
Gök Sofrasına Davet
Allah Teâlâ bizim önümüze sonsuz bir gök sofrası sermiş ve hayat suyu ikram etmiştir. Fakat katılmayı arzu edemedik. Bedenimizi beslemeyi hiç unutmazken ruhumuzu beslemeye ilgisiz kaldık. Göklere yükselme teklifi gelmişken, sıkılmışlık ve sıradanlık içinde kalmayı tercih ettik. Bu nedenle, kalbimiz yumuşamıyor ve ruhumuz yükselmiyor.
Üç Aylar’ımız; bereketi, ihsanı, kuvveti, manası ve değeri dolayısıyla eşsiz bir hazineye sahiptir. Sene boyunca diğer dokuz ayda bu sırra yetişmek mümkün değildir. Ramazan ayı ibadetin zirvesidir. Bir mümin için en yüksek mertebelere erişmek mümkündür. Ramazan ardından Hac mevsimi gelir ve sonrasında Muharrem ayına iştirak ederiz. Böylece müminler yarım sene boyunca eşsiz bir manevi yoğunluk yaşarlar. Bizim hayatımızı son derece zenginleştiren kandiller, kutlamalar, ibadetler ölçülemez. Dahası cihadımız, fedakarlığımız, hizmetimiz var, Kur’anımız var, umremiz, haccımız var, nafile ibadet ve fazlası var, duamızı bırakmıyoruz.
Ancak sıhhat bulamadık, şifa kaynağımızdan içmek nasip olmadı. İbadetler bizi bir kurtuluşa götüremedi. Bize huzur, özgürlük, esenlik, selamet, uyum vermedi. Namaz kıldık, fakat makam sahibi olmaktan vazgeçmedik. Oruç tuttuk, mideyi boş bıraktık, fakat nefs-i emarenin heveslerinden kurtulamadık. Hacca gittik, ihramı giydik, fakat canımızı kurban etmeyi beceremedik. Zekât verdik, fakat devamlı ekmek aramaktayız, menfaat virüsü, açgözlülük gibi sıfatlardan kurtulamadık.
Manevî hastalıklardan, şeytanî tabiattan kurtulmaya çalışmadık. Kötü alışkanlıklardan, maddeye olan bağımlılıktan, şuursuzluktan vazgeçmeye çalışmadık. Duyarsızlığı, gafleti aşmayı beceremedik. Yeme, uyuma faaliyetlerinde aşırıya gitmekten vazgeçmedik. Yüzeysel ibadetlerden memnun kalıyor ve pazarlık eder gibi dua ediyoruz. Rıza aramak, şifa bulmak yerine menfaat, sevap kazanmanın peşindeyiz. En önemli sorunlarımızdan birisi yaklaşmak ve yükselmek derdinde olmamamızdır. İlâhî huzurda olmaya çalışamadık. İbadet yaparken Zü’l-Celâl ve’l-İkrâm olan Allah'ı arzulamadık, O’na karşı şükür ve rıza hissedemedik.
GÖK SOFRASINA DAVET
Kendimize ruhumuzun gıdasını vermiyoruz. Gök sofrasına katılmıyoruz. Kur'an-ı Hâkim'de buyurulur: “Rabbimiz saf bir içecek ikram eder.” (İnsân, 21) Allah Teâlâ bizim önümüze sonsuz bir gök sofrası sermiş ve hayat suyu ikram etmiştir. Fakat katılmayı arzu edemedik. Bedenimizi beslemeyi hiç unutmazken ruhumuzu beslemeye ilgisiz kaldık. Göklere yükselme teklifi gelmişken, sıkılmışlık ve sıradanlık içinde kalmayı tercih ettik. Bu nedenle, kalbimiz yumuşamıyor ve ruhumuz yükselmiyor.
İbadet yaparken en büyük sorunumuz terbiye altına girmek istemememizdir. Bu nedenle organlarımız ve duyularımız bir iç yıkama, bir iç temizlik görmüyor. Kalbimiz pis, kir, şirk, put işgalinden kurtulmuyor. Sonuçta bir iç hicret, zulümden nura doğru, şirkten tevhide doğru, batıldan hakka doğru, faniden bakiye doğru, esfel-i safilinden ahsen-i takvime doğru gerçekleşmiyor. Mesele şudur ki; kendi benliğinden kurtulmamış olan kurtuluş bulmaz. Dünyevi arzulara muhtaç olan bedeninden kurtulmadığı müddetçe felaha eremez. Kendi eksikliklerimizi, yetersizliğimizi, sınırlarımızı, başarısızlıklarımızı, kusurlarımızı idrak edemeden, kurtuluş bulunmaz.
En büyük sorunlardan birisi Müslümanların ibadet hakkında tefekkür etme ihtiyacı duymamasıdır. Abdülkâdir Geylânî Hazretleri şöyle buyurmaktadır; “Kim ibadetlerini tefekkür eder, sebep ve nedenlerini arar ve onları bilir hale gelirse, işte bu yetmiş yıllık ibadet kıymetindedir.”
Her bir ibadet araçtır, amaç değil. Namaz, zekât, oruç, hac; bir diriliş çağrısı, yenilenme çağrısı, miraç çağrısı, uyanış çağrısı, varoluşun çağrısı, yeni bir insan olma çağrısı, fıtrata dönüş çağrısı, özümüze, ruhumuza, asıl vatanımıza, köklerimize bir ilahi davettir. Mânâ hastalıklarından şifa bulmaya bir davettir. Nefsimizin zulmünden kurtulmaya bir davettir. Cihad-ı Ekber yapmaya bir davettir. Kalpteki şirkleri ve putları kırmaya bir davettir. İbadet ederken imanımızı yenileriz, tazeleniriz, yeniden can ve hayat buluruz, diriliş gücü buluruz ve böylece bir arınma, bir olgunlaşma gerçekleşir.
İslam aleminin başı dertte; Rabbinden yalnızca ümmetine yakınlık dileyen, ümmeti için hidayet, rahmet ve mağfiret dileyen Efendimiz aleyhis-salât-ü-ves-selâmı, O zâtı örnek almıyoruz. Müslümanlar onun ayak izlerinde yürümeye gayret etmiyorlar. Böylece Âlemlerin Rabbi ve Âlemlere Rahmet’le kurbiyet halinde olma hazinesi elden gitmiş oluyor ve feyz kaynağı kesiliyor.
En büyük sorunumuz; yukarıya bakmamamızdır. En nuranî misallerden, Ehl-i Beyt-i Mustafa’nın, Sahabe Efendilerimiz’in, Allah dostları ve evliyaların yaşadıklarından ve öğütlerinden etkilenmez hale geldik. Fahr-i Kâinat Efendimiz, aleyhis-salât-ü-ves-selâm; “Ashabım yıldızlar gibidir; hangisini takip edersiniz hidâyeti bulursunuz” buyurmuşlardır.
Üstelik parlaklıklarıyla hayatımızı aydınlatan binlerce mum var etrafımızda. Bunlar evliyalar, şehitler, sıddıklar, âşıklar, Allah dostları. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri şöyle uyarıyor; “Ey binlerce mum olduğu halde yolu karanlık olan.” Velilerin nasihatlerine, öğütlerine hiçbir zaman şimdiki kadar çok muhtaç olmadık. Çünkü nefsimize hiçbir zaman şimdi olduğu kadar zulmetmedik.
Aynı zamanda Kuran-ı Kerim’deki kıssalardan ve siyerden ibret almaya çalışmalıyız. Peygamberler ve onlarla beraber olanlar, onlara verilmiş olan imtihanlara gösterdikleri sabırla bizlere muazzam bir örnektir. Bizlere tevhid nurunu nasıl yaşayacağımızı gösterirler. Hz. Eyüp'ün aleyhisselam sabrından, Hz. İbrahim'in aleyhisselam teslimiyetinden, Hz. Hamza’nın radıyallahu anh cesaretinden, Hz. Yusuf’un aleyhisselam imtihanlarına sabrından, Hz. Hatice’nin radıyallahu anha aşk-ı Muhammedî’sinden bir zerreye kadar tevârüs edelim.
Teslimiyetin nişanesi olan peygamberler, dualarında ağır imtihanlara rağmen şükrü, tövbe yakarışlarını ve Allah'a sığınmalarını eksik etmediler. Allah'ın Hâlil'i olan İbrahim aleyhisslam Rabbine: “(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuara, 87) niyâzında bulunmuştur. Hz. Adem aleyhisselamın duâsı şöyledir: “Rabbimiz! (Biz) kendimize zulmettik, artık bize mağfiret etmez ve bize merhamet etmezsen, mutlaka hüsrâna uğrayanlardan oluruz.” (Araf, 23)
Adem aleyhisselam varlık çölündeki bereketli kulluğun parlaklığını gösterir. Cenneti, küçük bir itaatsizlik sonucu, bir buğday tanesi için terk etti ve dünyaya inmek durumunda kaldı. Sonra da mütevazı bir öğrenci, acziyet içinde yanan bir kalple, öğrenen bir köle, gözü yaşlı bir hayran, samimi bir arayıcı oldu. Kendi yetersizliği, zafiyeti ve çaresizliğini tanıdı, bildi. Rabbine olan aşkından mahcup oldu, hayâya büründü ve mahviyete düştü.
Âdem aleyhisselamı takip etmek şarttır; çünkü onun yolu iyileşme yoludur, onun yolu şifa yoludur. Onun gibi varlık çölünde kızgın kumlarda, kalbinde aşk ve arayış ateşiyle, gözlerinde sel gibi akan yaşlar ile yalın ayak yürümelidir.
Allah’ın peygamberleri ve velîlerinin feyizlerine gönlümüzü açmalıyız. Bütün kâinata rahmet olarak gönderilenin ve O’na tabi olmuşların kulu-kölesi olmalıyız. Tevhîd-i ilâhîye inananlar, Hz. İbrâhîm’in aleyhisselam ayak izlerinden başlayarak Nübüvvet Hâtemi olan Efendimiz’e aleyhis-salât-ü-ves-selâm kadar yürümelidir.
İslam dininde bilgilerin ortaya konduğu sahne bütünüyle canlıdır. Aktarılan hiçbir şey kuru bir tarih dersi veya yavan bir bilgi kırıntısı değildir. Muvahhitler bir silsile halinde devam eden o ruhanî aydınlanma geleneğinin izini sürebilirler. Bu yolda ilerlemek istiyorsak, Efendimiz’i aleyhis-salât-ü-ves-selâm sevenlerin ve bir silsile halinde onları sevenleri sevenlerin ruhanî halkasına dâhil olmalıyız.
Kaynak: Rabia Brodbeck, Altınoluk Dergisi, Sayı: 470
YORUMLAR