Gazze’deki Soykırım ve İran’ın Samimiyet Sorunu
İran-İsrail ilişkileri ne durumda? İran “stratejik sabır” diye tanımladığı siyasetini sonlandırdı mı yoksa İran’la İsrail arasındaki gerginlik bir orta oyunu mu? İran ve İsrail’in misillemeleri nasıl okunmalı?
-İran’ın “küçük şeytan” dediği İsrail, “şer ekseninin merkez üssü” dediği İran’ın gerçekten azılı düşmanı mı, yoksa her ikisi de karşılıklı düşmanlık üzerinden ulusal çıkarlarını tahkim eden, kimilerinin yakıştırdığı gibi iki kardeş (!) ülke mi?
-Tahran yönetimi, işgal devletinin tahriklerine, suikastlarına karşı geliştirdiği “stratejik sabır” diye tanımladığı siyasetini sonlandırdı mı yoksa İran’la İsrail arasındaki gerginlik bir orta oyunu mu?
-İran, İsrail’e karşı çok gürleyip neden hiç adam akıllı yağmıyor, işgalci yapıya karşı neden daha çok animasyonlarla yetiniyor? İsrail neden açık ve net bir biçimde İran’ı hedef almıyor da onun vekil aktörleri üzerinden hesaplaşma yolunu tercih ediyor? Yoksa her ikisi de birbirine zarar vermeden danışıklı dövüş halinde tiyatro mu çeviriyor?
-Söz konusu İsrail olunca “İran İslam Cumhuriyeti”nin, İsrail’e karşı “fotoshop cumhuriyetine” dönüşmesi kendi ulusal menfaatleri açısından bakıldığında rasyonel bir yaklaşım olarak değerlendirilebilir mi?
Velhasıl, söylemleri ile eylemleri arasındaki uyumsuzluğa bakıldığında İran-İsrail ilişkilerini anlamlandırmada kafaları karıştıran bir ikilemle karşı karşıyayız. Bu iki hasım ülkenin birbiriyle olan ilişki tarzını bölgenin geçtiği jeopolitik süreçleri ve bölge dinamiklerini göz önüne almadan sağlıklı bir şekilde değerlendirmede bulunmak mümkün olmayacaktır. Özellikle yakın dönem jeopolitik süreçlerden başlayarak bu meselede yaşanan kafa karışıklığını yapabildiğimiz ölçüde gidermeye çalışacağız. Ardından da güncel boyutuyla son dönemde bölgede olup biteni değerlendireceğiz.
İran-İsrail İlişkilerindeki Altın Çağ
-1949’dan 1979’daki İran İslam devrimine kadar Muhammed Rıza Pehlevi döneminde İran, Orta Doğu’da ABD’nin en önemli müttefiklerinden biriyken o dönemde İran-İsrail ilişkileri de buna paralel altın çağını yaşıyordu. O derece ki Tahran ve Tel Aviv yeni füze sistemlerinin geliştirilmesine varıncaya kadar ortak askeri projelerde birlikte çalışıyordu. 1948’de kurulan İsrail’i tanıyan ikinci İslam ülkesi, Mısır’dan sonra İran olmuştu. Ortadoğu’da Arap olmayan bir ülke olarak İran, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda da İsrail aleyhine petrol boykotuna katılmayan ülkeler arasındaydı. 1970’lerde ABD’nin ihraç ettiği silahların yarısı İsrail’e yarısı da İran’a gidiyordu. Hem ekonomik hem de askeri anlamda taraflar arasındaki dostane ilişkiler 1979’da Humeyni devrimine kadar sürdü.
1979’da gerçekleşen devrim ile İran’ın ABD’nin kontrolünden çıkması, oldukça geniş bir coğrafyayı derinden etkiledi. ABD/İsrail-İran arasındaki ters yüz olan ilişkiler ilerleyen yıllarda düşmanlık seviyesine yükseldi. İran, İsrail ile bütün diplomatik ve ticari ilişkilerini kopardı. Tahran yönetimi İsrail'in bir devlet olarak meşruluğunu kabul etmedi. Devrime kadar stratejik müttefik olan İsrail artık Humeyni dönemi ile birlikte “Büyük Şeytan” ABD’nin ardından “Küçük Şeytan” olarak anılmaya başlandı.
Devrim ve Sloganlarda Kalan Ümmetçi Söylem
Bu arada İran’daki devrim tüm İslam dünyasında büyük ilgi uyandırmıştı. Yürütülen yoğun propaganda ve PR çalışmaları ile Sünni dünyada da devrime karşı büyük bir sempati duyulması sağlandı. Bunda İslam coğrafyasının genelinde islami bir sisteme duyulan özlem kadar devrimin ilk dönemlerinde ön plana çıkartılan “Lâ şarkıyye lâ garbiyye sevra sevra İslâmiyye”, “Ne doğu ne batı, varsa yoksa İslâmî devrim” şeklindeki slogandan da anlaşılacağı üzere ümmetçi ve kucaklayıcı bir yaklaşım içerisinde olunacağı izlenimi verilmesinin payı büyük oldu. Ancak devrim kadrolarının pratiğe yansıyan uygulamaları ve niyetleri billurlaştıkça devrimin gidişatına ilişkin ciddi şüpheler ortaya çıktı. Sünni dünyada devrime bağlanan umutlar yavaş yavaş yerini hayal kırıklığına bıraktı. Zira devrimin ilk günlerindeki ümmetçi söylem sadece sloganlarda kalmış mezhepçi bir motivasyonla hareket eder hale gelmişti. Tahran yönetimleri araçsallaştırdıkları Şii kimlikleriyle özellikle Şiilerin yaşadığı Arap coğrafyasının pek çok ülkesinde nüfuzunu derinleştirmeye çalıştılar. Bunda da önemli ölçüde başarılar oldular. Devrim ihracı diye de tanımlanan bu süreçte Tahran siyasi ve askeri etkisini artırmayı İran dış politikasının en önemli misyonu haline getirmiştir.
ABD’nin İran’ı Önünü Açan Tercihleri
Mezhep eksenli bu siyaset anlayışı ile yürütülen yayılma stratejisi bölgede İran’a karşı bloklaşmayı da beraberinde getirdi. Bunda Amerika’nın Sünni dünyaya karşı denge unsuru olarak gördüğü İran’ın, önünü açan siyasi tercihleri de elbette oldukça etkili oldu. Özellikle ABD’nin Asya ve Ortadoğu coğrafyasında neden olduğu jeopolitik krizler, İran’ın bölgedeki nüfuzunu derinleştirmesini kolaylaştırdı. ABD’nin, İran-Irak savaşının ardından Afganistan ve Irak işgali ve peşi sıra gelen Arap Baharı’nı kışa döndüren süreçlerin jeopolitik sonuçları en çok İsrail ve İran’ın işine yaradı. Bu süreçlerin sonunda bölge ülkeleri siyasi, ekonomik ve toplumsal anlamda ağır bedeller ödedi. Irak ve Suriye, işgal devleti açısından tehdit olmaktan çıkarken, Irak, tabir caizse altın tepside İran’a ikram edildi. Suriye iç savaşında ABD’nin tercihleri Esed’e hayat öpücüğü verirken İran’a, Sünni Suriye’yi Şiileştirme kapısını aralama imkânı sağlandı.
Normalleşmenin Faturası Filistin’e Ödetildi
Tabii bu arada Suriye’de yüzbinlerce Müslümanın katledilmesinde, Tahran yönetiminin oynadığı rol, Azerbaycan-Ermenistan ihtilafındaki Ermenistan yanlısı tutumu, Şii Hilali’ni tahkim etme hırsı İran’ı İslam coğrafyasında çok daha sorgulanan ülke haline getirdi. Özellikle Arap dünyasında ötekileştirilmesine neden oldu. Bu durum birçok Körfez ülkesini İran tehdidinden korunmak adına daha çok ABD’nin yörüngesine soktu. Bunun ekonomik bedelini Körfez ülkeleri kendileri ödese de siyasi bedelini Filistin halkına ödettiler. İran tehdidinden korunmak adına İsrail ile ilişkilerini normalleştirirken işgal devletinin Filistin halkının haklarını gaspına ses çıkartamadılar. Hatta işgal devleti ile birlikte Hamas gibi Filistin direnişinin önde gelen yapılarını kriminalize ettiler. “Siyasal İslamcı” etiketiyle ötekileştirdikleri direniş örgütlerini, Filistin davasını kendi Pers hedefleri doğrultusunda araçsallaştıran, bu meseleyi en çok suistimal eden İran’ın kucağına ittiler.
İran’ın “Stratejik Sabrı” Gerçekten Tükendi mi?
Bugüne yani 7 Ekim Aksa Tufanı ve sonrası yaşananlara gelecek olursak, öncelikle şunun altını çizelim ki Aksa Tufanı’nın ardından Ortadoğu yeni bir döneme girmiştir. 7 Ekim tarihi tüm bölgeyi etkileyecek bir dönüm noktası olarak görülmelidir.
Netanyahu liderliğindeki dünyanın en faşist yönetimi yedi aydır sürdürdüğü katliam ve soykırım politikasına, Gazze’de taş üstüne taş bırakmamış olmasına, Batılı dostlarını yanına alarak 40 bini geçkin masum insani katletmesine rağmen hâlâ askeri ve stratejik hedeflerine ulaşabilmiş değildir. Ancak gerek işlediği soykırım nedeniyle uluslararası alanda yoğun bir biçimde eleştirildiği gerekse içeride kendisine yönelik tepkilerin tavan yaptığı bir dönemde Netanyahu’nun Gazze sorununu bölgeselleştirme yolunda yaptığı provokasyonlar sonuç vermiş gözükmektedir.
İsrail’in 1 Nisan'da İran'ın Şam'daki büyükelçilik yerleşkesine düzenlediği hava saldırısı ile başlayan İsrail-İran arasındaki karşılıklı misilleme süreci Gazze’deki soykırımın ikinci plana itilmesine neden olmuştur. İran’ın misillemesi ile başlayan süreç Batı’da zemin kaybeden Netanyahu yönetimi açısından can simidi olmuş, Batı başkentlerinde İsrail yanlılığı tekrar eski düzeyine gelmiştir.
Malum, İsrail uzun zamandır gerek Suriye’de gerek Irak ve Lübnan’da İran’ın vekil aktörlerine yönelik saldırılar düzenliyor. Hatta İran içinde suikastlar gerçekleştiriyor. Şimdiye kadar 300’ün üzerinde üst düzey İranlı asker, bilim adamı, mühendis öldüren İsrail’e karşı İran “stratejik sabır” deyip sessiz kalıyordu.
1 Nisan 2024'te İsrail'in düzenlediği bir hava saldırısında, Suriye'nin başkenti Şam'daki İran büyükelçiliğinin bitişiğindeki İran konsolosluğu ek binası yerle bir edildi. Aralarında Devrim Muhafızları'nın üst düzey Kudüs Gücü komutanı Tuğgeneral Muhammed Rıza Zahedi ve diğer yedi Devrim Muhafızı subayının da bulunduğu 16 kişi hayatını kaybetti. Bu saldırı İran’ın izleye geldiği “stratejik sabır” siyasetinin sonlandıran saldırı oldu.
İran ve İsrail’in Misillemeleri Nasıl Okunmalı?
İran, 13 Nisan günü on yıllardır sürdürdüğü İsrail'e vekilleri aracılığıyla karşı koyma stratejisini terk etti. Bu kez doğrudan kendi topraklarından misilleme yapma cesaretini gösterdi. 1100 kim uzaktan İsrail’e doğru 300’den fazla SİHA ve füze ile saldırdı. Saldırı öncesi aracılar üzerinden yürütülen pazarlıklardan yansıyan bilgiler Tahran’ın, İsrail’in önleyebileceğini düşündüğü kapasitede bir saldırı gerçekleştirdiği şeklindeydi. Müttefikleriyle birlikte İsrail'in savunma önlemlerini alması için yeterli zamanı tanıyan İran'ın daha fazla zarar ya da zayiat vermeye niyeti olmadığı yönünde bir kanaat oluştu. Kimilerince tiyatroya benzetildi bu saldırı. Daha ziyade içeride özellikle de İran’daki radikal çevrelerdeki gazı almaya yönelik bir hamle olarak değerlendirildi. İran’ın İsfahan eyaletinde nükleer tesislerinin bulunduğu bölgede gerçekleştirilen dron saldırısı ise işgal devleti üstlenmese de İran’ın saldırısına mukabil İsrail’in karşı misillemesi olarak okundu. İsrail’in misillemesi de ölçeğinden dolayı ayrı bir tiyatro olarak değerlendirildi.
İsrail’in İşi Artık Kolay Değil
-İran’ın misillemesinin hemen sonrası füze ve SİHA’ların %99’unun İsrail ve müttefikleri tarafından imha ettiği söylense de ilerleyen günlerde imha edilemeyip İsrail’e düşen füze ve SİHA’ların iddia edilenin çok üzerinde olduğu belirtildi. Ölüme ve çok büyük bir tahribata yol açmasa da İran’ın bu saldırısının önemsiz gösterilemeyeceği vurgulandı Batı medyasında. Zira İran’ın ilk kez İsrail'i doğrudan vurması oldukça önemli bulunuyor. Varlığını askeri caydırıcılık üzerine inşa eden ve savunma doktrini işgal ettiği toprakların dışında kuran bir yönetim için bu kaygı verici bir durum olarak değerlendiriliyor. Sonra işgal devleti bu ölçekte bir saldırıyı tek başına değil müttefikleri ABD, İngiltere, Fransa hatta Ürdün gibi Arap ülkelerinin yardımıyla durdurabildiği göz önüne alındığında İsrail’in bundan sonra işinin kolay olmayacağına işaret ediliyor. Daha büyük ölçekte ve daha fonksiyonel silahlarla gerçekleştirilecek bir saldırıda İran’ın sahip olduğu askeri kapasitenin İsrail açısından ciddi bir tehdit oluşturduğu bilgisiyle birlikte çok güvenilen hava savunma sistemi Demir Kubbe’nin yetersiz kalacağına dikkat çekiliyor.
Konvansiyonel Savaşın Maliyeti ve Rasyonalite
-İran ve İsrail arasındaki misilleme görüntüsü gerek Arap gerekse Türkiye kamuoyunun geniş bir bölümünde tiyatro olarak değerlendirildi. Ancak farklı pencerelerden bakıldığında farklı değerlendirmede bulunmak mümkün. Bu noktada her iki tarafın da aralarında gerçekleşecek konvansiyonel bir savaşın maliyetini karşılamakta zorlanacağının altı çiziliyor.
Dolayısıyla şimdiye kadar güvenlik doktrinlerini kendi topraklarının dışında kurma siyasetini itinayla sürdüren her iki tarafın direk karşı karşıya gelmeden birbirlerine dolaylı maliyet çıkartma düşüncesiyle hareket ettikleri gözlemleniyor.
Netanyahu ve onun faşist kabinesi Amerika'yı içine çekebilecekleri hızlı, sıcak ve acil bir savaşı arzulasa da şimdiye kadar Biden yönetimini buna ikna edebilmiş değil. Zira böyle bir savaşın ABD açısından da jeopolitik ve ekonomik maliyeti bir hayli yüksek.
İran ise İsrail'in caydırıcılık kabiliyetini tüketen ve onu Araplar ve ABD için çok maliyetli bir müttefik haline getiren daha uzun bir yıpratma savaşını tercih ediyor.
Ayrıca İran, İsrail’e açacağı bir savaşın başta ABD olmak üzere işgal devletinin Batılı müttefiklerine açılmış bir savaş olacağının farkında. Tahran yönetimi her ne kadar ABD’ye de yüksek perdeden tehditler savursa da askeri anlamda aralarındaki sıklet farkının bilincinde. Tahran ayrıca, İsrail ve onun Batılı müttefikleriyle girişeceği bir savaşın on yıllar boyunca bölgede elde ettiği bütün siyasi kazanımlarını kaybetmesine, zaten uçurumun kenarındaki ekonomisinin alt üst olmasına neden olacağını biliyor. Bir başka ifadeyle söyleyecek olunursa Tahran yönetimi ABD-İsrail’e karşı açacağı bir savaş konusunda gücünün farkında olarak kendi ulusal menfaatleri açısından daha rasyonel bir politika izliyor denebilir.
İran da İsrail de Bölgenin İstikrarsızlığından Besleniyor
Toparlayacak olursak İran ile İsrail arasında kayıkçı kavgasına benzetilen çatışma işgal devletinin Gazze’de gerçekleştirdiği soykırıma tepki çerçevesinde tırmanan bir çatışma değil. Mesele, birçok benzer yönleri olan, teo-politik söylemleri bakımından birbirinin kopyası denebilecek kadar benzeşen, Mehdi ve Mesih bekleyen bölgenin istikrarsızlığından beslenen İran ile İsrail arasında varoluşsal ve yayılmacı amaçlar doğrultusunda yapılan kavganın bir yansıması olarak görülmelidir. Çokça eleştirilen kimi Körfez ülkeleri gibi İran’ın da Filistin meselesindeki samimiyeti haklı olarak sorgulanmaktadır.
Kaynak: Beytullah Demircioğlu, Altınoluk Dergisi, Sayı: 459