcid 210)
Melekler, dünyada veya bahsi geçen ölüm anı, kabir ve haşirden birinde mü’minleri, dünyada iken peygamberler vasıtasıyla va‘dolundukları cennetle müjdelerler. Bu müjdelemeyle ilgili olarak da Allah Resûlü (s.a.s.) şu açıklamayı yapar:
“Melekler ölünün yanında hazır bulunurlar. Eğer o, sâlih bir kişi idiyse şöyle derler: «Temiz cesette bulunan ey temiz ruh, övülmüş olarak rahat ve istirahat ile çık. Öfkeli olmayan Rabbin müjdesi sanadır.» Bunlar ruh çıkıncaya kadar söylenmeye devam ederler. Sonra ruh göğe yükseltilir ve gök kapılarının açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Ona; «Temiz cesette bulunan temiz ruh, merhaba. Övülmüş olarak, rahat ve istirahat ile gir. Öfkeli olmayan Rabbinden müjde sana» denilir. O, en yüce göğe erişinceye kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Şayet o, kötü bir kimse idiyse şöyle derler: «Pis cesette bulunan ey pis ruh çık, kötülenmiş olarak çık. Kavurucu ateş ve irinle ve buna benzer başka azaplarla seni müjdeleriz.» Ruh çıkıncaya kadar bunlar söylenmeye devam ederler. Sonra o göğe yükseltilip göğün onun için açılması istenir. «Bu kimdir?» diye sorulduğunda, «falancadır» denilir. Bunun üzerine: «Pis cesetteki pis ruh rahat yüzü görmeyesin, sana merhaba yok, kötülenmiş olarak dön. Gök kapıları sana açılmayacaktır» denilir ve gökten geri gönderilir.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 364-365)
Yine Efendimiz (s.a.s.): “Kim Allah’a kavuşmak isterse, Allah da ona kavuşmak ister. Kim Allah’a kavuşmak istemezse, Allah da ona kavuşmayı arzu etmez” buyurunca Hz. Âişe:
“- Yâ Rasûlallah! Ölümü sevmediği için mi kavuşmak istemez. Şâyet öyleyse hiçbirimiz ölümü sevmeyiz” dedi. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.s.):
“- Hayır, öyle değil. Mü’mine Allah’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti müjdelendiği zaman o, Allah Teâlâ’ya kavuşmak ister; işte o zaman Allah Teâlâ da ona kavuşmayı arzu eder. Kâfire de Allah’ın azabı, gazabı haber verildiği zaman o, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz; Allah da ona kavuşmaktan hoşlanmaz” buyurdu. (Buhârî, Rikâk 41; Müslim, Zikir 14-17)
Netice itibariyle, âyet-i kerîmeden anladığımıza göre melekler mü’minlere ölüm sırasında şöyle diyecekler: “Biz size dostuz. Dünya hayatında sizin yoldaşlarınız idik. Sizi doğrultuyor, başarıya ulaştırıyor ve Allah’ın emriyle sizi muhafaza ediyorduk. Aynı şekilde âhirette de sizinle beraber olacağız. Kabirde sizin yalnızlığınızı ünsiyete çevireceğiz. Sûra üfürüldüğü sırada da sizinle beraber olacağız ve yeniden diriltilme, haşir gününde sizin korkunuzu emniyete çevireceğiz. Sırattan sizi geçireceğiz ve sizi nimetlerle dopdolu cennetlere ulaştıracağız. Orada canlarınızın çektiği her şey sizindir. Gözleri aydınlatacak, gönülleri sevindirecek, seçip beğendiğiniz her şey cennette sizin için hazırlanmıştır. Ne isterseniz anında önünüzde hazır bulunacaktır. Ayrıca çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibi Yüce Allah günahlarınızı affedecek, size sınırsız rahmet ve lutufta bulunacaktır.”
Şeytanların kâfirlere yaptığı kötülüğün aksine, melekler mü’minlere tüm işlerinde yardımcı olurlar. Onlara doğruyu ilham eder ve onları iyilik ve güzelliğe sebep olacak işlere teşvik ederler. Bu ayet, ihlâsla Allah’a kulluğa devam eden mü’minlerin bu hallerinin Allah’ın tevfiki ve melekler vasıtasıyla onlara yardımı sayesinde olduğunu hatıra getirir. Âhirette de melekler mü’minlere şefaat etmek ve onları güzellikle karşılamak suretiyle dostluklarını izhar edeceklerdir.
Âyet-i kerîmelerin işaretine göre meleklerin mü’minlere dostluğu üç kademede değerlendirilir:
✺ Rahmet dostluğu,
✺ Nusret dostluğu,
✺ Muhabbet dostluğu.
“Rahmet dostluğu” avam tabakası için, “nusret dostluğu” seçkinler için, “muhabbet dostluğu” ise seçkinlerin seçkinleri içindir. Allah Teâlâ, meleklerin rahmet dostluğuyla avam tabakasını dünyada şeriatın emirlerini yerine getirmeye muvaffak kılar; âhirette de bu amellerine karşılık cenneti verir. Nusret dostluğuyla seçkinleri dünyada en büyük düşmanları olan nefs-i emmareleri üzerine salar ve devamlı kötülüğü emreden bu nefisleri kötü huylardan ve alçak sıfatlardan temizlemelerini sağlar; âhirette de onları “Rabbine dön” cezbesiyle mükafatlandırır. Muhabbet dostluğuyla ise seçkinlerin seçkinlerine dünyada müşâhede ve mükâşefe kapılarını açar; âhirette de onları kendisine en yakın kullardan eyler. (Bursevî, Ruhu’l-Beyân, VIII, 256)
O hâlde:
- İnsanları Allah’a çağıran, sâlih ameller işleyen ve “ben müslümanlardanım” diye ilan eden kimseden daha güzel sözlü kim vardır?
Âyet-i kerîmenin nâzil olduğu dönemlerde bir kişinin müslüman olduğunu ilan etmesi büyük bir tehlike arz ediyor, âdeta hayatını tehlikeye atma, işkenceye uğrama, hatta ölüme davetiye çıkarma anlamına geliyordu. müslümanlar, kendilerini her an parçalayabilecek vahşi canavarlarla dolu bir ormanda yaşıyor gibiydiler. Hele bu ortamda İslâm’ı tebliğe cesaret edebilmek, o canavar ruhlu müşriklere “Gelin vahşiliğinizi gösterin” demek gibi oluyordu. İşte, sadece rahat ortamlarda değil, böyle tehlikeli durumlarda bile, bir kimsenin İslâm’ı kabul etmesi, sebat göstermesi ve İslâm’ın güzelliklerini başkalarına da tebliğ etmeye çalışması Allah Teâlâ’nın râzı olduğu en güzel amellerden biridir. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm’a çağırır, özellikle de temsil ettiği İslâm’a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın varabileceği en üst derecedir. Şâir Eşrefoğlu Rûmî der ki:
“Revişi pâk gerek dâ’vi-i İslâm edenin”
“Hakiki bir müslüman olduğunu iddia eden insanın her hareketinin şeriat kâidelerine uyması, her işinin hem bilgide hem amelde temiz, lekesiz ve kusursuz olması lâzımdır” derken de bize aynı hedefi gösterir.
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (k.s.) ne güzel nasihat eder:
“Bir kimse halkı Allah’a davet eder, kendisi de başkasına kalbini verirse sıkıntılara düşer. Yaptığı bir ibâdet ve zikir varsa kalbine giremez, dilinde kalır. Ayıktığı ve işiyle sözünü bir ettiği takdirde, Allah o sıkıntıları üzerinden kaldırır. Ayıkmadığı, kalbini söylediği şeylere vermediği takdirde ise; kulların kalbinde ona karşı şefkat ve merhamet hissi silinir. Kendisine tama ve hırs elbisesi giydirilir. Kullar ona karşı hissiz ve merhametsiz; buna karşılık kendisi de onların elindeki dünyalığa hırslı ve tamahkâr olur. Durum böyle olunca, yaşamak onun için bir acziyet hâlinden ibaret kalır. Ölümü de ayrı bir derttir. Âhirette ise sadece esef ve pişmanlık…” (Velîler Ansiklopedisi, I, 280)
Dolayısıyla bu âyet-i kerîme başta Resûlullah (s.a.s.) olmak üzere yaşayışı ve tebliğiyle İslâm’a gönül veren tüm mü’minleri; insanların müslümanca yaşaması ve iyi bir kul olması için gayret sarfeden herkesi, özellikle minârelerden günde beş vakit Cenâb-ı Hakk’ın ismini ve kelime-i şehâdetleri yüksek sesle ilan eden müezzinleri şumûlüne alır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) müezzinleri, “Kıyâmet günü boyunları en uzun olanlar müezzinlerdir” diye müjdelemiştir. (Müslim, Salât 14; İbn Mâce, Ezân 5)
Müezzinlerin faziletiyle alakalı şu rivayet ne kadar güzeldir:
Ebû Saîd el-Hudrî (r.a.) kendisi gibi sahabî olan Abdurrahman b. Ebî Sa’saa’ya şöyle der: “Ben senin koyunları ve kır hayatını sevdiğini görüyorum. Koyunlar arasında veya kırda iken, namaz için ezan okuduğunda sesini iyice yükselt. Çünkü müezzinin sesinin ulaştığı yere kadarki alanda olup da onu işiten cin, insan ve her varlık, kıyâmet gününde ezan okuyanın lehine şâhitlik yaparlar. Ben bunu Resûlullah (s.a.s.)’den böyle işittim.” (Buhârî, Ezan 5; Tevhid 52)
Müezzinlerin vazifesi ezanla namaza davet, mü’minlerin vazifesi de bu ilâhî davete tam bir teslimiyet ve samimiyet içerisinde icâbet etmektir. Allah dostlarından Rabî b. Haysem (r.h.)’in şu hâli ne ibretli bir misâldir:
O, artık yaşlanmıştı. Ama cemaatla namazı bırakmazdı. İki kişi arasında zor gelirdi. Yakınları:
“- Allah sana ruhsat vermiş. Bu hâlinle bulunduğun yerde de namazı kılabilirsin…” dedikleri zaman şu cevabı verirdi:
“- Rabbimin davetçisinin حَيَّ عَلَي الصَّلٰوةِ (hayye ale’s-salâh): Haydin namaza!» diye çağırdığını duyduğum zaman, dediğinizi nasıl yapabilirim ki?...” (Velîler Ansiklopedisi, I, 90)
Bu ve benzeri haller ibâdette zirve noktalara işaret ettiği gibi, gelen âyetlerde de dost düşman herkesin gönlünü eritecek ahlâkî olgunluğun zirve noktalarına işaret edilmekte ve mü’minler o zirvelere tırmanmaya yönlendirilmektedirler:
- İyilikle kötülük bir olmaz. Sen kötülüğü en güzel karşılıkla savmaya bak. O zaman göreceksin ki, aranızda düşmanlık bulunan kişi sanki candan, sımsıcak bir dost oluvermiştir.
- Bu güzel haslete ancak hakkiyle sabredenler erişebilir; buna ancak insânî kemâl ve faziletten yana nasîbi bol olanlar ulaşabilir!
- Eğer şeytandan gelen bir vesvese seni kötülüğe kışkırtacak olursa hemen Allah’a sığın! Çünkü O, evet O, her şeyi hakkiyle işiten, her şeyi hakkiyle bilendir.
İbn Abbas (r.a.) şu açıklamayı yapmıştır:
“34. âyette ifade edilen «en güzel yol»dan maksat, öfkeliyken sabretmek ve kötülüğe mâruz kalındığında bağışlamaktır. İnsanlar bunu başardıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da onların önünde eğilir ve candan bir dost gibi olur.” (Buhârî, Tefsir 41/1)
Yüce rabbimizin açıkça bildirdiği gibi elbetteki yilikle kötülük bir olmaz. İyilik kalplere pozitif enerji verir, kötülük kalbin nurunu söndürür, kuvvetini giderir. İyilik ve dürüstlük, gönülleri fetheden mânevî bir iksirdir. İyiliğin çok çeşitleri vardır. Kendimize yapılan kötülükleri affetmek bir iyiliktir. Kötülüğü affetmekle beraber, üstelik kötülük yapan o kişiye bir de iyilik yapabilmek daha faziletli bir iyiliktir. Esasen taşlaşmış kalpleri yumuşatıp eritecek, düşmanlıkları giderecek, kaynayan öfkeleri yatıştıracak ve en amansız düşmanları sımsıcak dost yapacak sır bunda gizlidir. Fakat bunu başarmak, konuşulduğu kadar kolay bir iş değildir. Bunu başarabilmek, büyük bir ahlâkî kemal, ruhî kıvam, sarsılmaz bir sabır ve yüksek bir fazilet ister.
Güzel isimlerinden biri اَلْعَفُوُّ (Afüvv) yani “Çok Affedici” olan Cenâb-ı Hak kullarının affedici olmasını ister. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek alınmaya değer kullar olduğunu bildirir. Çünkü onlar gerçekten de zor olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Bununla beraber bir insan dişini sıkar, sabreder ve kendisine haksızlıkta bulunanı bağışlarsa, şüphesiz bu, nefse hâkimiyet, azim ve kararlılık gerektiren büyük bir fazilettir.” (Şûrâ 42/43)
Resûlullah (s.a.s.) buyurur:
“…Kul başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir...” (Müslim Birr 69; Tirmizî, Birr 82)
“Gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74)
Şahsına yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Kolayca affedivermek, günah ve kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmek, Peygamberimiz (s.a.s.)’in en güzel ahlâkî hasletlerinden biri idi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş, kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muamele, merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir.
Yine hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muamele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için dua edebilmek, Resûlullah (s.a.s.)’in fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduada bulunmayıp hidâyetleri için dua etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in bu yüksek ahlâkî ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir:
“«İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz» diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr 63/2007)
Resûlullah (s.a.s.) bir gün:
“–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” buyurdu. Oradaki sahâbîler:
“–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Resûl-i Ekrem Efendimiz de şöyle buyurdu:
“–Sizden önceki kavimlerden birine mensûb idi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb 36/4887)
Hz. Ebubekir (r.a.)’la alakalı şu hâdise, kötülüğe sabırla mukâbele etmenin ve onun en güzel yolla savuşturmanın güzel bir misalidir:
Resûlullah (s.a.s.) ashâb-ı kirâmın arasında otururken, bir adam geldi, Hz. Ebubekir’e hakâretler ederek onu üzdü. Ancak Ebubekir (r.a.) sükût etti, adama cevap vermedi. Adam ikinci sefer aynı şekilde hakaret ederek eziyet verdi. Ebubekir yine sükût etti. Adam üçüncü sefer de hakaret edince Hz. Ebubekir adama hak ettiği cevâbı verdi.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.) hemen kalkıp yürüdü. Ebubekir (r.a.) arkasından yetişerek:
“–Ey Allah’ın Rasûlü, yoksa bana darıldınız mı?” diye sordu. Allah Resûlü (s.a.s.):
“–Hayır” buyurdu. Sonra da şöyle devam etti:
“–Lâkin gökten bir melek inmiş, o adamın sana söylediklerini yalanlıyor, senin adına ona cevap veriyordu. Sen karşılık verip intikamını alınca melek gitti, onun yerine şeytan geldi. Bir yere şeytan gelince ben orada durmam!” (Ebû Dâvûd, Edeb 41/4896)
Bayezid-i Bistami’yle alakalı şu menkıbe, onun bu muhteşem güzellikte ve i’cazdaki âyetin mâna derinliğine ne ölçüde vakıf olup gereğini yapmaya çalıştığını ortaya koymaktadır:
Bayezid bir akşam mezarlıktan geçerken Bistam’ın ileri gelenlerinden birinin oğlu sarhoş bir halde saz çalıyordu. Gencin kendisine yaklaştığını gören Şeyh “Lâ havle velâ kuvvete illa billâh!” dedi ama bunu der demez kabadayı sazı şeyhin başına vurdu. Saz ikiye bölündü, Şeyh de al kanlar içinde kaldı. Şeyh zaviyesine geldi. Sabah olur olmaz sazın parasıyla birlikte bir tepsi helvayı hizmetçisine verip gence gönderdi ve ona şunu söylemesini tembih etti:
“Bayezid, akşam başında kırılan sazdan dolayı senden özür diliyor. Bu parayı al ve başka bir saz satın al. Bu helvayı da ye ki kırılan sazın derdi ve acısı gönlünden çıksın.”
Genç bu durumu görünce geldi, şeyhin ayaklarına kapandı, tevbe etti ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Diğer bazı gençler de ona uyup Şeyh’in güzel huyu sayesinde doğru yolu buldular. (Attâr, Tezkire, Trc. Süleyman Uludağ, İstanbul, 2007, s. 179)
Hâsılı iyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. Zira iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir. Lâkin şunu da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder. Zira böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı muhakkaktır.
O hâlde ben müslümanım diyenler, İslâm’ın bu güzel ahlâk ve fazilet anlayışını kendinden asla ayrılmaz bir meziyet halinde kuşanarak insanları hikmet ve öğütlerle Allah’ın yoluna çağırmaya devam etmelidirler:
- Geceyle gündüz, güneş ve ay Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren delillerdendir. Siz güneşe de aya da secde etmeyin; her şeyi olduğu gibi bunları da yaratan Allah’a secde edin, eğer sadece O’na kulluk yapacaksanız.
- Şâyet inkârcılar, büyüklük taslayıp Allah’a secdeden yüz çevirirlerse, şunu bilsinler ki, Rabbinin katında bulunanlar, gece gündüz bıkıp usanmadan O’nu tesbihte bulunur; O’nun şânına yaraşmayan her türlü kusurdan yüce olduğunu ilan ve ikrar ederler.
Gece gündüz, güneş ve ay, Allah’ın varlığını, birliğini ve sonsuz kudretini gösteren deliller olup, kulluk edilmeye yalnızca O’nun layık olduğunu, dolayısıyla yaratılmış olan diğer varlıklara değil sadece Allah’a kulluk etmek gerektiğini açıkça ortaya koyar. Burada Allah’a yaklaşmak maksadıyla putlara taptıklarını söyleyen müşriklerin yanlış düşünceleri reddedilerek, “Eğer sadece Allah kulluk yapmak istiyorsanız, o halde putları vasıta kılmanıza gerek yoktur. Doğrudan doğruya Allah’a kulluk edilmelidir” tâlimatı verilir. Fakat bu emirle, Allah Teâlâ’nın, insanların ibâdetine, secdesine ihtiyacı olduğu zannedilmemelidir. Kibirlenip Allah’a secdeye yanaşmayanlar, ilâhî rahmetten mahrum kalma ve azaba müstahak olma bakımından kendileri adına zarara uğramış olurlar. Zaten Cenâb-ı Hakk’ın isyan etmeden, bıkıp usanmadan sırf kendine kulluk için yarattığı melekler, O’nu gece gündüz tesbih eder dururlar. O’nun şânına yaraşmayan her türlü moksanlıktan, ortaklıktan ve yakıştırmalardan nihâyetsiz yüce ve uzak olduğunu ilan ve ikrar ederler. Ki, Rabbimizin bunların tesbihine, tenzihine de asla ihtiyacı yoktur. O’nun her türlü emir ve yasakları sadece kullarının dünyevî ve uhrevî faydasınadır.
› Bu âyetler okunduğu ya da dinlendiğinde secde yapmak vaciptir. Secdenin 37. ayetin bitiminde mi, yoksa 38. âyetin bitiminde mi olduğuna dair görüş ayrılığı vardır. İmam Azam ve İmam Şafi (r.h.), 38. âyetin sonu itibariyle secde edilmesi gerektiği görüşündedirler.
Allah’ın varlığı, birliği ve yalnız O’na kulluğun gerekliliğini anlatan delillerden sonra şimdi de o yüce kudret sahibinin ölüleri de diriltmeye kadir olduğunu gösteren ibretli bir delil serdediliyor:
- Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren delillerden biri de şudur: Sen yeryüzünü kurumuş, boynu bükük halde görürsün. Fakat biz üzerine suyu indirdiğimiz de harekete geçer, kıpırdanır, kabarır. Onu dirilten, ölüleri diriltecek olanın da elbette tâ kendisidir. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter.
Kurumuş, boyun bükmüş toprağın üzerine suyun inmesiyle harekete geçip kabarması, dirilmesi ve bitkilerini çıkarması da Allah’ın varlığını ve kudretini gösteren delillerden biri olup, O’nun kıyâmet günü ölüleri diriltecek bir kuvvete sahip olduğunu açıklar. Allah yağdırdığı yağmurla nasıl ölü toprağı diriltip yeşertiyorsa, kıyâmet günü üfleyeceği ruh ile de ölü bedenleri öylece diriltecektir. Çünkü O’nun her şeye gücü yeter.
Öyleyse:
- Âyetlerimiz konusunda doğru yoldan sapanlar bize asla gizli kalmaz. Düşünün bakalım; kıyâmet günü ateşin içine atılan mı daha iyidir, yoksa büyük duruşmaya tam bir güven içinde gelen mi? İstediğinizi yapın; hiç şüphe yok ki O, bütün yaptıklarınızı görmektedir.
Buna rağmen bazı akılsız insanlar Allah’ın gerek kâinattaki varlık delilleri, gerek de bu delillerin sözlü ifadesi olan Kur’an âyetleri konusunda, onlara iman ve teslimiyet bakımından, doğru yoldan sapıp sapıklığa düşmektedirler. اَلإلْحَادُ (ilhâd), doğru yoldan sapmak ve sapıklığa düşmek mânasına gelir. “Allah’ın ayetleri konusunda ilhad etmek” ise, ayetlerin doğru mânalarını terk ederek, bu mânalarla hiçbir alakası olmayan başka mânalar çıkarmak, âyetlerin doğru anlaşılmasına engel olmak demektir. Böyle kimseler, sadece kendileri yoldan çıkmakla kalmayıp, başkalarını da sapıklığa düşürürler. Nitekim Mekkeli müşrikler, Kur’an tilâveti esnasında ıslık çalıp el çırparak, gürültü yaparak Kur’an’ın sıhhatli bir tarzda dinlenip anlaşılmasına mani olurlardı. Kur’an ayetlerini dinledikten hemen sonra, onları siyak ve sibak içerisindeki anlam örgüsünden çıkarmak, tahrif etmek ve yanlış yorumlamak suretiyle başkalarını saptırmaya çalışırlardı. Yine Kur’an hakkında yalan dolan sözler sarf eder, inatçılık ve zorbalık yaparlardı. Böyle kimselerin varacağı yer cehennemdir. Şüphesiz dünyada Allah’ın âyetlerine iman edip onların muhtevasında yaşayarak o dehşetli, korkunç, belalı kıyamet günü Allah’ın azabından emniyette olanlarla, ebedî azaba mahkum edilecek bu mülhitlerin durumu aynı değildir!
Halbuki Kur’an, hiç de inkâr edilebilecek bir kitap değildir. Bilakis gerçeğin tâ kendisi, hidâyet ve şifa kaynağı olan en büyük ilâhî lutuftur:
- Gerçek şu ki, kendilerine tebliğ edilen bu Kur’an’ı inkâr edenler, dünyada da âhirette de zillet ve perişanlıktan kurtulamayacaklar! Çünkü o, gerçekten çok şerefli, çok değerli, mağlup edilemez bir kitaptır.
- Kur’an’a ne önünden ne de arkasından, hiçbir yönden bir noksanlık, bir yanlışlık asla sızamaz. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her türlü övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.
- Rasûlüm! Sana kâfirler tarafından söylenen bu incitici sözlerin aynısı, senden önceki peygamberlere de söylenmişti. Öyleyse onların sabrettiği gibi sen de eziyetlere sabret! Şüphe yok ki Rabbinin hem bağışlaması bol, hem de cezası pek acıdır.
Kur’ân-ı Kerîm, “azîz”dir; asla mağlup edilemeyecek, devamlı üstün gelecek, çok değerli ve şerefli büyük bir kitaptır. İhtiva ettiği faydalar pek çoktur. Gerek Peygamber (s.a.s.)’e indiği sıralarda, gerekse nâzil olup bütün hükümleri yerleştikten sonra, hükümlerini, emir ve yasaklarını ihlal edecek; kıymet ve şerefini alçaltmak ve hükümlerini değiştirmek gibi şanına noksanlık getirecek hiçbir şey ona yaklaşamaz. Hiçbir bâtıl inanç ve yanlış bir düşünce ona sızamaz. Çünkü Kur’ân, her işi hikmete dayalı ve her türlü övgüye lâyık Allah Te’âlâ tarafından indirilmiştir.
“Bâtıl”; hakkın, doğrunun ve gerçeğin zıddı olup, incelemeye tabi tutulduğunda sebatı olmadığı ortaya çıkan şeydir. Kur’an, gerçeğin ta kendisi olduğu için herhangi bir yönden bâtılın ona yaklaşması ve onu iptal etmesi mümkün değildir. Önceki ilâhî kitaplar onu yalanlamadığı gibi, ondan sonra da onu yalanlayacak, iptal edip neshedecek bir kitap gelmeyecektir. Kur’ân’ın doğru dediği şey daima doğrudur, bunun bâtıl olma ihtimali yoktur. Bâtıl olduğunu açıkladığı şey de daima bâtıldır, bunun gerçek olma ihtimali yoktur. Kur’an hem noksanlıktan, hem de kendisine bir şey ilâve olunmaktan korunmuştur. “…onu muhafaza edecek olan da elbette biziz” (Hicr 15/9) âyeti bunu haber verir.
Gerçekten de Kur’ân-ı Kerîm geleli on beş asrı bulduğu halde bir âyeti şöyle dursun bir kelimesini bile değiştirecek bir hâdise meydana gelmemiş olması buna şâhittir. Kıyâmete kadar da böyle bir şey zuhur etmeyecektir. Bunun gibi Kur’an’ın hükümleri de koruma altına alınmıştır. Bazı hükümlerine, nefsânî arzularına uyan cahiller tarafından itiraz vuku bulursa da, o hükümleri değiştirmek şöyle dursun, belki onun itirazı akıl, hikmet ve insaf ehli nazarında o hükümlerin kıymetinin büyümesine vesile olur. Bunlar üzerinde düşündükçe Kur’an’ın getirdiği ebedî hükümlerin büyüklük, yücelik ve öneminin artmasına sebep olur. Hâsılı Kur’ân’ın şerefini alçaltmak için çalışanların bu çalışmaları, aksine onun şerefinin yükselmesine hizmet ettiği ve bu uğurda çalışanların kendilerinin de her defasında hakir ve zelil oldukları sürekli görülen bir durumdur.
Ayrıca bu âyetler, Resûlullah (s.a.s.)’i önceki peygamberlerin halleriyle teselli ederek, düşmanların gizli ve açık hiçbir hilesinin işlerine yaramayacağı ve onların tüm düşmanlığına rağmen İslâm’ın yayılmaya devam edeceği müjdesini de içerir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Arapça olarak indiirlmesinin hikmetine gelince:
- Biz o Kur’an’ı yabancı bir dilde indirseydik, onlar elbette: “Onun âyetleri anlayacağımız bir dille iyice açıklanmalı değil miydi? Arap olmayana yabancı dilde bir kitap olur mu?” diyeceklerdi. De ki: “O, iman edenlere doğru yolu gösteren bir rehber ve eşsiz bir şifa kaynağıdır.” İnanmayanlara gelince onların kulaklarında bir ağırlık vardır; Kur’an kendilerine kapalı ve karanlık gelir. Onlara sanki çok uzak bir yerden sesleniliyor da söyleneni duymuyorlar!
Resûlullah (s.a.s.) Arap asıllı ve hitap ettiği toplum da Arap olduğu için Kur’ân-ı Kerîm de Arapça olarak ihsan edilmiştir. Hikmete uygun olan da budur. Çünkü peygamber göndermenin ve kitap indirmenin hedefi, insanları Allah’ın yoluna çağırmak ve onları manevî karanlıklardan aydınlığa çıkarmaktır. Bu da ancak insanlara gerçekleri anlayacakları bir dille izah etmekle mümkün olabilir. (bk. İbrâhim, 14/1-4) Bu tıpkı bir doktorun hastaya ne yapacağını anlayacağı bir dille açıklamasına benzer. Çünkü mühim olan hastalığı tedavi ederek kişinin en kısa zamanda sağlığına kavuşmasını sağlamaktır. Bu gerçekler dikkate alındığında, eğer Kur’an yabancı bir dilde indirilseydi, müşriklerin eline sağlam bir gerekçe geçmiş olacak ve “Araplara yabancı dilde bir kitap, öyle mi? Bunu nasıl anlayacağız?” diyeceklerdi. Kur’ân-ı Kerîm’in mesajı açıktır. Bunu anlamak için sadece iman şartı vardır. İman olduktan sonra Arapça biliyorsak Arapça aslından, başka bir dili konuşuyor ve anlıyorsak onun tercüme ve tefsirlerinden Kur’an’ın bizden ne istediğini anlar, doğru yolu bulur, tüm manevî hastalıklarımızı Kur’an eczânesinden alacağımız ilaçlarla tedavî edebiliriz. Çünkü o, iman edenlere doğru yolu gösteren bir rehber ve sınırsız bir şifa kaynağıdır. Eğer iman yoksa, kişinin Arapça bilip bilmemesinin bir faydası yoktur. Çünkü iman nurundan mahrum olan kişinin kulakları Kur’an hakikatlerini dinlemeye karşı sağırdır, basîret gözü de Kur’an’ın hakikatlerine karşı kördür. Kur’an o tür insanlara kapalı ve karanlık gelir; onlar için bir mâna ifade etmez.
Âyetin sonunda Kur’an’a inanmayan müşrikler, kendilerine uzaktan seslenilen kimselere benzetilir. Uzaktan bağırılan kimseler bir ses duysalar da, bağıranın sözlerini anlayamazlar, kelimeleri seçemezler. O sesle neyin söylendiğini bilemezler. Esasen burada uzaktan seslenilen kimselerle insanlardan çok hayvanların kastedildiği anlaşılmaktadır. Hayvanlara uzaktan bağırılır ve onlar bağırtıdan başka bir şey anlamazlar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Allah’ın daveti karşısındaki tavırları itibariyle kâfirlerin hâli, tıpkı çobanın çağrısını duyduğu halde, bu sözleri mânasız bir ses ve gürültü olarak algılayan sürünün durumuna benzer. Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Çünkü akıllarını kullanmazlar.” (Bakara 2/171)
Görüldüğü üzere bu âyetlerde kâfirlerin Kur’an’ı anlamak istemeyişleri tasvir edilmekte ve Kur’an çağrısına karşı söz anlamayan, sadece bir bağırtı duyan hayvanlar gibi davrandıkları haber verilmektedir. Ancak kâfirlerin sergilediği bu durum sadece Kur’an’a mahsus değildir:
- Biz Mûsâ’ya da kitap vermiştik; senin halkın Kur’an konusunda nasıl farklı tutumlar içinde ise, o kitap konusunda da farklı tutumlar içine girilmişti. Eğer azabın ertelenmesine dâir Rabbin tarafından verilmiş bir söz olmasaydı, azaplarına hükmedilerek işleri çoktan bitirilmiş olurdu. Buna rağmen, onlar hâlâ Kur’an hakkında derin bir şüphe ve kararsızlık içinde bocalayıp durmaktadırlar.
İnsanların ilâhî gerçekler karşısında ayrılığa düşmeleri, bir kısmı inanırken bir kısmının inkâr etmesi sadece Kur’an’a mahsus bir durum değil, önceki peygamberler dönemi için de geçerlidir. Nitekim Tevrat hakkında anlaşmazlığa düşen yahudiler buna misal verilmektedir. Cenâb-ı Hakk’ın münkirleri hemen cezalandırmaması ise, sonsuz merhameti sebebiyle onlara tevbe için fırsat vermesi olarak değerlendirilmelidir.
O hâlde:
- Kim sâlih amel işlerse kendi iyiliğinedir. Kim de kötülük yaparsa kendi zararınadır. Yoksa Rabbin kullarına kesinlikle zulmetmez.
“Amel-i sâlih” Allah’ın varlığına, birliğine inanıp O’nun hükümlerine göre yaşamak; Allah rızâsını arayarak mümkün olduğu nispette insanlara ve hatta diğer canlılara faydalı olabilecek işler yapmak; meşrû ölçüler çerçevesinde herkesle iyi geçinmeye çalışmak gibi hep güzel ve yapıcı davranışları içine alır. Bunun zıddı olan işler de kötülüklerdir. Âyete göre iyilik yapan mutlaka mükâfatını alacak, kötülük yapan da cezasını çekecektir. Bunun gerçekleşeceği kıyamet gününün vakti de meçhul bırakılmıştır:
- Kıyâmetin ne zaman kopacağının bilgisi sadece Allah’a aittir. O’nun bilgisi ve izni olmadan ne bir meyve tomurcuğundan çıkabilir, ne bir dişi hâmile kalabilir, ne de hâmile olan biri doğum yapabilir. O, “Nerede bana şu ortak koştuklarınız?” diye sesleneceği gün, müşrikler: “Sana açıkça söyleyelim ki, içimizde senden başka boyun eğilecek bir ortağın bulunduğuna şâhitlik edecek hiç kimse yoktur” diyecekler.
- Böylece, vaktiyle yalvarıp yakardıkları bütün sahte ilâhlar onları yüzüstü bırakıp kayboluverecek; artık hiçbir kurtuluş çârelerinin kalmadığını da anlayacaklardır.
Cenâb-ı Hak burada, kıyâmetin vaktini soranların dikkatlerini, boş şeylerle uğraşmaktan uzaklaştırıp, o dehşetli günde verecekleri hesaba çekmektedir. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) de, yolda rastlayıp: “Yâ RasûlAllah! Kıyâmet ne zamandır?” soran kişiye: “Kıyâmet için ne hazırladın?” diyerek aynı noktaya dikkat çekmiştir. (Müslim, Birr 163) Buna göre meyvelerin tomurcuğundan çıkması, dişilerin hamile kalması ve doğurması gibi en detay şeyler bile ilmi hâricinde kalmayan Allah’tan korkmalı ve hep O’nu hesaba katarak bir hayat sürmelidir. Çünkü kıyâmet günü ancak Allah’a ihlasla yapılan kulluk fayda verecek, şefaati umulan putlar kaybolup gidecek, onlara umut bağlayanlar çaresiz ve perişan kalacaklardır.
İşte böyle fecî bir âkibete sürüklenmemek için insan denen varlığın ruh dünyasını iyi tanımak ve onu inkâra götüren sebepleri doğru tespit ederek gerekli teşhis ve tedaviyi uygulamak lâzımdır:
- İnsan nefsi hesâbına iyi ve güzel şeyler istemekten usanmaz. Kendisine bir kötülük dokunduğunda ise ümidini büsbütün kaybeder, üzüntü ve karamsarlık hâli yüzünden okunur.
- Başına gelen kötülükten sonra ona tarafımızdan bir rahmet tattıracak olsak, bu defa da: “Bu, zâten benim hakkımdır. Kıyâmetin kopacağını da sanmıyorum. Ama olur da Peygamber’in haber verdiği gibi kıyâmette Rabbimin huzuruna çıkarılacak olsam bile, mutlaka O’nun yanında benim için bundan daha güzeli vardır” der. Hayır, biz o kâfirlere dünyada yaptıklarını haber verecek ve onlara kesinlikle pek şiddetli bir azap tattıracağız.
- Biz ne zaman insana bir nimet versek, kibirle gerçeği kabulden uzaklaşarak o nimeti veren Rabbine şükürden yüz çevirir. Başına bir kötülük gelince de uzun uzadıya yalvarır durur.
Bu âyetlerde sıhhatli bir dinî terbiye almamış, iman ve sâlih amellerle ruhunu olgunlaştırmamış sıradan insanların, kendilerine ulaşan dünyevî faydalar ve zararlar karşısında sergiledikleri psikolojik halleri tasvir edilir. Bu haldeki insanlar zenginlik, sağlık, mevki, itibar, güç gibi dünyevî imkân ve menfaatlere çok düşkündürler. Açgözlüdürler, doymazlar. Bitmez tükenmez bir hırs ve iştahla çıkarlarına olan şeylerin peşine koşar dururlar. Yine bu tür insanlar, manevî terbiye ve ruhî kıvamlarının noksanlığı sebebiyle hayatın belâ ve sıkıntılarıyla karşılaştıklarında hemen endişeye kapılır, ümitlerini büsbütün kaybederler. Öyle ki bu ümiitsizlik ve karamsarlık hali yüzlerinden okunacak duruma gelir. Sıkıntıdan sonra bolluğa ve rahata kavuştuklarında ise Allah’a şükredecekleri yerde, iyice şımarır, bu nimetlerin kendi hakları olduğunu söyler, âhiretin varlığına dair içlerindeki küfrü kusar, üstelik imanî mevzularla alay ederler. Bu nevi tutum ve davranışlar, büyük bir cehâletin, sefâhetin, iman ve ahlâk yoksunluğunun, ahmakça kendini beğenmişliğin göstergeleri; son derece sorumsuz ve ciddiyetsiz bir ruh halinin yansımalarıdır. Buna karşılık İslâmî terbiye ile yetişmiş, iman ve ahlâkta kemale ermiş mü’minler ise, her zaman ve zeminde Allah’a kulluğun şuuru içinde helâlinden bulduklarına şükreder, kaybettiklerine sabreder, yoklukta olduğu gibi varlıkta da Allah’a kulluk ve niyazlarını sürdürürler. Allah’ın rahmetini umar, azabından korkar ve büyük bir âhiret endişesi içinde Allah’ı râzı edecek bir kulluk için var güçleriyle gayret gösterirler.
Fakat bunu başarabilmek için Kur’an’ın Allah kelâmı olduğuna kesinlikle inanıp ona bağlanmak şarttır:
- Rasûlüm! De ki: “Söyleyin bana; ya Kur’an Allah katından gelmiş de, fakat siz onu ret ve inkâr ediyorsanız, o takdirde haktan iyice uzaklaşmış olan sizlerden daha şaşkın, daha sapık kim olabilir?”
- Yakında biz onlara hem dış dünyada hem de insanların kendi iç âlemlerinde âyetlerimizi göstereceğiz; tâ ki Kur’an’ın gerçeğin tâ kendisi olduğu onlar için de gün gibi ortaya çıksın. Aslında, Rabbinin her şey üzerinde şâhit olması ve her şeyin O’na işaret etmesi en büyük delil olarak yetmez mi?
- Haberiniz olsun ki, onlar Rablerinin huzuruna çıkıp hesâba çekileceklerine dâir derin bir şüphe içindedirler. Ama şunu da iyi bilin ki, Allah ilmi ve kudretiyle her şeyi çepeçevre kuşatmıştır.
Bu âyetlerde Kur’an’ın Allah katından gelmiş bir kelam olduğu ve zamanla bunu ispatlayacak delillerin ortaya çıkışından bahsedilir: Birincisi, Allah insanlara delillerini gösterecektir. İkinci olarak bu gösterme işi, istikbalde, yani Kur’an’ın inişinden sonra, ileriki bir zamanda olacaktır. Üçüncüsü bu deliller hem dış dünyada, hem de insanların kendi öz varlıklarında olacaktır. Dördüncü olarak bu deliller ve belgeler, Kur’an’ın vahy eseri olduğunu ispatlayacaktır. Son olarak bu işin teminatı ve kefili de her şeyi hakkiyle gören Yüce Allah olacaktır.
Allah kelamı olduğunda şüphe bulunmayan Kur’an, insanlar için bir ibâdet ve hayat nizamı talim eder. Onun Allah kelamı olduğunun ispatı, diğer bilimlere ihtiyaç göstermez. Ancak Allah Teâlâ, kuşatıcı bilgisiyle, Kur’an’ın inişinden birkaç asır sonra bazı kimselerin çıkıp “iman çağı bitmiş ve bilim çağı başlamıştır” diyeceklerini bildiğinden, onları acziyet içinde bırakacak bazı hususları Kur’an’a yerleştirmiş ve bilim çağı diye söz ettikleri şeylerin asırlarca önce Kur’an tarafından haber verildiğini ispatlamıştır. İnsan aklının yeni yeni keşfettiği şeyleri Kur’an önceden ortaya koymuş ve evrendeki pek çok gerçeği dile getirmiştir.
Kur’an’ın insana verdiği bilgiler daima yenilenmektedir. İşte O’nun sürekli yenilenen bu verileri, Kur’an’ın i’cazına süreklilik kazandırmaktadır. Bu yenilenme olmadığı takdirde Kur’an donuklaşmış olacaktır. Oysa Kur’an asla donuklaşmaz. Her nesle, o neslin gücü nisbetinde bir şeyler verir; kıyamete kadar bu durum böyle devam edecektir. Nitekim yukarıda zikrettiğimiz ayette, “Kur’an’ın gerçekliği ortaya çıkıncaya kadar ayetlerimizi, varlığımızın ve kudretimizin delillerini, belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi iç âlemlerinde göstereceğiz” buyrulmuştur.
Bu ayette geçen سَنُر۪يهِمْ (senürîhim) “onlara göstereceğiz” kelimesindeki س (sin) harfi Arap dilinde gelecek zaman için kullanılır; gelecek ise son bulmaz. Bu gösterme işi, kıyamete kadar her nesilde devam edecektir. Bununla Allah Teâlâ, her neslin Kur’an’da keşfedeceği bir takım hakikatlerin bulunduğunu bize haber vermektedir. Dolayısıyla Kur’an’da daima yenilenen bu mûcize, bu ilâhî kitabın gerçek olduğunu gösterir şekilde dış âlemde delillerle sürekli ortaya çıkmakta, açık ve net olarak bu deliller, Kur’an’ın Allah tarafından indirildiğine şehâdet etmektedir.
Yine bu ayete göre hem insanın dışında kalan âlemde: dünyada, yer altında, yer üstünde, denizlerde, havada, uzayda hem de insanların iç âlemlerinde, vücutlarında ve iç dünyalarında Kur’an’ın gerçek kitap olduğunu gösteren işaretler vardır. Allah onları Kur’an’ın inişinden sonraki gelecek zamanlarda peyderpey göstermektedir, gösterecektir. Fakat hidâyetten nasibi olmayanlar, bu kadar açık delillere göz ve gönüllerini kapatarak Kur’an’ın haber verdiği üzere mahşerde yeniden dirilip Allah’ın huzuruna çıkacaklarından derin bir şüphe içinde bulunurlar. Bir türlü bu şüphe ve gaflet kabuğunu çatlatarak Kur’an’ın hidâyetiyle buluşamazlar. Ancak onların bu gafletleri sadece kendilerini bağlar, Allah’ın hiçbir fiil ve tasarrufunu değiştiremez ve engeleyemez. Bu sebepledir ki, ilmi ve kudretiyle her şeyi kuşatmış olan Allah, onların tüm yaptıklarından haberdar olduğu ve hepsi O’nun kudret eli altında bulundukları için bu şüpheci kâfirlere gereken cezayı verecek; binbir türlü muhteşem delillerle Kur’an’ın gerçekliğini ortaya koyarak onun mesajının çağları aydınlatmasının yolunu açacaktır.
Kaynak: kuranvemeali.com
YORUMLAR