Genç Fatih’in Babasına Müthiş Sorusu
Sultan II. Murat’ın hayatta iken oğlu Şehzâde Mehmet’e verdiği târihî nasîhatler...
II. Murad Hân’ın, oğlu II. Mehmet’i ısrarla tahta geçirmek istemesindeki sebeplerden biri de, onda gördüğü büyük istîdatlardır. Zîrâ Şehzâde Mehmet, henüz çok genç yaşta olmasına rağmen, birçok olgun insanın bile akledemeyeceği şeyleri düşünür, yapar ve babasına çok derûnî suâller sorardı. Nitekim bir seferinde, sarayın bahçesinde babasını görmüş ve hemen onun yanına koşmuştu. Hâl ve hatırını sorduktan sonra da şöyle demişti:
“–Ey benim devletlü babam! Ne hikmettir ki, sırtınızdaki onca ağır yük ve eziyete rağmen, sizde diğer ihtiyarlardaki gibi yaşlılık emârelerine rastlamış değilim. Siz, diğer insanlar gibi yaşlandınız, fakat eğilip bükülmediniz ve kamburlaşmadınız. Her türlü zahmet ve sıkıntıya rağmen, genç yaştaki zindelik, kahramanlık ve yiğitlikle beraber, akıl ve irâdenizi yerli yerinde kullanmaktasınız. Bir bakıyorum, cenk meydanlarında muzaffer bir kumandansınız; bir bakıyorum, ilim meclislerinde derin bir üstadsınız; bir bakıyorum, halka hizmet eden samîmî ve içli bir dervişsiniz!.. Geceniz gündüzünüz yok! Bütün bunlara fidan gibi boyunuzu eğriltmeden, o ince rûhunuzu yıpratmadan nasıl tâkat getirebiliyorsunuz? Bu nasıl iştir baba?!. Zihnin sürekli meşgûliyeti insanı eritip bitirirken, sizde bir değişiklik meydana getirememiş, huzurlu hâlinizi bozamamış!.. Sâhip olduğunuz müstesnâ karakter için ne tür bir ilâç, üstün aklınız için ne tür bir şurup kullanıyorsunuz? Lutfedip bunları bana öğretir misiniz? Tâ ki ben de sizin yolunuzca yürüyeyim...”
FATİH SULTAN MEHMET'E NASİHATLER
II. Murat Hân, genç yaştaki oğlundan hiç beklemediği bu suâller karşısında hayrete düşmekle beraber, gâyet memnun kalarak şu târihî nasîhatte bulundu:
“–Ey benim sevgili oğlum! Beni mesrûr eyledin. Kâinâtın ve bütün varlıkların kulluk eylediği yüce Rabbim, sana vermiş olduğu üstün meziyetleri ziyâdeleştirsin. Böyle büyük ve geniş mes’eleleri araştırma merâkını devâm ettirsin.
Ey oğlum! Kim ne derse desin, ben, hayatlarını doğruluk üzere geçirenlerin, bu dünyâdan ayrıldıkları zaman âhiret âleminin o hayâle sığmayan sonsuz nîmetlerine kavuşacaklarına inanıyorum. Bu inancımda en ufak bir şüphem yoktur. Bunun için yüce Allâh’ıma karşı yaptığım ibâdetleri, en samîmî bir şekilde can u gönülden yaparım. Ben bu çile ve ıztıraplar dünyâsında çektiklerimin karşılıklarının, Allâh tarafından, âhiret âleminde verileceğine inanıyor ve her hususta O’na ilticâ ediyorum. Ayrıca O’nun takdîrinin, yâni kaderinin benim için büyük bir safâ olduğunu düşünüyorum.
Ey oğlum! Her söylenene inanıp aldanmaktan uzak durmak, her ayrı durumun içyüzünü öğrenip düşünmek ve kendi hakîkî gerçeğine yaklaşmak gerek!
Nasıl ki bir yemiş, ancak olgunlaştığı zaman güzelce yenir; bunun gibi, insanlardan güngörmüş, bilgi ve tecrübesi yerinde olanlar da her zaman tercîhe şâyândırlar. Aksi hâlde olgun ve leziz üzüm salkımları dururken henüz olmamış bir koruğu yemek, aklın za’fiyetidir.
Ey oğlum! Ara sıra yüce ecdâdımı hatırlarım. Benden sonraki neslimizin âkıbeti hakkında düşüncelere dalarım. Elhamdülillâh bugüne kadar sevgi, hürmet ve bağlılık görerek geldik. Bugünden sonra da aynı şekilde devâm etmemizi arzularım. Nasıl doğup geldiysek, yine öylece gidelim isterim...
Şunu iyice bilesin ki, herhangi bir şeyin devâmı, yalnız kaba kuvvet, kılıç, kahramanlık ve ezici güç zoruyla mümkün değildir. Akıl, tedbîr, sabır, ileriyi görme, imtihan ve yorucu tecrübeler çok mühimdir. Birinci yol, her zaman geçerli olmadığı gibi, mahzurları da çoktur. İkinci yol da tek başına bir işe yaramaz. Büyük muvaffakıyetler için her ikisini de bir arada yürütmek gerek! Unutma ki, yüce ecdâdımızın büyük zaferleri, görünüşte kılıcın gölgesinde olmuşsa da, hakîkatte akıl, mantık ve muhabbet güçleriyle gerçekleşebilmiştir.
Ey oğlum! Bir an bile olsa sakın adâleti elinden bırakma! Çünkü yüce Allâh, âdildir ve âdil olanı sever. Sen bir bakıma O’nun yeryüzündeki halîfesisin. O, sana, kendi irâdesiyle birtakım lutuflarda bulunmuş ve seni kullarının başına serdâr eylemiştir; bunu unutma!..
DÜNYADA ÜÇ TÜRLÜ İNSAN VARDIR
Ey oğlum! Bu dünyâda üç türlü insan vardır:
Birinci grup, akıl ve fikirleri yerinde, istikbâli az-çok gören ve düşünen, hiçbir gayr-i tabiîlikleri olmayan kimselerdir.
İkincisi, hangi yolun doğru veya eğri olup olmadığını bilmekten uzak olan kimselerdir. Ancak bu duruma kendi istekleriyle değil, etraflarının tesiriyle düşmüşlerdir. Nasîhat edildiğinde doğru yola gelirler; hakîkati kabûl eder, söz dinlerler. Bununla birlikte, çoğu zaman da duyup işittiklerine uyarak yaşarlar.
Üçüncüsü ise, ne kendileri bir şeyden haberdardır, ne de yapılan îkaz ve nasîhatlere kulak asarlar. Sâdece kendi arzularına uyar ve her şeyi bildiklerini zannederler. Bunlar en tehlikeli olanlardır.
Ey oğul! Yüce Allâh, eğer seni ilk sırada saydığım kimselerden yaratmışsa, sevinir, Cenâb-ı Hakk’a şükrederim. Yok eğer ikincilerden isen, sana yapılan nasîhat ve îkazlara kulak vermeni tavsiye ederim. Sakın üçüncü gruba dâhil olmayasın! Onlar, hem Allâh’a, hem de insanlara karşı iyi bir durumda değildirler.
Ey oğul! Pâdişahlar, ellerinde terâzî tutmuş kimselere benzerler. Ancak asıl pâdişâh odur ki, elindeki terâzîyi doğru tuta! Sen pâdişâh olunca, terâzîyi doğru tutmanı tavsiye ederim. O zaman yüce Allâh da, senin hakkında hayır murâd eder. Seni sâlihlerden kılar. Her şey O’nun mâlûmudur...”
İşte baba ve oğulda müşâhede edilen fevkalâde bir firâset ve dirâyet…
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti 1, Erkam Yayınları