Günahlarımızdan Korkmalıyız
Yangından, depremden ve doğal afetlerden korktuğumuz kadar manevi felaketler olan günahlarımızdanda bu derece korkuyor muyuz? İnsanın şahsiyetine tesir eden iki husus nedir? İbadetin tesir etmesi için neler yapmalıyız? Mümin toplum içinde, insanlara karşı nasıl davranmalıdır? Osman Nuri Topbaş Hocaefendi anlatıyor...
Zaman zaman felâketlerden korkuyoruz. Bir deprem oluyor, korkuyoruz. Sel felâketi geliyor, korkuyoruz. Yağmur yağmadı diye, mahsul çıkmayacak diye korkuyoruz. Esas korkulacak olan; günahlarımızdır.
Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarâsı olmaktan korkmalıyız. İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslâm’ın güzel yüzünü, İslâm’ı temsil edememekten korkmalıyız. Bütün bunlardan korkmalıyız ki son nefeste meleklerin müjdelediği, korku ve hüzünden emin olan bahtiyar kullardan olalım.
İnsan şahsiyetine tesir eden iki mühim unsur vardır.
Biri; helâl gıdadır:
Buna da çok dikkat edilecek. Dükkânı kiraya veriyorsan, kime verdiğine dikkat edeceksin. O mal; bir lüks, bir israf ekonomisine giden veyahut da Allâh’ın haram kıldığı bir iş mi yapıyor? Ondan gelen gelir de o zaman yaramaz.
İbadetlere tesirin en başında “helâl gıda” geliyor.
Hacca gelir diyor Efendimiz; “Lebbeyk!” der, “Yâ Rabbi, huzûruna geldim.” der. “Lâ leybbeyk!” denir. (Bkz. Heysemî, III, 209-210)
İkincisi; beraberinde bulunduğu kimse:
İnsan, tesir altında kalır. Ana-babanın tesiri altında kalır. Okuduğu okulun tesiri altında kalır, yaşadığı toplumun tesiri altında kalır. Onun için evlâtlarımızı nereye vereceğimizi…
En büyük tahsil, Kur’ân-ı Kerîm tahsili.
Allah yarın sorarsa;
“–Sen Kur’ân-ı Kerîm’i seviyorsun, Allâh’ı sevdiğini iddiâ ediyorsun; oğluna-kızına ne öğrettin? Hangi Kur’ân kursunda onları yetiştirdin?..”
Eğer seviyorsan, sevginin bir karşılığı vardır.
“–Hangi Kur’ân kursunda okuttun?”
“–Aman efendim, bir senesi ziyan olmasın, iki senesi ziyan olmasın!..”
Yahu orada ebediyyet ziyan olacak!..
Diğer taraftan, Allâh’ın rahmeti gönle yansıyacak. Hâlık’ın nazarıyla, Cenâb-ı Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanılacak. Bir mü’min yumuşak gönüllü olacak. Yüzünden tebessüm eksik olmayacak. Aslâ kalp kırmayacak, kimseden de kırılmayacak, Allah için affedecek. Yalnız kendini düşünen hodgâm olmayacak, diğergâm olacak. Kardeşi için ferâgat eden îsar sahibi olacak.
Dili bir rahmet dili olacak. Dili, gönülleri ihyâ edecek. Aslâ incitmeyecek. Hiçbir zaman bir gönle diken batırmayacak, bir rahmet dili olacak. Aman, sakın; bir yılan dili olmaktan kendisini koruyacak dilini.
Onun için Cenâb-ı Hak Kur’ân’da nasıl konuşacaksın:
“قَوْلًا كَرِيمًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 23) İkramkâr ve iltifatkâr konuş diyor.
“قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28) Hiçbir şeyin yoksa bir gönül alıcı, tatlı birkaç söz söyle buyuruyor.
“قَوْلًا مَعْرُوفًا” buyuruyor. (Bkz. el-Ahzâb, 32) Yani güzel ve tatlı dille konuş diyor. Yerinde, uygun şekilde konuş buyuruyor.
“قَوْلًا لَيِّنًا” buyuruyor. (Bkz. Tâhâ, 44) Yumuşak tarzda bir konuş diyor. Firavun’a giderken Mûsâ -aleyhisselâm-’a “قَوْلًا لَيِّنًا” buyurdu.
Yani bir müslümanın nâzik ve latîf bir dili olacak, aslâ kaba olmayacak. Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“…Unutma ki seslerin en çirkini, merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19)
Cenâb-ı Hak, şu kâinat ilâhî bir kitap, ilâhî bir manzume. İşte burada merkebin sesini göreceksin, tırmalayan bir ses. Bülbülün sesini göreceksin, rûha ferahlık veren bir ses. Bülbülün sesi gibi olacak bir mü’minin sesi.
Rahmet, göze yansıyacak:
Bir mü’min, hiçbir zaman ibâdullâhı/Allâh’ın kullarını istihkār etmeyecek, istihfâf etmeyecek. Kimseyi küçük görmeye hakkımız yok. Herkesin son nefesi meçhul.
Onun için bir mü’minin bakışı şefkatle olacak, merhametle olacak. Garipleri, kimsesizleri arayacak. Cenâb-ı Hak;
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.
Yani her insanın nazarı, kalbinin rengine göre tecellî eder. Bu sebeple, merhametle yoğrulan bir kalbin nazarı, baktığı kimseye rahmet olur. İşte evliyâullâhın nazarı da budur. -Allah korusun- kalbi katı, haset insanın şeyi de, ona da halk ağzında “şunun nazarı değdi” denir.
Mü’min, rahmet insanı olacak, rahmet taşıracak. Zira îmânın en büyük meyvesi merhamettir. Onun neticesi de hizmettir.
Merhamet etmek, ancak acıyabilmek, Allâh’ın büyük bir lûtfudur. Zira, yalnızca acıyabilen insan için, kalp, iz’an ve vicdandan söz edilebilir. Kalbi olmayan bir kimse için vicdandan bahsedilemez.
Vicdan, kelime olarak, “وَجَدَ, يَجِدُ, وِجْدَانًا” kendini kendinde bulmak, insanlığını bulmaktır. Vicdan, bir insanlık haysiyetidir.
Onun için hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Sen yeryüzündekilere merhamet et ki gökyüzündekiler de sana merhamet etsinler.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
Onun, merhametin de ucu açık. İtmi’nâna kadar da gidiyor. Tabi bu;
“Onlar ki zekâtlarına faaliyet gösterirler.” (el-Mü’minûn, 4) فَاعِلُونَ …
Yani zekâtı helâlden kazanacaksın. Haram paranın zekâtı yok zâten. Adam; bir faizin zekâtı yok. Meyhânenin zekâtı yok. Ahlâksızlık işlenen yerlerin zekâtı yok. Bunlar haram. Haramın bir zekâtı yok!..
Onun için zekâtını, malını helâlden kazanmak için çok gayret edeceksin.
Öşür, toprağın zekâtı vardır, öşürdür o. Öşrünü vereceksin. Öşrü verilmezse birtakım musibetlerin geleceği bildiriliyor Kalem Sûresi’nde. Öşür vermeyenlerin tarlası kapkara oluyor.
Hastalık gelir, belâ gelir, musibet gelir. Onun için zekâtını vereceksin, öşrünü vereceksin. Çünkü o senin malın değil, fakirin senin üzerindeki alacağı.
Öbür taraftan sadaka var. Sadaka da belâlara karşı bir siper-i sâika, bir paratoner.
İnfak var. Bu da Allâh’a olan muhabbetini gösteriyor senin. Bollukta da vereceksin, darlıkta da vereceksin.
“…Sana iyilik yolunda ne harcayacaklarını sorarlar. Sen de onlara «قُلِ الْعَفْوَ » ihtiyaç fazlasını ver…” (el-Bakara, 219) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yine Kehf Sûresi’nde:
اَلْمَالُ وَالْبَنُونَ زِينَةُ الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا
“Servet ve oğullar, dünya hayatının süsüdür. Ölümsüz olan işler de (yani âhirete intikâl edecek, mükâfatı geçecek) hem sevapça daha hayırlı, ümit bağlanmaya daha da lâyıktır.” (el-Kehf, 46)
Onun için, bir mü’min hayır-hasenat sahibi olacak. O da bu dünyada. Mallar ve evlâtlar bu dünyada kalacak. O dünyanın süsü, eğer Allah yolunda çalışmışsan, o âhiretin süsü olacak. Yok eğer nefs plânında, evlâtlarını nefs plânında, malı nefs plânında harcamışsan, o da -Allah korusun- bir felâket olacak.
Onun için onlar…
Ne gidecek Cenâb-ı Hakk’a? Yürek gidecek, kalp gidecek.
Nasıl bir yürek gidecek?
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Kalb-i selîm; rafine olmuş bir tertemiz… Nasıl insan doğuşta tertemiz doğuyor, hattâ doğduğu zaman mis gibi kokuyor. Ölürken de ibadetler, amel-i sâlihler, muâmelât, muâşeret… O şekilde bir tertemiz yürekle Cenâb-ı Hakk’ın huzûruna gidecek.
Tabi ondan sonra gelen âyet-i kerîmede “iffet” geliyor.
“…İffetlerini korurlar.” (el-Mü’minûn, 5) buyruluyor.
Kadın da iffetini koruyacak, erkek de iffetini koruyacak. Gözüyle iffetini koruyacak, diliyle iffetini koruyacak. Giysisiyle, elbisesiyle iffetini koruyacak. Edebiyle iffetini koruyacak. Her şeyle iffetini koruyacak. Bugün maalesef bu da büyük bir zaafa uğradı.
Ondan sonra; “verdiği sözde duracak”. (Bkz. el-Mü’minûn, 8) Bu da ticârî hayatta çok mühim. Sözünün arkasında olacak. Kefil olursa o kendi borcudur. Kefil olan kimse onu ödeyecek.
Bir mü’min “el-emîn, es-sâdık” olacak. Daima İslâm’ın karakter ve şahsiyetini tevzî edecek.
Ondan sonra “يُحَافِظُونَ” (Bkz. el-Mü’minûn, 9) Yine namazla başladı “خَاشِعُونَ” yine “يُحَافِظُونَ” yine namazla… Demek ki namaz çok mühim.
Bilhassa bu gece namazları, nâfile namazlar, bütün namazlar, kulun Cenâb-ı Hakk’a…
Onun için çok dua edeceğiz ki, Allah hepimize namazları sevdirsin. Farzları da cemaatle kılmayı nasîb eylesin.
Ondan sonra bu şeyleri yaşayanlara Cenâb-ı Hak Firdevs Cennetleri’ni vaad ediyor. Cenâb-ı Hak bu nîmetleri veriyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 10-11)
Arkadan Cenâb-ı Hak, ondan sonra insan yaratılışını bildiriyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 12)
Yani amellerin böyle olacak. Bir de şükür olarak, kendi yaratılışına bakacaksın. Bir topraktan yaratıldın. Şu beden, toprak. Şu bastığımız toprak, bizden evvel gelmiş milyonlarca cesetlerin üzerinde biz geziyoruz. Gömüldü, toprak oldu tekrar. Aynı elementler var insan vücudunda ve toprakta. Şu bastığımız toprakta gelecek nesiller var. Çıkan meyveler, sebzeler, gıdalar, yine bir insan nutfesi olacak.
Velhâsıl hep ibret, tefekkür…
Cenâb-ı Hak, “topraktan yarattık” buyuruyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 12)
Baştan “nutfe”, yok kadar bir şey. (Bkz. el-Mü’minûn, 13)
Şu bütün cihazlar, o yok kadar şeyden teşekkül ediyor. Yiyoruz, içiyoruz, hiç farkında değiliz; onlar nerelerden geçiyor, nasıl cihazlardan geçiyor, nasıl faydalı kalıyor, faydasız çıkıyor?.. Kendimize bir şalter verseler kaç tane arıza yaptırırız?.. Nutfeden nasıl meydana geliyor?
Arkadan “aleka”. (Bkz. el-Mü’minûn, 14)
Nasıl bir ana karnında besleniyor? Cenâb-ı Hakk’ın verdiği bir gıda, kanla besleniyor, ananın kanından alıyor. Aleka, asılı bir şey… Olgunlaştığı zaman çıkıyor dışarı, olgun meyve gibi.
“Mudga”, çiğnenmiş bir et. (Bkz. el-Mü’minûn, 14)
Oradan çiğnenmiş bir et gibi, şekilsiz… Cenâb-ı Hak ibret olarak… Bir şekil değil, şekilsiz. Baş, kollar, bir tenâsüp yok.
Ondan sonra “izam”, kemikler geliyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 14)
“Lahim”, kemiklere etler sarılıyor. Sonra Cenâb-ı Hak bir güzel bir insan olarak dünyaya çıkartıyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 14)
Dünyada yaşayacak, imtihan olacak. Bir fânîlikten geçecek.
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
(“Kime uzun ömür verirsek Biz onun gelişmesini tersine çeviririz. Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])
Baştan güç-kuvvet verilecek, ömür verecek, sonra ihtiyarlık, yaşlılık verecek.
İnsan akıl erdirmiyor mu? Her şey fânî, neye baksa fânî. Kendine baksa fânî, ağaca baksa, hayvana baksa, her şey fânî. Bir fânîliğin içinde. Bir bekā sıfatının tecellîsi yok kâinatta. Bir hayatı olacak.
اَفَلَا يَعْقِلُونَ; akıl erdirmez mi?
Sonra Cenâb-ı Hak öldürürüz diyor, sonra tekrar sizi diriltiriz diyor. (Bkz. el-Mü’minûn, 15-16)
Demek kul, bir de yaratılışın, geliş-gidişin tefekkürü içinde olacak daima.
Onun için Cenâb-ı Hak:
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50])
اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“…Akletmez misiniz?” [el-Bakara, 44; Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169…])
اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…(Ancak) akıl sahipleri (düşünüp ibret alırlar).” [Âl-i İmrân, 7]) buyuruyor.
Muhterem Kardeşlerimiz!
Bugün en mühim problemimiz, gençlik problemi var. Evlâtlarımız çok mühim. Evlâtlarımızı yetiştirecek müesseselere omuz vermek çok mühim.
Maalesef âhiret unutuldu. Âhiret unutulması sebebiyle çok musibetler geliyor. Günahlar arttı. Kavimleri helâk eden günahlar başladı. Âd Kavmi, Semud Kavmi, Lût Kavmi, İbrahim -aleyhisselâm-’ın kavmi, Şuayb -aleyhisselâm-’ın sahtekâr kavmi… Hep bunlar doldurdu insanlık piyasasını.
Tabi burada, Allâh’ın rahmeti çekiliyor. İşte görüyoruz, insanlar hep bir kavga vs. ihtirâsın pençesinde perişan durumda beşeriyet. Niye? Âhiret unutuldu…
Onun için en mühim, evlâtlarımızdır… Tekrar tekrar ona muhakkak ki bir Kur’ân-ı Kerîm kültürüyle yetiştirmemiz lâzım. Bir annenin-babanın en büyük mîrâsı odur.
Peygamberlerin bir mal mîrâsı yoktu, insan mîrâsı vardı. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Efendimiz’in vefat günüydü, son günüydü. Babam diyor Ebû Bekir namazı kıldırdı mihrapta. Efendimiz de şöyle perdenin arasından şöyle bir seyretti. Hastaydı, muzdaripti çok. Fakat o cemaati görünce, ümmeti görünce o kadar çok güzel huzurla bir tebessüm etti ki, ben Allah Rasûlü’nün bu kadar huzurlu bir tebessümünü görmedim.” (Bkz. Buhârî, Meğāzî, 83; bkz. İbn-i Hişâm, IV, 331)
Demek ki hepimiz arkamızdan -inşâallah- bir nesil, kendi evlâtlarımızdan, toplumumuzdan bir mîras, bir nesil bırakmak. Bir karakter, İslâm’ın karakter ve şahsiyet mîrasını bırakabilmek. Ki o bize sadaka-i câriye olacak -inşâallah-.
Yapmadık onu, ne olacak?
“–Aman şu dünya işi bitsin, şuradan diploma alsın, şuradan bilmem ne olsun…” Âhiret ihmâl edildi, geriye kaldı…
Bugün insan, oğlu ölse ne kadar ıztırap duyar! O ıztırap bir müddet devam eder. Fakat esas ıztırap kıyamette olacak. Orada insanlar toplandığı zaman, Cennetliklere;
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) denilecek. “Siz, büyük bir merasimle, selâmla Cennet’e buyrun.” denilecek.
Diğer taraftan, eğer dünyasını ziyan etmişse;
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59]) “Siz mücrimler! Siz bu tarafa! Siz Cehennemlik tarafına!” diyecekler.
Bir ananın-babanın yahut da zevc-zevcenin, akrabaların -birbiriyle dünyada beraber olan- en büyük hüznü orada olacak. Biri Cennet’e büyük mükâfâta, öbürü Cehennem’e!..
Bir anne-baba evlâdını ne kadar seviyorsa, merhametliyse; esas merhametli anne-baba, evlâdını Allah yolunda yetiştiren anne-babadır. O evlât, hem milletine faydalı olur, hem dînine faydalı olur.
Allah hepimize -inşâallah- arkamızdan bir insan mîrâsı bırakmak, Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin…
OSMAN NURİ TOPBAŞ HOCAEFENDİ DİĞER SOHBETLER
- DÜNYADAYKEN NUH’UN GEMİSİNE BİNMEYE BAK!
- İSLAM AHLAKINDA MUHTACI REDDETMEK YOKTUR
- ÖMÜR, METRAJI BELLİ OLMAYAN BİR MAKARA GİBİDİR
- TATLI SUYUN BAŞI KALABALIK OLUR
- MÜ’MİN, DEDİKODULARLA ÖMÜR TAKVİMİNİ LEKELEMEZ
- YÂ RABBİ! BİZE NAMAZI SEVDİR
- MÜSLÜMANIN DÜĞÜNÜ VE EVLİLİK HAYATI NASIL OLMALI?
- SABIR MI ZOR, ŞÜKÜR MÜ?
- BİR KULUN SÂHİP OLMASI GEREKEN ALTI HUSUSİYET
- PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN (S.A.V) İKİ VASİYETİ
- AŞK İLE YAŞANAN BİR ÎMÂN