Gazze Hâdisesinden İbret ve Dersler | Osman Nuri Topbaş Hocaefendi

Filistin’deki zulüm, bir asırdan fazla zamandır devam ediyor. Son bir senedir ise, Gazze nüfusunun yüzde 2’si şehîd oldu. Ayakta neredeyse hiçbir bina kalmadı. Buna rağmen; Filistin’den gelen videolarda, haberlerde ve mülâkatlarda görüyoruz ki onlar; Tevekkül ve rızâ hâlinde yaşıyorlar. Huzur ve sekîneti kaybetmiyorlar. İntihar, depresyon gibi psikolojik sıkıntılara düşmüyorlar. Onları ayakta tutan bu güç nedir? Ümmet olarak Gazze hâdisesinden çıkarmamız gereken dersler ve ibretler nelerdir? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi yazdı…

Gazze’de bir senedir ağır bir katliâm yaşanıyor. Bu gaddar savaşta; on binlerce çocuk, yaşlı ve kadın, hâsılı savaşla alâkası bulunmayan binlerce sivil şehîd edildi.

Hastahâneler, mektepler kasten yıkıldı.

Doktorlar, gazeteciler ve yardım gönüllüleri dahî öldürüldü.

Bu yaşananlarda, kâinattaki her vukuat ve hâdisatta olduğu gibi basîret gözüyle görülebilecek nice ibretler var.

İlk ders;

ÎMAN GÜCÜ

Gazzeli mü’min kardeşlerimiz; bu seneden önce de, yıllarca nice eziyet ve işkencelere mâruz kaldılar. Senelerdir abluka altında yaşadılar. Zaman zaman tekrarlanan saldırılarda nice canlar kaybettiler. Filistin’deki zulüm, bir asırdan fazla zamandır devam ediyor.

Son bir senedir ise, Gazze nüfusunun yüzde 2’si şehîd oldu. Ayakta neredeyse hiçbir bina kalmadı.

Buna rağmen; Filistin’den gelen videolarda, haberlerde ve mülâkatlarda görüyoruz ki onlar;

  • Tevekkül ve rızâ hâlinde yaşıyorlar.
  • Huzur ve sekîneti kaybetmiyorlar.
  • İntihar, depresyon gibi psikolojik sıkıntılara düşmüyorlar.

Hâlbuki;

Maddî zenginlik içindeki batılılarda intihar çok yaygın görülüyor. Müreffeh ülkelerde, milyonlarca kutu depresyon ilâcı satılıyor. Kimse huzurlu değil. İlâç kullanmayanlar daha beterine yöneliyor, alkol ve uyuşturucularda saâdet arıyor, sefâlete yuvarlanıyor. Aile hayatları bir vîrâneye dönüyor. Evlilikler yıkılıyor. Saâdet, sefâletlerde aranıyor. Neticesi çılgınlıklar, bunalımlar, psikiyatrik rahatsızlıklar ve intiharlar…

Demek ki;

Gazzeli mü’minlerin yaşadıkları îman; onların tâkatini artırıyor, sabırlarını kuvvetlendiriyor, tahammül güçlerini ziyadeleştiriyor.

Tıpkı;

“–Ehad!.. Ehad!..” diyerek, tevhîdi canları pahasına koruyan, Mekke devrindeki ilk müslümanlar gibi…

Meselâ;

Zâlim müşrikler; Sümeyye Vâlidemiz’in kol ve bacaklarını, ayrı develere bağladılar, şirke dönmezse kendisini parçalayacaklarını söylediler. Sümeyye -radıyallâhu anhâ- îmânından dönmedi ve İslâm’ın ilk şehîdi oldu.

Ashâb-ı Uhdûd’un ateşe attığı mü’minler gibi… Onlar yanarak şehîd olmayı, dinden dönmeye tercih ettiler. Cenâb-ı Hak; onlara kuvve-i mâneviyye olması için, bir bebeği mûcizevî olarak konuşturdu ve ateş onlara âdetâ ebedî bir gülistân oldu.

Romalıların arenalarda aslanların önüne attığı İsevîler gibi… Onlar da asla îmanlarından taviz vermediler. Aslanların dişleri arasında şehîden îmanlarını korudular.

Hazret-i Musa’nın mûcizesini ve risâletinin hak olduğunu görünce secdeye kapanan sihirbazlar gibi…

Onlar ki, firavunun;

“–Benden izinsiz îmân edersiniz öyle mi?!. Kol ve bacaklarınızı çapraz kesecek, sizi hurma kütüklerine bağlayacak ve katledeceğim!” şeklindeki korkunç tehditlerine aldırmadan;

“–Zararı yok! Bildiğin gibi hükmet! Sen ancak dünyaya hükmedersin!

Biz Rabbimiz’e îmân ettik! Hatalarımızı ve senin bize zorla yaptırdığın sihir günahını bağışlaması için O’na teslim olduk.

Allah hem daha hayırlı hem daha bâkîdir.

Rabbimiz! Üzerimize sabır yağdır ve canımızı müslüman olarak al!” diye niyâz ettiler. (Bkz. el-A‘râf, 109-126; Tâhâ, 56-73; eş-Şuarâ, 34-51)

Gazzeli kardeşlerimiz; kıssalarda okuduğumuz bu akāid imtihanını, bu asırda yaşadılar ve muvaffakıyetle geçtiler.

Bu metânet tablosunun bize vereceği ders şudur:

Memleketimizde de maalesef psikolojik rahatsızlıklar artıyor; en küçük bir probleme sabredemeyen, dayanıksız ve tahammülsüz bir insan tipi vücuda geliyor. Saâdeti, sefâlet çarşılarında arayanlar çıkıyor. Öküzleri ilâhlaştıran, ölülerini yakan hinduların bâtıl felsefelerinde, yoga ve meditasyonda rahatlık bulacaklarını zannediyorlar.

Hâlbuki bu bâtıl yollarda bulacakları geçici rahatlama, bir sarhoşun içkide yahut bir kumarbazın kumar masasında bulduğunu sandığı nefsânî rahatlık gibidir.

Gönül huzurunu, maddiyatta ve rahatta değil, Allâh’a kullukta aramak gerekir. Allâh’a kul olunursa, Peygamberimiz’e ümmet olmanın o muazzam kıymet ve şerefi tefekkür edilirse, insan bu dünyada hiçbir dünyevî şeye fazlaca üzülmez.

Zira sahâbe-i kiram, yaşadıkları her türlü çile ve meşakkate rağmen, Cenâb-ı Hakk’ın; «…Secde et ve yaklaş!» (el-Alak, 19) emrine ittibâ ederek, rûhî sıkıntıları bertaraf ettiler, huzur ve saâdeti dâimâ secdelerde buldular.

Bir mütefekkir şöyle der:

“Namaz, psikiyatrik bir tedavidir. Çünkü namaz kılan, kendini yalnız hissetmez. O, en büyük güce bağlıdır. O gücün inâyeti içindedir. Namazı huşû içinde kılan bir toplumda psikiyatrik hastalık olmaz…”

Âhiret endişesi; dünyanın bütün dert ve sıkıntısını, gözlerde küçültür ve ehemmiyetsizleştirir.

Uhrevî lezzetler; dünyanın servet ve âlâyişinin de ne kadar basit ve ehemmiyetsiz olduğunu gönül gözlerine gösterir.

ÖLÜMDEN KORKMAMAK

Harpleri ölümden korkmayanlar kazanır.

Milletlerin istikbâli hakkında önceden fikir sahibi olmak, kerâmet veya kehânet değildir. Bunun için o milletin gençlerinin enerjilerini nerelerde tükettiğine bakmak kâfîdir.

Eğer bir millette gençler enerjilerini ilme, irfâna, hak ve hakikat yolundaki gayretlere sarf ediyorsa, o millet istikbal va‘dediyor demektir.

Eğer bir harpte; Allah için, vatan ve millet için hakikî şehidler veriliyorsa, bu kurbanların arkasından büyük zaferler gelir.

Fakat bunun zıddına; bir muharebede sadece ruhsuz bedenler, iç dünyası bomboş yürekler, tâbir câizse molozlar ölüyorsa, bunun ardından da hezîmet gelir, geriye bir enkaz kalır.

Gazzeliler; onca yıkıma rağmen vatanlarını terk etmiyor, ölümden korkmuyor, şehâdeti cennet vesilesi olarak iştiyakla karşılıyorlar.

Bir kalpte âhirete îman ne kadar güçlü ise, o kişide ölüm korkusu o kadar azalır. Çünkü şehâdet gibi hayırlı bir ölüm, esas hayat olan âhirete en güzel vâsıl oluştur.

Allah yolunda cihâd eden bir kişinin neticesi, iki en güzel neticeden biridir:

  • Ya muzaffer bir gāzî olmak…
  • Ya şehâdete nâil olup cennete uçmak… (et-Tevbe, 52)

Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashâbına dünyevî olarak;

  • En zayıf oldukları Hendek müdafaası günlerinde de,
  • En güçlü oldukları Mekke’nin fethi günlerinde de şu hakikati hatırlattı:

“Allâh’ım! Gerçek hayat sadece âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Hak dostları ölümü güzelleştirebilen bahtiyar kullardır. Mevlânâ Hazretleri, ölümü şeb-i arûs / bir düğün gecesi olarak kabul etmiştir.

Necip Fazıl da ne güzel söyler:

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber…

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

Öleceğiz müjdeler olsun, müjdeler olsun!

Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!

Kapı kapı bu yolun son kapısı ölümse;

Her kapıda ağlayıp o kapıda gülümse!

O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrâil’e; «Hoş geldin!» diyebilmekte hüner…

Ölümden korkmamak ve şehâdete koşmak, fetihlerin ve zaferlerin anahtarıdır.

Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, kisrâya yazdığı mektupta şöyle demişti:

“–Sizin üzerinize öyle bir toplulukla geldim ki;

Onlar sizin hayatı sevdiğiniz kadar, ölümü (şehâdeti) severler!” (Taberî, Tarih, s. 533; Bkz. Buhârî, Cizye, 1)

O Hâlid ki; şehîd olamadan, yatağında vefât edeceğini anlayınca çok üzüldü. Ölümü kılıcına yaslanarak, ayakta karşılamak istedi ve şu sözleri söyledi:

“–Beni en çok üzen, hayatı hep at kişnemeleri ve kılıç şakırtıları arasında geçmiş bu cengâverin âcizler gibi yatakta can vermesidir.

Âh Hâlid!

Şehîd olamayan Hâlid!

Vücudumda bir karış yer yoktur ki ya kılıç yarası veya bir mızrak yarası olmasın. Ömrü boyunca dîn-i İslâm’ı yaymak için savaşlarda at koşturan kimsenin sonu, böyle yatak üzerinde mi olacak?”

Fatih Sultan Mehmed’in nebevî müjdeye erişen askerleri de; üzerlerine okların, kızgın yağların ve Rum ateşlerinin döküldüğü İstanbul surlarına doğru;

“–Müjde! Şehîd olma sırası bize geldi!” diye şevk ile koşuyorlardı.

Bu sabır ve sebat, düşmanları kahr u perişan eder. Gazze’de de işgalci düşman bir yıl boyunca yakıp yıktığı hâlde, hiçbir şey elde edememekte!..

Saltanatını korumak için binlerce bebeği kılıçtan geçiren Nemrut ve Firavun da hiçbir şey elde edemedi. Sonunda kahr u perişan oldular.

Duâ ve niyâzımız; Filistinli kardeşlerimizin bir an önce bu katliâmdan kurtulup, zafer ve hürriyete kavuşmalarıdır.

GARİPLİK MEVSİMİ

Lâkin;

Bu yaşanan hâdiseler bize ümmet-i Muhammed’in ne kadar zayıf bir vaziyette olduğunu gösterdi.

İslâm bir gariplik mevsimine girdi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi:

بَدَأَ الْإِسْلاَمُ غَر۪يبًا وَسَيَعُودُ  كَمَا بَدَأَ غَر۪يبًا فَطُوبٰى لِلْغُرَبَاءِ

“İslâm, şüphesiz garip olarak başladı ve günün birinde garip hâle dönecektir.

Ne mutlu o garip mü’minlere!” (Müslim, Îmân, 232)

Bugünkü İslâmî gayretlerin ecri çok büyüktür. Âyette buyurulur:

“…İçinizden, fetihten önce infâk eden ve savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz…” (el-Hadîd, 10)

Bugünkü müslümanların durumu, Mekke devrinde cihâd edenlerin durumuna dönmüştür.

Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyuruyor:

“Benim ümmetimin misâli, yağmurun misâli gibidir.

Evveli mi daha hayırlıdır, sonu mu daha hayırlıdır bilinmez! (Evveli de hayırlıdır, sonu da hayırlıdır.)” (Tirmizî, Edeb, 81/2869; Ahmed, III, 130)

Bugün Gazze’deki hâl, bir îman tescîlidir.

Cenâb-ı Hak; bizden tâkatimizden fazlasını istemiyor. Fakat Rabbimiz, Allah yolunda gayret edenlerin, fedâ-yı cân edenlerin tâkatlerini açıyor, artırıyor.

Bu hakikati tarih boyunca gördük:

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mektuplarını; kelle uçuran cellâtlardan korkmadan uzak diyarlardaki krallara götüren sahâbe-i kiramda gördük.

Ölüm yağan İstanbul surlarına şevkle koşan Fatih’in askerlerinde gördük. Malazgirt’te, Kosova’da, Çanakkale’de ve 15 Temmuz’da gördük. Bugün de Gazze’de görüyoruz.

Âyet-i kerîmede mâneviyâtın tâkati artırmasına işaretle şöyle buyurulur:

“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 46)

ÜMMETİN HÂLİ

Kıyâmet alâmetlerinden birini Peygamberimiz şöyle beyan buyurur:

“Yemek yiyenlerin sofralarına birbirlerini çağırdıkları gibi, çeşitli ümmetlerin sizin aleyhinize birleşmeleri yaklaşmaktadır.”

Ashabdan biri sordu:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! O gün (sayıca) az olacağımızdan mı (aleyhimizde birleşecekler)?”

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevabı verdi:

“–Hayır, bilâkis o gün (sayıca) çok olacaksınız. Fakat selin üzerindeki köpük ve çer çöp gibi olacaksınız.

Allah, düşmanınızın kalbinden size karşı duyduğu «mehâbet»i (korkuyu) çekip alacak ve kalbinize «vehn» (zâfiyet) ilkā edecek, (bu sebeple düşmanınız sizden çekinmeyecek ve korkmayacak.)”

Bir sahâbî;

“–Yâ Rasûlâllah! «Vehn» nedir?” diye sordu.

Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz;

“–(Vehn) dünya sevgisi ve ölüm korkusudur.” diye cevap verdi. (Ebû Dâvûd, Sünen, Melâhim, 5)

Ümmet olarak bu zayıflığın ana sebeplerinden biri de, son asırlarda müslümanların arasına atılan ayrılık tohumlarıdır.

TEFRİKA ve BÎGÂNELİK

Kudüs ve Filistin, asırlarca Osmanlı idaresinde huzur içinde yaşamıştı. Siyonizm; orada bir yahudi devleti kurmak için harekete geçtiğinde, karşılarında Abdülhamid Han gibi firâsetli ve şuurlu bir padişah bulmuşlardı.

Ancak müslümanların birliği bozulunca; ecnebî batılı güçler, İslâm dünyasını paramparça ettiler. İrili ufaklı devletçiklere böldüler. Onların arasına da sun‘î düşmanlıklar ve kavgalar ektiler.

Kısacası batılı güçler; bir arslan postunu parçalayıp kırk tilkiye kürk yapma yoluna gitmiş, ancak bunlardan hiçbiri bir yavru arslan olamamıştır.

Şimdi onlardan kimisi; kendi küçük iktidarını korumak için, sıra kendisine gelmeyecekmiş gibi, mü’min kardeşlerinin ızdırâbına kör ve sağır kesiliyor.

Geçmişte yaşananlardan ibret almak lâzımdır. Çünkü hâlâ müslüman memleketleri daha da bölmek ve parçalamak için yapılan çalışmalar bitmiş değildir.

Görmek gerekir ki;

İslâm dünyasının Filistin’deki acziyeti, düşmanın; «Böl-parçala-yut!» anlayışını görememesinin bir neticesidir.

Tarihimizde; şahsî ihtiraslarından sıyrılıp, çekişmeden, savaşmadan, birlik-beraberlik duygusuyla Osmanlı’ya katılan İdrîs-i Bitlisî ve Barbaros Hayreddin Paşa, vahdet uğrunda fedâkârlık ve ferâgat ahlâkının en güzel nümûneleridir.

Müslüman millet ve devletlerin idarecileri, Gazze hâdisesinden -inşâallah- daha fazla ders çıkarırlar. Bu nizam bir günde bozulmadığı gibi, bir günde düzelmeyecektir. Lâkin adım adım yeniden siyâsî birlik ve dirliğe ulaşmak için firâset ve ferâgat lâzımdır.

Biz müslüman fertler ise elimizden geleni yapmakla mükellefiz.

MAZLUMA YARDIM ve ZÂLİME BOYKOT

Mü’minler kardeştir. Kardeş kardeşin yardımına koşmakla mükelleftir. Hadîs-i şerifte buyurulur:

“Mü’minlerin; birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücudun herhangi bir uzvu muzdarip olduğu takdirde; diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ızdırâbını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)

Bu ızdırâbı hissetmeyenler için ise, hadîs-i şerifteki hüküm ağırdır:

“Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87)

Müslümanlar; tabiî âfet, savaş ve sâir hâllerde, her zamankinden çok daha fazla tesânüd içinde olmalı, «fazlasını infâk» ederek mazlum kardeşinin imdâdına koşmalıdır.

Bu savaş elbette bir gün duracak ve Gazze yeniden inşâ edilecek. O gün için, her mü’min gönülden bir infak meblâğı hazırlamalıdır.

Hâl-i hazırda da; mazlumlara yardım eden vakıflara destek olarak, mü’min kardeşinin ızdırâbını dindirmeye gayret etmelidir.

Elinden hiçbir şey gelmiyorsa; onları unutmamalı, dâimâ duâ etmelidir.

Bugün dünyada savaşlar aynı zamanda iktisâdî sahada da devam ediyor. Şuurlu mü’minler, zâlimleri destekleyen firmaları boykot ediyorlar. Onlarla alışveriş etmeyerek, zulme destek olmaktan vazgeçmeleri istikametinde bir baskı oluşturuyorlar. Hiç değilse, zâlime bir kuruş dahî olsa destek olmamanın huzurunu yaşıyorlar.

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِۖ

“…Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2)

Şu hâdise, boykotun ehemmiyetini ne güzel anlatır:

Haçlıların Filistin ve Şam bölgesinde işgallerde bulunup, bazı şehir devletleri kurdukları dönemdi. Zamanın bir idarecisi; idarî bir zaaf göstererek, haçlılarla anlaştı ve onların müslüman şehirlerde ticaret yapabileceğini, hattâ onlara silâh satışının da serbest olduğunu îlân etti.

Büyük âlim İzzeddin bin Abdüsselâm -rahmetullâhi aleyh- ise, haçlılara silâh satışının haram olduğuna hükmedip bunu Sultan’ın yüzüne de söyledi. Cesur âlim bu hükmü, esnafa da gidip duyurdu.

Aynı günlerde bir terzi;

“–Ey şeyh, haçlılar bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben haçlılara elbise dikersem zulme ortak olur muyum?” diye sordu.

İzzeddin bin Abdüsselâm bu suâle;

“–Hayır, sen zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne-iplik satan zulme ortak olur. Sen zâlimin ta kendisi olursun.” cevabını verdi.

Gazze hâdisesinin bir başka dersi de; batının maskesini bir kere daha indirip, onun vahşî yüzünü bir defa daha seyrettirmiş olmasıdır:

MASKELİ VİCDANLAR

Batı dünyası; katliâmlarla dolu mâzîlerine rağmen, dâimâ sûret-i haktan görünmeye çalışarak birtakım süslü lâfları meydana sürerler:

  • İnsan Hakları Beyannâmesi neşrederler,
  • Demokrasi, hürriyet, eşitlik, hümanizm gibi mefhumları maske edinerek; gerçek yüzlerini, dünyanın her yerinde kan kusturan ve kan içen, zâlim ve sömürgeci yüzlerini saklamaya ve dünyaya şirin görünmeye çalışırlar.

Eğitim ve akademi dünyasında, müslüman evlâtlarına kendilerini haklı ve hümanist göstermeye çalışırlar. Bizim tarihimize, dînimize, kahramanlarımıza ise, leke sürmeye çalışırlar. Maalesef, bunda zaman zaman başarılı olup, birçok müslüman evlâdını kalben ecnebîleşmiş hâle de getirirler.

Lâkin Gazze katliâmı gibi zamanlarda onların gerçek yüzü ortaya çıkar.

Bugün İsrail; bütün bu zulmü, küresel güçlerin maddî, siyâsî ve askerî gücüne dayanarak yapmakta. Birleşmiş Milletler’de yüzlerce devletin, akan kanı durdurmak üzere, İsrail aleyhine almaya çalıştığı en ufak bir kararı, hemen küresel güçler veto etmekte…

Böylece azıcık iz‘ânı olan anlar ki, bunların bütün hümanizm lâfları birer maval imiş!.. Bunların hürriyet, insan hakları gibi mefhumlarla arz-ı endâm eden yüzleri, tamamen maskeliymiş.

Mehmed Âkif merhum da, Birinci Cihan Harbi ve sonrasındaki katliâmlarını görünce şöyle söylemekten kendini alamamıştı:

Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz,

Medeniyyet denilen kahbe, hakikat yüzsüz.

Yani batının gerçek yüzünü görmeyen, onları ecnebî eğitim programlarıyla tanıyanlar, onları sadece kendi propaganda vasıtaları olan medyada, yani televizyon ve internet programlarında seyredip orada anlatılanlara inananlar, sadece maskeli yüzü görürler.

İşte Gazze’de de, binlerce çocuğun hunharca katledilmesine mâni olmadıkları gibi, zâlimlere silâh tedârik ettiler. Böylece batının maskesi düştü ve arkasındaki çirkin haçlı surat ortaya çıktı.

İşte o kātil surata tükürmek lâzımdır. Âkif buna çağırır:

Tükürün Ehl-i Salîb’in o hayâsız yüzüne!

Tükürün onların aslā güvenilmez sözüne!

Medeniyyet denilen maskara mahlûku görün:

Tükürün maskeli vicdânına asrın, tükürün!

Hele îlânı zamânında şu mel‘un harbin,

«Bize efkâr-ı umûmiyyesi lâzım Garb’in;

O da Allâh’ı bırakmakla olur!» herzesini,

Halka îman gibi telkîn ile, dînin sesini,

Susturan aptalın idrâkine bol bol tükürün!..

Yine hicrân ile çılgınlığım üstümde bugün…

O surata tükürmek demek; artık eğitimde, yüksek tahsilde, mukaddes aile meselelerinde, hâsılı her hususta, onların güdümünden çıkmak demektir.

O surata tükürmek; onlara hayranlıktan kurtulup, kendi değerlerimize, kendi tarihimize, dînimize ve irfânımıza dönmek demektir.

TAHSİL ÇOK MÜHİM

Bu boyunduruktan kurtulmak için;

Evlâtlarımızın tahsilini, onların güdümünden çıkarıp, Kur’ân ve Sünnet istikametinde, uhrevî ve dünyevî iki kanadın mezcedildiği, kalbin vahiyle buluştuğu bir zeminde gerçekleştirmemiz lâzımdır.

Çünkü;

Görüyoruz ki, bu katliâmı gerçekleştiren, onlara destek olanlar, batı güdümündeki bu dünyevî tahsilden geçenlerdir. Müslüman memleketlerde bile bu tek kanatlı tahsille benliğini kaybedenlerin; zulmü destekledikleri, boykot için gayret edenlerle alay ettikleri görülmekte.

Evlâtlarımız, zâlimden yana değil, zâlimin karşısında, mazlumun yanında olsun istiyorsak; onların tahsilini, uhrevî tahsil ile mezcetmeliyiz.

Dünyevî tahsile yıllarca emek verirken; uhrevî tahsili, yaz kursuyla hallolacak kadar basit görmemeli, -Allah korusun- istihfâf etmemeliyiz.

Bugün Gazze’de; din için, nâmus için, vatan için şehîd olmayı nimet bilen şanlı mü’minlerin, asr-ı saâdeti andıran o hâllerinin ardında, İslâmî tahsil var. Kur’ân eğitimi var. Mâneviyat ve rûhâniyet var.

Evlâtlarımız; İslâm dünyasının son kalesi olan memleketimize en güzel şekilde sahip çıkan bir nesil olsun istiyorsak, onları batı felsefesinin hegemonyasına kendi ellerimizle teslim etmeyelim.

Yâ Rabbî!.. Ümmet-i Muhammed’e yardım et!..

Ümmet-i Muhammed’i mansur ve muzaffer eyle!..

Ümmet-i Muhammed’i hüviyet-i asliyesine döndür!..

Allâh’ım!..

Ümmet-i Muhammed’i ıslah eyle, sıkıntılardan çıkar ve Sana hakkıyla kul, Habîbi’ne ümmet kıl!..  Âmîn!..

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Yüzakı Dergisi, Yıl: 2024 Ay: Ekim, Sayı: 236

İslam ve İhsan

GAZZELİ KARDEŞLERİMİZ İÇİN NELER YAPABİLİRİZ?

Gazzeli Kardeşlerimiz İçin Neler Yapabiliriz?

ZULÜM VE SOYKIRIMA KARŞI GAZZELİ KARDEŞLERİMİZİN MÜCADELESİNE MÜMİNCE BAKIŞ

Zulüm ve Soykırıma Karşı Gazzeli Kardeşlerimizin Mücadelesine Mümince Bakış

FİLİSTİNLİ KARDEŞLERİMİZE KARŞI SORUMLULUKLARIMIZ

Filistinli Kardeşlerimize Karşı Sorumluluklarımız

FİLİSTİNLİ KARDEŞLERİMİZ İÇİN DUA EDELİM!

Filistinli Kardeşlerimiz İçin Dua Edelim!

FİLİSTİNLİ KARDEŞLERİMİZE DUA

Filistinli Kardeşlerimize Dua

MAZLUM MÜSLÜMANLAR İÇİN OKUNACAK DUALAR

Mazlum Müslümanlar İçin Okunacak Dualar

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.