Günahkârlara Karşı Nasıl Davranmalıyız?
Mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilen kâmil mü’minler, günahkâr bir insana bile -ne kadar günaha batmış olursa olsun- özündeki mükemmelliğe îtibâr ederek, sırt çevirmezler. Onun hidâyetini ve tevbeye yönelmesini diler, ebedî hayâtını kurtaracak bir can simidi olmaya gayret ederler.
Şu misal, yukarıdaki hakîkati ne güzel îzah eder:
Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;
“–Şarabı o içmiş, âdeta siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.
Zira mahlûkâta Hâlık’ın merhamet nazarıyla bakabilmek; günaha olan nefreti günahkâra taşırmamayı ve günahkâra öfkelenmek yerine acımayı îcâb ettirir. Îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak evvelâ gönüllerini fethetmek gerekir.
Mü’minin vazifesi, günahkâra öfkelenip onu kendi hâline terk etmek veya ona bağırıp çağırmak değil, onun elinden tutarak nezih bir hayâta dönmesine yardımcı olmaktır. Hak dostu Mevlânâ Hazretleri’nin; “Gel, gel, ne olursan ol, yine gel!..” şeklindeki müsâmahakâr dâvetindeki gâye de insanı öz cevheriyle tanıştırıp onu şefkat ve merhametin feyizli zemininde günah kirlerinden arındırmak ve îmânın lezzetini tattırmaktır.
Zira kâmil mü’minlerin gönül dergâhları, mânevî hastalıkların rahmet üslûbuyla tedâvî edildiği bir mânevî rehabilite merkezi durumundadır.
Tâbiînden hadis ve fıkıh âlimi Mutarrif bin Abdullah buyurur ki:
“Günahkârlara karşı içinde bir merhamet hissi duymayan kimse, hiç olmazsa onların lehine (onlar için) tevbe ve istiğfâr ile duâ etsin. Zira yeryüzündekilere Allah Teâlâ’dan mağfiret dilemek, meleklerin ahlâkındandır.”
İşte Allah ile dost olanlar, bilhassa din kardeşleriyle de dost olurlar. Onlara derin bir muhabbet beslerler. Hattâ bu muhabbetleri zamanla öyle genişler ki bütün insanları kurtarmanın derdine düşerler. Nitekim;
“–Allâh’ın velî kulları halk içinde nasıl tanınır? Alâmetleri nelerdir?” sorusuna Ebû Abdullah el-Basrî şu cevâbı vermiştir:
“–Velî, dilinin çok tatlı ve ahlâkının güzel olmasıyla, özür dileyenlerin özrünü kabûl etmesiyle, -ister iyi ister kötü olsun bütün mahlûkâta tam bir şefkat ve merhametle bakmasıyla anlaşılır.”
Hakîkaten, kâmil bir mü’minin yüreği, bir insanın ebedî kurtuluşuyla bahtiyar olurken, mânevî çöküntü içinde olmasından da mahzun olur. Zira onun yüreği, düşmanı bile olsa bir in sanın helâk oluşundan ızdırap duyan bir merhamet ummânıdır. Bu sebeple, hiç kimsenin zarara uğramasını istemez, bilâkis bütün insanların selâmet ve saâdetini diler.
Nitekim Rahmet Peygamberi Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tâif’te taşlanırken Rabb'ine, o belde halkının helâki için değil, hidâyeti ve ebedî kurtuluşu için duâ etmiştir.Yâsîn Sûresi’nde kıssası anlatılan Habîb en-Neccar, son nefeslerini verirken dünyaya âit perdeler kapanıp, ilâhî perdeler açılınca kendisini taşlayanlara merhamet ederek:
“…Âh keşke Rabbimin beni bağışladığını ve beni ikrâma mazhar olanlardan kıldığını kavmim bilseydi.” (Yâsîn, 26-27) demiştir. Bu da kendisini şehîd eden kavminin bile kurtuluşunu arzulayan bir mü’minin yüreğindeki şefkat ve merhamet ufkunu ortaya koymaktadır.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarının Örnek Ahlakından-2, Erkam Yayınları, 2010.