Gerçek İman Sahibi Nasıl Olunur?
Gerçek bir îman, ilâhî takdir gereği başa gelen sıkıntılar karşısında şikâyeti unutmayı, dâimâ Rabbine sığınmayı gerekli kılar. Peki gerçek iman sahibi nasıl olunur?
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Allâh’ın hakkınızdaki takdîri olarak başınıza gelenleri ötekine-berikine söyleyerek Allâh’ı onlara şikâyet eder duruma düşmeyin. Zira hiç şüphe yok ki böyle bir hareket, size daha çok belâlar getirir.
Siz, Allâh’ın mülkünde O’ndan şikâyetçi olmayın. Bilâkis, sessiz, sâkin ve mütevâzı olarak O’nun huzûrunda durun ve sizin için neler takdir ettiğini ve neler yapacağını sabırla bekleyin. Şerleri hayra tebdîl etmesine sevinin.”
Gerçek bir îman, ilâhî takdir gereği başa gelen sıkıntılar karşısında şikâyeti unutmayı, dâimâ Rabbine sığınmayı gerekli kılar. Bu itibarla mü’min, bir musîbetle karşılaştığında kendini keder ve ümitsizlik girdabına bırakmaz. Bilâkis ne kadar büyük bir musîbetle imtihan edilirse edilsin;
حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!”[3] diyerek, gönül huzurunu korumasını bilir.
Bunun için dünya hayatının ilâhî bir imtihan dershânesi olduğu hakîkatini dâimâ göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.
Onlar, başlarına bir musîbet gelince; «Biz şüphesiz (her şeyimizle) Allâh’a aidiz ve şüphesiz O’na döneceğiz.» derler.
İşte Rab’leri katından rahmet ve merhamet onlaradır. Doğru yola ulaştırılmış olanlar da işte bunlardır.” (el-Bakara, 155-157)
SABRIN SONU SELAMETTİR
Demek ki sabrın sonu selâmettir. Sabır zordur, lâkin meyvesi çok tatlıdır. Bu dünyada Allah rızâsı için birtakım meşakkatlere, zorluklara, sıkıntılara sabırla tahammül edenler, bunun Allah katındaki mükâfâtını bilselerdi, onlara sıkıntı ve zahmet olarak değil; birer nîmet, lezzet ve saâdet nazarıyla bakarlardı.
Ashâb-ı kirâmdan Fedâle bin Ubeyd -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in talebeleri olan Ashâb-ı Suffe’nin, içinde bulundukları büyük mahrûmiyetlere rağmen, sergiledikleri sabır ve gayretin bir misâlini şöyle nakleder:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına namaz kıldırırken, onlardan bazıları, açlığın verdiği tâkatsizlik sebebiyle ayakta duramayarak yere düşerlerdi. Bunlar Suffe Ashâbı idi. Çölden gelen bedevîler, onların hâline hayret ederlerdi. Allah Rasûlü namazı bitirince, açlıktan bayılanların yanına gelir ve onları tesellî ederek:
«Allah Teâlâ’nın katında sizin için neler hazırlandığını bir bilseydiniz, daha fazla yoksul ve muhtaç olmayı isterdiniz.» buyururdu.” (Tirmizî, Zühd, 39/2368)
Bu itibarla mü’min, başına gelenler sebebiyle hiçbir zaman “üf-of” demeyecek. Şikâyeti unutacak. “Bu da Rabbimin bir imtihanıdır.” deyip sabır ve rızâ ile gönül huzurunu ve metânetini koruyacak.
Düşünecek ki en çok iptilâlar; peygamberler, evliyâullah ve derecelerine göre sâlih kulların başından geçmiştir. Fakat en huzurlu insanlar da onlardır. Allâh’ın Habîbi, Âlemlere Rahmet, İki Cihan Serveri -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in hayatı, ağır çileler ve büyük ıztıraplar manzûmesidir. Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz bu hâlini:
“…Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım…” buyurarak ifade etmiştir. (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
PEYGAMBERİMİZ TAİF'TE TAŞLANDIĞI VAKİT NE YAPTI?
Lâkin O’nun hayatında hiçbir zaman bir şikâyet, feryat ve isyan olmadı. Bilâkis O, Cenâb-ı Hakk’a tam bir tevekkül, teslîmiyet ve rızânın derin gönül huzuru içinde ve şükür hâlinde oldu. Hattâ Tâif’te taşlandığı zaman dahî;
“Allâh’ım! Kuvvetimin azlığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakîr görülmemi Sana arz ediyorum.
Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!
İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver; onlar bilmiyorlar.
İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar affını diliyorum!” diye niyazda bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-Halk, 7)
Rahmetli pederim Mûsâ Efendi de, Medîne-i Münevvere’de Sami Efendi Hazretleri’nin ağır bir prostat rahatsızlığı geçirmesine rağmen bir kere olsun “üf-of” demediğini, dâimâ derin bir sükûnet içinde bulunduğunu söylemişti. Hattâ onun bu müstesnâ metâneti karşısında doktorunun bile hayret ederek;
“–Ben hastayı tedavi etmeye gittiğimi zannediyordum, fakat o beni tedavi etti.” dediğini nakletmişti.
Diğer taraftan bir mü’min, çile ve musîbetleri, mânevî tekâmülü için bir ganimet bilmeli, nefsinin hamlıklarının törpülenmesine, dolayısıyla mânen terbiye ve tezkiye olmasına vesîle olarak görmelidir.
Zira dert ve çile görmeyen, her isteğine kavuşan bir insanın nefsi iyice palazlanır, âdeta zaptedilmez bir aygıra döner. Kendini büyük, kudretli ve azametli gördükçe de Rabbinin rahmetinden uzak düşer.
Buna mukâbil çileler altında inleyen insanın nefsi ise âdeta ıslak bir kağıt gibi zayıf olur. Hiçliğini, aczini daha iyi anlar. Nefsini bu vasfıyla bilince de Rabbinin azametini daha derinden idrâk eder.
İstanbul İmam Hatip Mektebi’ndeki talebelik yıllarımızda, ilmiyle beraber, şahsiyet ve karakterinden de istifade ettiğimiz pek çok kıymetli hocamız olmuştu. Bunlardan biri de, Aksaray Kızılminare Camii’nin imamı olan Mahmud Bayram Hocamız’dı. Bu fedakâr ve gayretli hocamız, büyük bir vazife aşkıyla İmam Hatip Mektebi’ne gelir, Arapça dersi verirdi. Derste anlamayan olursa, ikindiden sonra câmisine davet eder, orada ders tekrarı yapardı. Bize de; “Şayet benim gelemediğim gün olursa, bilin ki vefat etmişimdir; siz cenazeme gelin!” derdi.
Bu fedakâr hocamızı yıllar sonra evinde ziyaret etmiştik. Bu son ziyaretimizde hoca efendi çok hastaydı, kısmen felç gelmişti. Fakat bizi görünce sevindi. Kendisiyle bir müddet eski hâtıraları yâd ettik. Giderken de ayağa kalktı, zor da olsa yürüyordu. Biz ona o hocalık yıllarındaki cevvâliyetiyle şimdiki hâli arasındaki farkı düşünerek şöyle bir bakmıştık… Hoca efendi de herhâlde bu düşüncemizi sezmiş olacak ki:
“–Oğlum! Benim böyle adım atmakta zorlanmama üzülmeyin.” dedi. “Çünkü bu hastalığım bana bir rahmet oldu.” dedi. “Şundan dolayı rahmet oldu ki; artık her adım atışta kaç sefer «Allah!» diyorum, «Yâ Rabbi!» diyorum.” dedi.
Yani Mahmud Hocamız, hastalığına üzülmek yerine, Cenâb-ı Hakk’ı daha çok zikretmesine vesîle olduğu için şükrediyordu. Hâlinde hiçbir şikâyet, sızlanma emâresi olmadığı gibi, bir de ilâhî takdîre rızâ, hamd, şükür, tevekkül ve teslîmiyetin derin huzuru seziliyordu. Bu hâliyle de âdeta Eyyûb -aleyhisselâm-’ın yüksek ahlâkını hatırlatıyor, biz talebelerine son bir ders daha veriyordu.
Mâlum olduğu üzere Allah Teâlâ, Hazret-i Eyyûb -aleyhisselâm-’ı çok ağır imtihanlardan geçirmişti. Onun evvelâ mallarını elinden aldı. Ardından büyük bir zelzele ile çocuklarını aldı. Daha sonra da vücûduna ağır bir hastalık verdi.
Eyyûb -aleyhisselâm- yıllar süren bu hastalığı boyunca hiçbir şikâyet ve feryatta bulunmadı. Hanımı Rahme Hatun ona:
“–Sen bir peygambersin; duân makbûldür. Duâ et de şifaya nâil ol!” dediğinde Eyyûb -aleyhisselâm- şu mukâbelede bulundu:
“–Hanım! Allah bana seksen sene sıhhat verdi. Hastalığım ise henüz o kadar olmadı. Ancak birkaç senedir muzdaribim. Cenâb-ı Hak’tan sıhhat istemeye teeddüb ederim!..”
İşte o mübârek peygamber, ilâhî imtihanlar karşısında sergilediği müstesnâ rızâ hâli sebebiyle Cenâb-ı Hakkʼın; “نِعْمَ الْعَبْدُ : ne güzel kul”[4] iltifatına mazhar oldu.
Ne zaman ki Eyyûb -aleyhisselâm-’ın hastalığı, kulluk vazifelerini gönül huzuruyla yapabilmesine mânî olmaya başladı, o zaman Cenâb-ı Hakk’a niyazda bulundu. O’nun bu müstesnâ sabrı ve teslîmiyeti neticesinde Allah Teâlâ, kendisinden dert ve sıkıntı olarak ne varsa hepsini giderdi ve ona eski hayatını misliyle iâde etti.
Eyyûb -aleyhisselâm-, hastalıktan âfiyete kavuşmuş olarak geçirdiği ilk gecenin sabahında, derin bir “Âh!” çekti. Sebebi sorulunca da dedi ki:
“–Her gece seher vaktinde: «Ey bizim hastamız, nasılsın?» diye bir ses duyardım. Şimdi yine o vakit geldi, fakat; «Ey bizim sıhhatli kulumuz, nasılsın?» diye bir ses duymadım. Bunun için mahzun oldum…”
Bu hakîkatler sebebiyledir ki ârif kullar, Cenâb-ı Hak’tan gelen acı-tatlı bütün imtihanları, O’na yaklaşmaya bir vesîle bilip dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâliyle karşılamışlardır.]
Cenâb-ı Hak; bütün hissiyât, fikriyat, hâl ve davranışlarımızı dâimâ rızâsıyla te’lif eylesin. Hayatın değişen şartları karşısında “hamd, şükür ve rızâ” hâlini, değişmez vasfımız kılsın. Böylece biz âciz kullarını da, sevip râzı olduğu kulları arasına lûtf u keremiyle ilhâk eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: [1] Ahmed er-Rufâî, Hâletü Ehli’l-Hakîkati Meallâh, s. 337. [2] M. Sâmi Ramazanoğlu, Yûnus ve Hûd Sûreleri Tefsîri, s. 145. [3] Âl-i İmrân, 173. [4] Bkz. Sâd, 44.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2018 – Aralık, Sayı: 394, Sayfa: 032