Gönülleri Fetheden Hidayet Orduları
En büyük cihadlardan birini yerine getiren hidayet ordularının vazifesi nedir? Efendimiz (s.a.v) hidayet ordusunun bir neferi olan Müslümanı nasıl müjdeliyor?
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Erse hidâyet askeri,
Kullar olur gamdan berî,
Eyle inâyet mazharı,
İhsan Senʼin, gufran Senʼin…
“Hidâyet askerleri olan tebliğ ve irşâd ehlinin, gönüllerini îman nûruyla aydınlatabildiği kullar, ebedî gamdan / hüzünden kurtulurlar. Ey ihsan ve gufran sahibi Allâhʼım! Bizi yardımına mazhar eyle!”
Nasıl ki beldeleri gazâ orduları fethederse, gönülleri de hidâyet ordusu olan tebliğ ve irşad askerleri fethederler. İlâhî hakîkatleri insanlara ulaştırıp kalpleri vahiyle buluşturabilme hizmetleri, en büyük cihadlardandır. Nitekim bu gâyeye hizmet eden âlimlerin mürekkebi, şehidlerin kanlarından kıymetli görülmüştür.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼı Hayberʼe gönderirken ona;
“Allâhʼa yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakkʼın senin vâsıtanla bir tek kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” buyurmuştur. (Buhârî, Ashâbuʼn-Nebî 9, Cihâd 143)
EN BÜYÜK NİMET
En büyük nîmet; İslâm ile şereflenmektir, Allâhʼı ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼi kalben tanımaktır. Dünya bizim olsa, fakat Allah ve Rasûlʼünü tanımamış olsaydık neye yarardı?!. Zira dünya fânî, îman nîmetinin kazandıracağı saâdet ise bâkîdir.
Her nîmetin şükrü kendi cinsinden olur, denilmiştir. İşte îman gibi muazzam bir nîmetin şükür borcunu ödeyebilmek için ashâb-ı kirâm, insan olan her yere büyük bir cihad aşkıyla sefer etti.
Nitekim Vedâ Haccıʼna iştirâk edebilen yaklaşık 120.000 sahâbîden sadece 20.000 kadarı Haremeyn-i Şerîfeynʼde medfundur. Yani ashâb-ı kirâmın büyük çoğunluğu, nâil oldukları îman nîmetini ondan mahrum bulunan gönüllere ulaştırabilmek için, -âdeta toprağa saçılan tohumlar misâli- dünyanın dört bir tarafına dağıldılar. Çin’e, Semerkand’a, Kuzey Afrika’ya giderken, bir gölgenin gövdeye olan sadâkatiyle tâbî oldukları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in muhabbetini de sînelerinde taşıdılar. Gidebildikleri son diyardaki kabirleriyle de, o yöre halkı için maddî-mânevî bereket vesîlesi olmaya devam ediyorlar.
Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri de:
“Horasan’a gidip tebliğde bulunmak; Mekke’de mücâvir olmaktan (orada ikāmet etmekten) senin için daha kazançlıdır.” buyurarak, ashâbın fiilen sergilediği bu tebliğ ufkuna işaret etmiştir.
Hakîkaten ashâb-ı kirâm için hayatın en kıymetli anları, insanlara tevhîd mesajını ilettikleri zamanlardı. Bir sahâbî, îdam edilmek üzere iken kendisine üç dakika zaman tanıyan bedbahta teşekkür etmiş ve:
“−Demek ki sana hakkı tebliğ edebilmek için üç dakikalık vaktim var. Umulur ki hidâyet bulursun.” demiştir.
İşte ashâb-ı kirâmın bu samimî gayretlerine Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği bereketle, İslâm kısa sürede kıtalara yayıldı.
İŞGAL DEĞİL FETHETTİLER
Moğol istilâlarının İslâm âlemini kasıp kavurduğu asırlarda, Orta Asya’dan yükselen hidâyet meşʼalesi, Yesevî dervişleri vâsıtasıyla, Anadolu’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada gönülleri tenvir etti, kalpleri fethetti.
1. Murad Han, Kosova’yı fethettiğinde Anadoluʼnun fazîletli insanları oraya yerleşti. Onların nezih yaşayışlarına hayran olan Arnavutların yüzde doksanı müslüman oldu.
Yine Fatih Sultan Mehmed Han da İstanbulʼun fethinden on sene sonra Bosna’yı fethetti. O bölgeye, gönül ehli, temiz Anadolu insanını yerleştirdi. İslâmʼın güzelliklerini hâl ve davranışlarında sergileyen bu müʼminlere meftûn olan Boşnakların tamamı hidâyetle şereflendi.
Yani İslâm’da fetih; toprakları kanla sulamak değil, gönülleri İslâm ile ihyâ etmektir. Nitekim Bosna ve Kosova’da, asıl fetih olan gönüllerin fethi, zâhirî kilitleri açan kılıcın geri dönmesinden sonra gerçekleşti. Anadolu’nun bağrında yetişmiş gönül erlerinden oluşan mü’min âilelerin “güzel ahlâk ve hâl ile tebliğ” seferberliği neticesinde, büyük kitleler İslâm ile şereflendi.
Bugün bizim vazifemiz de;
‒En yakınlarımızdan başlayıp tebliğ ve irşad faaliyetlerine imkânımız nisbetinde gayret etmek veya destek olmaktır.
‒Ulaşabildiğimiz her yerde hak ve hakîkatin sesini yükseltip bâtılı susturmaya çalışmaktır.
‒Etrafımızdaki mânevî yangınlardan insan kurtarabilmektir.
Aksi hâlde, ulaşma imkânımız olup da gaflet ve ihmâlimiz sebebiyle alâkadar olmadığımız insanlar yüzünden, kıyamet günü müşkül durumlarla karşılaşabileceğimizi unutmamalıyız.
KIYAMET GÜNÜ YAKANA YAPIŞIR
Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Biz, (ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık:
Kıyâmet günü bir kişinin yanına, hiç tanımadığı biri gelir ve yakasına yapışır. Adam şaşırır ve:
«‒Benden ne istiyorsun? Ben seni tanımıyorum ki!» der.
Yakasına yapışan kişi ise:
«‒Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmezdin, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[1]
Hakîkaten, tebliğ ve irşad mesʼûliyetinin ihmâli, kişiyi hem bu dünyada hem de âhirette pek çok sıkıntılara dûçâr eder. Bunun içindir ki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin şu îkâzına ciddiyetle dikkat kesilmek îcâb eder:
“Bana hayat bahşeden Allâh’a yemin ederim ki, siz ya iyiliği emreder kötülükten nehyedersiniz ya da Allah kendi katından üzerinize bir azap gönderir de o zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9)
Şunu da unutmayalım ki gerçek bir müʼmin, kendi ebedî kurtuluşunun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilen, fedakâr insandır. Dolayısıyla, hidâyet mahrumlarına tebliğ ve müsterşidi irşad faaliyetleri, müʼminler için en mühim kulluk vazifelerinden biridir.
Hak dostu âlim ve ârif kullar da, tebliğ ve irşad yolunda, şartlar ne kadar menfî olursa olsun, samîmiyetle gayret etmiş, zorluklar karşısında bahâne üretmek yerine çâreler aramışlardır. Cenâb-ı Hak da onların hâlisâne gayret ve fedakârlıklarına müstesnâ bir bereket ihsân eylemiştir.
Şâzelî meşâyıhından Derkāvî rahmetullâhi aleyh- şöyle der:
“Üstâdım beni bir kabileye gönderiyordu. Ona dedim ki:
«–Gittiğim yerde mânevî sohbetler yapıp hasbihâl edebileceğim bir Allâh’ın kulu bile yok, yapayalnız kalacağım…»
Bana üstâdımın cevâbı şöyle oldu:
«–Muhtaç olduğun insanı kendin doğuracaksın!»”
Yani kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin. Zor hizmetleri hep başkalarından bekleme kolaycılığına kaçmayacaksın. Hiçbir tarladan emeksiz mahsul alınamaz. Sen de gayret edeceksin ki senin tarlandan da kaktüsler, dikenler yerine, mis kokulu güller, rengârenk sümbüller ve birbirinden lezzetli meyveler yetişsin…
Velhâsıl, gönüller fetheden tebliğ ve irşad ordusunun samimî bir neferi olabilmek, yahut onlara maddî-mânevî destek verebilmek, Hakk’ın rızâsını celbeden çok kıymetli bir amel-i sâlihtir. Nitekim bir mü’min için, Cenâb-ı Hakk’ın şu medhine nâil olmaktan daha büyük bir mazhariyet düşünülebilir mi:
“(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33)
Yine Rabbimiz, kendilerinden râzı olduğu ve ebedî kurtuluşa erdirdiği sâlih kullarından olmamızı arzu ederek şöyle buyurmaktadır:
“Sizden, hayra dâvet eden ve iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındıran bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104)]
Cenâb-ı Hak biz âciz kullarını, İslâmʼı yaşayışıyla temsil ve tebliğ eden; hayra anahtar, şerre kilit olan; elinden, dilinden, hâlinden ve kālinden ümmetin müstefîd olduğu sâlih kullarından eylesin. Hatâ ve kusurlarımızı bağışlayıp cümlemizi lûtf u keremiyle râzı olduğu bahtiyar kullarının zümresine ilhâk eylesin. Âmîn!..
Dipnotlar: [1] Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, Beyrut 1417, III, 164/3506; Rudânî, Cemʻu’l-Fevâid, trc. Naim Erdoğan, İstanbul ts., V, 384.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2024 – Mayıs, Sayı: 459