Günümüz Cihadı Nasıl Olmalıdır?
Günümüz cihadını nasıl anlamalıyız? İslam'ı yaşama konusunda dikkat etmemiz gereken hususlar nelerdir? Kulluk vazifesinde üstümüze düşenler ve sorumlu olduğumuz insanlara karşı görevlerimiz nelerdir? İnsanın nefis ve şeytana karşı mücadelesinde önemli ipuçları...
“Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)
Demek ki bâtıl ehlinin dünyevî refah ve ihtişâmına bakıp onlara özenmek, onların âdetlerine, geleneklerine, hayat tarzlarına, modalarına uymak, onlar gibi olmaya çalışarak kendi kimliğinden uzaklaşmak, büyük bir aldanıştır. Bu hâl, aşağılık duygusuna dûçâr olmanın bir neticesidir. İslâm şahsiyet ve karakterine vurulan en acı darbedir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ibadette bile gayr-i müslimlere benzemekten, onların âdet ve geleneklerine uymaktan mü’minleri men etmiştir.
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey oğul! Takvâya sarıl, müttakî ol. Şerîatin esaslarına sarıl; nefse, hevâî arzulara, şeytana ve kötü kişilere muhâlefet et, onlara uyma!
Mü’min, bu hususlarda dâimâ cihad hâlindedir. Öyle ki, başından miğferi hiç eksik olmaz, kılıcı aslâ kınına girmez, atının sırtı hiç eğersiz kalmaz…”
ALLAH İÇİN SEV ALLAH İÇİN BUĞZ ET
Îman; lâyıkına muhabbet, müstahakkına nefreti îcâb ettirir. Allah için sevmek ne kadar lüzumlu ise Allah ve Rasûlullah düşmanlarına buğzetmek de o kadar lüzumludur.
Zira Hakk’a kulluk, son nefese kadar nefse, şeytana, kötü insanlara, günahlara ve bâtıla karşı, aralıksız devam eden bir mukâvemet, muhâlefet ve mücâdele ister. Bunun içindir ki tasavvufun pek çok tarifinden biri de, “nefse karşı sulhü olmayan bir cenk” şeklindedir.
Bu mânâda her müslüman, ecel gelene kadar hak ve bâtıl arasındaki dâimî cenkte, hakkın ve hayrın safında yer almakla mükelleftir. Bu büyük cihâdın bir neferi olmak, her mü’minin ebedî saâdet ve selâmeti için zarûrîdir.
ZAHİRİ VE BATİNİ CİHAD NE DEMEKTİR?
Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“Biz’im uğrumuzda cihâd edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah, ihsân ehliyle beraberdir.” (el-Ankebût, 69)
Müfessir İsmail Hakkı Bursevî -rahmetullâhi aleyh- bu âyet-i kerîme hakkında şu îzahta bulunur:
“Burada «cihâd»ın mutlak olarak zikredilmesi; zâhirî ve bâtınî bütün düşmanları içine alması içindir. Birincisi, (İslâm’a karşı) harbeden kâfirlerle cihad; ikincisi de nefs ve şeytanla cihaddır.”[1]
GERÇEK MÜCAHİD KİMDİR?
Hadîs-i şerîfte de:
“Gerçek mücâhid, nefsine (hevâ ve heveslerine) karşı cihâd edendir.” buyrulmuştur. (Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 2/1621)
Esâsen mü’min, dış düşmana karşı cihâda hazır olmak için de evvelâ iç düşmana karşı mücâhedesinde muvaffak olmak zorundadır. Nefse ve şeytana karşı takvâ zırhına bürünerek mânevî cihâdı kazanmadan, dış düşmana karşı gerçek bir zafer beklemek, beyhûdedir.
Bu hakîkati şu hâdise ne güzel îzah eder:
Yavuz Sultan Selim Han Mısır Seferi’ne giderken ordunun Gebze yakınlarından geçtiği yerler, hep bağlık-bahçelikti. Sultan Selim Han;
“Acaba askerlerim, sahibinden izin almadan, üzüm ve elma koparıp yediler mi?!” diye düşüncelere daldı. Sonra yeniçeri ağasını huzûruna çağırıp;
“–Ağa fermânımdır; bütün askerlerimin heybeleri yoklansın! Heybesinde bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker olursa, derhâl huzûruma getirilsin!” diye emretti.
Yeniçeri ağası, hemen harekete geçerek heybeleri araştırdı. Daha sonra Sultân’ın huzûruna gelerek:
“–Sultânım, koparılmış hiçbir meyve izine rastlamadık!..” dedi.
Yavuz, bu habere çok sevindi. Üzerinden büyük bir ağırlık kalktı. Ellerini yüce dergâha açarak;
“Allâh’ım! Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun! Bana haram yemekten sakınan bir ordu ihsân eyledin!..” dedi.
Sonra da yeniçeri ağasına;
“–Şayet askerlerim izinsiz meyve koparmış olsalardı, Mısır seferinden vazgeçerdim. Çünkü, haram yiyen bir ordu ile beldelerin fethi mümkün olmaz!..” dedi.
GERÇEK CİHAD NEDİR?
Bizler de o mübarek ecdâdın bugünkü temsilcileri olmalıyız. Bunun için, bütün ilâhî emirlere ve nehiylere titizlikle riâyet etmeliyiz. Hayatımızın her safhasında İslâm’ın hükümlerine tam bir teslîmiyetle itaat etmeli, bütün varlığımızla Hakk’a râm olmalıyız.
İşte gerçek cihad, kendini zâhiren ve bâtınen ikmâl eden mü’minlerin, yeryüzünde zulmü ortadan kaldırarak insanların ebedî kurtuluşuna vesîle olabilme gayret ve heyecanı içinde yaşamalarıdır. Nitekim âyet-i kerîmede:
“Siz, insanlar(ın iyiliği) için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110) buyrulmaktadır.
Bu şekilde berrak bir kalp ve yüksek bir rûhâniyetle, hem kavlî hem de fiilî olarak, yani söz ve davranışlarımızla İslâm’ı güzelce temsil etmemiz îcâb eder.
Fakat şunu da unutmayalım ki, dâimâ kötülüğü emreden nefs, içimizde; ayağımızı doğru yoldan kaydırmak için çabalayan şeytan ise her an peşimizdedir. Bir anlık gafletle nefsâniyete kapılmak, bütün amellerin içini boşaltabilir. Şeytanın verdiği bir vesveseye uymak, kişiyi gurur, kibir ve enâniyet uçurumlarına sürükleyip mânen helâk edebilir. Bunlar, sâlih amelleri mahvetmekle kalmaz, üstelik bir de ilâhî gazabı celbeder.
Bunun içindir ki Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Yaptığınız sâlih amellere gösterdiğiniz ehemmiyetten daha fazlasını, onun kabulüne ve korunmasına gösteriniz.” buyurmuştur.
Dolayısıyla nefs ve şeytanın iğvâlarına karşı, dâimî bir teyakkuz hâlinde bulunmak elzemdir. Nitekim Cenâb-ı Hak;
“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni kışkırtacak olursa, hemen Allâh’a sığın…” (Fussilet, 36) buyurmaktadır.
ALLAH'TAN YARDIM İSTEYİN! ONLARA BENZEMEYİN!
Diğer bir âyet-i kerîmede ise nefsin hudut tanımayan isteklerine karşı Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm- gibi; “مَعَاذَ اللّٰهِ / Allâh’a sığınırım”[2] diyerek ihsan şuuruyla “Allah ile beraberlik” zırhına bürünmek gerektiği telkin edilmektedir.
Nasıl ki ibadetlerimizin hebâ olmaması için, nefs ve şeytanın hile ve tuzaklarından titizlikle sakınmamız gerekiyorsa; âhiretimizi ebedî bir hüsrâna çevirmemek için, kötü insanların peşine takılmaktan, onların nefsânî hayat tarzıyla yaşamaya çalışmaktan da titizlikle sakınmalıyız. Kâfirlerin, bâtıl ehlinin, fâsıkların, gâfillerin, idlâl ve ifsâda memur kötü insanların dünyevî refah ve saadetine bakıp aldanmamalı, onların hiçbir şeyine özenmemeliyiz.
Vaktiyle Kârun’un zenginlik ve ihtişâmına imrenenler, onun hazin âkıbetini görünce, yaptıklarına pişman oldular. Kur’ân-ı Kerîm’de bu ibretli hâdise şöyle nakledilmektedir:
“Kârun, ihtişamı içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını arzulayanlar;
«‒Keşke Kârun’a verilenin benzeri bizim de olsaydı; doğrusu o çok şanslı!» dediler.
Kendilerine ilim verilmiş olanlar ise şöyle dediler:
«–Yazıklar olsun size! Îmân edip sâlih ameller işleyenlere göre, Allâh’ın mükâfâtı daha üstündür. Ona da ancak sabredenler kavuşabilir.»
Nihayet Biz, onu da, sarayını da yerin dibine geçirdik. Artık Allâh’a karşı kendisine yardım edecek avenesi olmadığı gibi, o kendini savunup kurtarabilecek kimselerden de değildi.
Daha dün onun yerinde olmayı isteyenler;
«Demek ki, Allah rızkı, kullarından dilediğine bol veriyor, dilediğine de az. Şayet Allah bize lûtufta bulunmuş olmasaydı, bizi de yerin dibine geçirirdi. Vay! Demek ki inkârcılar iflâh olmazmış!» demeye başladılar.” (el-Kasas, 79-82)
Diğer bir âyet-i kerîmede de Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
“Kâfirlerin refah içinde diyar diyar dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir menfaattir o. Sonra onların varacakları yer Cehennem’dir. O ne kötü varış yeridir!” (Âl-i İmrân, 196-197)
Demek ki bâtıl ehlinin dünyevî refah ve ihtişâmına bakıp onlara özenmek, onların âdetlerine, geleneklerine, hayat tarzlarına, modalarına uymak, onlar gibi olmaya çalışarak kendi kimliğinden uzaklaşmak, büyük bir aldanıştır. Bu hâl, aşağılık duygusuna dûçâr olmanın bir neticesidir. İslâm şahsiyet ve karakterine vurulan en acı darbedir.
Hâlbuki Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ibadette bile gayr-i müslimlere benzemekten, onların âdet ve geleneklerine uymaktan mü’minleri men etmiştir.
Ramazan’dan sonra en makbul oruç, Muharrem ayının 10’u, yani Aşûre gününde tutulandır. Lâkin bu orucu yahudîler de tutuyordu. Bunun için hadîs-i şerîfte:
“Aşûre orucunu tutun; ancak bir gün önce veya bir gün sonra da tutmak sûretiyle yahudîlere muhâlefet edin!” buyruldu. (Ahmed, I, 241; Bezzâr, no. 1052; Heysemî, III, 188)
Zira gayr-i müslimlere benzememek, İslâm şahsiyet ve vakârını muhâfaza etmenin en mühim şartlarındandır.
Nitekim her gün beş vakit namazda en az kırk defa Rabbimiz’e şöyle yalvarıyoruz:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ . صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ
“Bize doğru yolu göster. Kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil.” (el-Fâtiha, 6-7)
KALBİN ZAAFINA DİKKAT EDİN!
Yegâne hak dîn olan İslâm mükemmeldir. Mükemmelin ise, kendisinden aşağıda olana ihtiyacı yoktur. Yani İslâm, hiçbir beşerî sistemden veya tahrife uğramış dinden herhangi bir proteze muhtaç değildir. Bu itibarla hak din İslâm ile bâtıl dinler arasında diyaloğa meyletmek, kalbin bir zaafıdır. Bunun için her müslüman, hayatının her safhasında İslâm şahsiyet, karakter ve vakârına yaraşır bir duruş sergilemekle mükelleftir. İslâm dışı âdetlere, bâtıl geleneklere, gayr-i müslimlerin özel günlerine, onların modalarına heves etmekten ciddiyetle sakınmak zorundadır. Bu hassâsiyet çok mühimdir. Aksi hâlde îman zaafına sebebiyet verebilir.
İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:
“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlûm oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır…” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)
Bugün de -maalesef- bâtıl ehline olan özenmeler, mâneviyata zehir saçıyor. İnternetin yanlış adresleri, televizyonun menfî yayınları, modalar, reklâmlar, onların nefsâniyeti tahrik eden ve âhireti unutturan hayat tarzını sürekli gözlere ve gönüllere zerk etmeye çalışıyor. İslâmî eğitimden uzak yetişen genç nesiller de bâtılın nefse hoş gelen yaldızlı hayat tarzına heves etmeye başlıyor. Giyim-kuşamdan yeme-içmeye, konuşma tarzından tıraş şekline kadar her hususta bir özenti meydana geliyor. Bu şeklî beraberlikler, zihnî beraberliğe, o da zamanla kalbî beraberliğe götürerek îmâna zarar veriyor.
Nitekim ashâb-ı kirâmdan Abdullah İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh-;
“Elbiseler elbiselere benzeyince, kalpler de kalplere benzemeye başlar.” buyurmuştur. (Vekî, Zühd, s. 597)
İnsanın her uzvunda bir irâdesi vardır. Meselâ istediği zaman gözünü açıp kapatabilir, dilediği vakit kolunu kaldırıp indirebilir. Fakat kalbinde irâdesi yoktur. Kalp, nelerle haşır-neşir olursa zamanla onlara meyleder. Hata ve yanlışlıklar bile bir müddet sonra ona tabiî gelmeye, hattâ tatlı bir mûsikî gibi haz vermeye başlar. Yani kalp, ülfet ettiği vasatın şekline, rengine ve âhengine bürünür. Bu sebeple Cenâb-ı Hak kalplerimizin dâimâ hayırlı tesirlere muhâtap olması için sâlih ve sâdıklarla beraberliği emretmektedir. Buna mukâbil kalplerimizin yanlış tesirlerden muhâfazası için de, biz kullarını zâlim ve fâsıklarla oturmaktan nehyetmektedir.
HADİSİ ŞERİF HANGİ KONUDA UYARIYOR?
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kim bir kavme benzemeye çalışırsa, o da onlardandır.” (Ebû Dâvûd, Libâs, 4/4031)
Bugün kapitalist sistem neyi moda yapmaya karar verirse toplumlardaki şuursuz yetişen nesiller, âdeta selde sürüklenen kütükler misâli, o akıntıya kapılıveriyor. Hattâ birçok anne-babanın bu hususta evlâtlarına sözü geçmiyor. Erkeklerin küpe takması, -Sünnet’e ittibâ için değil de, moda olduğu şekliyle- sivri sakal bırakmalar, kısacık şortla gezmeler, kirli ve pasaklı kılık-kıyafetler, erkeği kadına, kadını erkeğe benzeten saç tıraşları, moda adı altında -maalesef- müslüman toplumlarda bile kendine yer bulabiliyor.
Hâlbuki İslâm, kadın ve erkeğin kendi şahsiyet ve hususiyetlerine uygun bir şekilde yaşamasını ister. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kadına benzemeye çalışan erkeğe ve erkeğe benzemeye çalışan kadına lânet etmiştir.[3]
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yanında bulunan, O’nun safında yer alan ve O’nun izinden giden mü’minleri, din kardeşlerine karşı alçak gönüllü ve merhametli; fakat küffâra karşı şedid/çetin olarak tarif buyuruyor.[4] Yani gayr-i müslimlere karşı tâvizsiz, onların nefsânî hayat tarzlarına heves etmeyen, şahsiyetli ve vakur insanlar olarak tavsif ediyor.
Bu itibarla bilhassa anne-babalar olarak evlâtlarımızı İslâm şahsiyet ve karakterine yakışır tarzda, temiz, tertipli, düzgün, edepli bir kılık-kıyafete alıştırmalıyız. “Aman canım, daha yaşı küçük, şimdi hevesini alsın, sonra giymez.” diyerek çocuklara İslâmî edebe ve fıtrata aykırı kıyafetler giydirme gafletinden sakınmalıyız. Zira bunlar zamanla alışkanlığa dönüşüverir, ağaç da yaşken eğilir…
Velhâsıl ebedî kurtuluşumuz için; nefse, şeytana ve kötü insanların şerrine karşı, son nefese kadar “takvâ libâsı”na bürünmemiz şarttır. Takvâ libâsı ise; kendimizi dâimâ ilâhî müşâhede altında bilerek, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı hâl, tavır ve davranışlardan titizlikle sakınmaktır. Bu hususta bir an bile nefse ve şeytana karşı gâfil kalmamaktır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in;
“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile nefsime bırakma!..”[5] niyâzını, hayat düstûru edinmektir.
Bizler de bu şuur ve idrâk içinde, Cenâb-ı Hakk’ın kalplerimizi muhâfaza buyurması için, bilhassa şu duâları çokça edelim:
رَبَّنَا لَا تُزِغْ قُلُوبَنَا بَعْدَ اِذْ هَدَيْتَنَا وَهَبْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ رَحْمَةً اِنَّكَ اَنْتَ الْوَهَّابُ
“Rabbimiz! Bizi hidâyete erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme! Bize katından bir rahmet bahşet! Şüphesiz ki lûtfu en bol olan Sen’sin.” (Âl-i İmrân, 8)
يَا مُقَلِّبَ الْقُلُوبِ ثَبِّتْ قَلْب۪ى عَلٰى د۪ينِكَ
“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allâh’ım! Benim kalbimi dînin üzere sâbit kıl!” (Tirmizî, Deavât, 89/3522; Ahmed, IV, 182, VI, 91)
تَوَفَّن۪ى مُسْلِمًا وَاَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِح۪ينَ
“…(Rabbim!) Benim canımı müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat.” (Yûsuf, 101)
Dipnotlar:
[1] Bursevî, Rûhu’l-Beyân, c. 14, sf. 673, Erkam Yayınları, İstanbul, 2010. [2] Bkz. Yûsuf, 23. [3] Bkz. Buhârî, Libâs, 61. [4] Bkz. el-Feth, 29; ayrıca bkz. el-Mâide, 54. [5] el-Câmiu’s-Sağîr, I, 58.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2018 – EKİM, Sayı: 392, Sayfa: 032