Geç Kalmış Sayılmayız
Allah (cc) kullarına o kadar merhametlidir ki son nefese kadar tövbe kapısını açık bırakmıştır. Burda şunuda anlayabiliriz. Bizleri yaratan Rabbimiz bile bizlere son ana kadar zaman vermektedir. Peki bizler günümüzde dert yandığımız birçok şeyden zaman içerinde sıyrılma şansımız varken neden hala herşey bitmiş gibi davranıyoruz?
Son günlerde kiminle karşılaşsam, herkes birbirinden dertli. Şu imtihan dünyasında geçici şeyler için herkes birbirinin kalbini hatta bedenini bile kırmakta. İnsanlar manevi boşluklar içinde ve bu sebeple de çile ve ızdırap dolu günler yaşamaktalar. Hâlâ da ilâhi bir disiplini olmayan toplulukların peşinde koşma sevdasındalar. Mutluluğu, ya da insan ruhunun tatmak istediği manevi lezzetleri, maneviyatsız ortamlar içinde bulacaklarına inanıyorlar.
Keşke İslâm dinini hiç bilmiyormuşçasına yeni baştan bir inceleseydik. Peygamber Efendimizin (s.a.v) “İslâm güzel ahlâktır” hadis-i şerifine muhatap olup, İslâm’ı tam yaşamak için ahlâkımızı da düzeltseydik.
O zaman kulun kula saygısının Allah’a saygı olduğunu bilir, insanların haklarına tecavüz için sanki birbirimizle yarıştığımızı o zaman görebilirdik. Beyinlerimize ve kalplerimize Kur’an’a göre davranıp davranmama tedirginliğini yerleştirip, davranışlarımızda yanlış olanları böylece en aza indirebilirdik. Kendi hatalarımızı düzeltmenin etrafı düzeltmekten önce geldiğini bilir, kaş yapayım derken göz çıkarmaz, kalpleri ve bedenleri kırmazdık. Olumsuz davranan kişilerin, ahiretteki derecelerimizi arttırdıklarını bilir, belki onları sevebilirdik bile.
Her zaman iyinin iyisini arar, seçici olmayı bilir, tesadüfi bir hayat tarzından kurtulabilirdik. Bilinçli davranışlarla, kendimize, insana yakışan bir hayat tarzı çizer; mutluluğu, saadeti ancak o zaman yakalayabilirdik.
Mahkeme-i Kübra’da bütün sırların açılacağı o günde çekeceğimiz sıkıntıları düşünür, buna mukabil bu dünyada Yaşama Sanatını (Kur’an Ahlâkını) öğrenmek için vereceğimiz emekle karşılaştırır, en doğru ve en hayırlı seçimi yapabilirdik.
Zerre kadar hayır ve zerre kadar şerrin karşılığını göreceğimizi bilir, terazinin sağ kefesini doldurabilmek için hayırda yarışabilirdik. Tatlı dilin güler yüzün sadaka olduğunu idrak eder, menfaatimiz olmadığı zamanlarda da güzel konuşur, güler yüzlü olabilirdik. Her mahlûk kendi diliyle Allah’ı zikrederken, biz her an O’nunla olduğumuzu, kimseler olmasa da O’nun bizi gördüğünü ve duyduğunu, aklımızdan bir an ile çıkarmaz, bu sebeple zikir sevabı almadan bir nefes bile yaşamazdık.
Hz. Ali’nin “Kişiye mezarında dünyadaki amelinden başka arkadaş yoktur” sözünü bilir, kabirde bize arkadaş olacak vefalı dostları teker teker şimdiden edinirdik. Şimdi bizlerle dost gibi geçinenlerin, herkesin birbirinden kaçtığı o günde, bizden kaçacaklarını bilir, sadece Allah için sevebilirdik.
Affetmenin bir yücelik, büyüklük olduğunu bilir, bize karşı yapılan hataları zor da olsa affedebilirdik. İçten bir tevbe edip, o günahlara dönmediğimiz takdirde affa uğrayacağımızı da bilirdik.
Evet, belki bu dine yakışan, onu her haliyle yaşayan bir mümin belki olamadık ama, şu yaşadığımız hayatın bir zehir, ahiretimizin de ateşli olmaması için hiç de geç kalmış sayılmayız. Yaşıyoruz ve hâlâ Elhamdülillah müslümanız. Allah dilerse, biz de çok istersek tüm günahlarımızı bağışlar, tek tek sevaba bile çevirebilir. Niçin bunu değerlendirmeyelim? Günahlarımızın çok büyük ve affolunmayacağını mı düşünüyoruz? O zaman şu Kutsi Hadis-i Şerife bakalım: “Allahü Teâlâ buyurdu ki: Ey Ademoğlu, sen bana dua ettiğin, rahmetimi ümid ettiğin müddetçe seni bağışlar, geçen günahlarını mağfiret ederim. Günahlarının çokluğuna da aldırış etmem. Ey Ademoğlu! Günahların dağlar gibi yığılsa gökyüzüne ulaşsa sonra bana istiğfar ederek bağışlamamı dilesen seni bağışlarım. Ey Ademoğlu, şayet bana yeryüzü dolusunca hatalar getirsen ve bana hiçbir ortak tutmayarak huzuruma gelsen ben de yeryüzünü dolduran bir mağfiretle seni karşılarım.”
Kaynak: Hümeyra Ezergül, Altınoluk Dergisi, 2003 - Agustos, Sayı: 210, Sayfa: 013