Gurur Kibir ve Enâniyetin Zararları
Gurur, kibir ve enâniyet, mânevî hayatın kanseridir, birçok günahın kaynağıdır. Zira kibre kapılan insanlar âdeta ahmaklaşır, nâdanlaşır, ilâhî hakîkatlere karşı sağır ve âmâ kesilirler. Bunlar, nefs-i emmârenin girdabında ömür süren canlı cenazeler gibidir ki her şeyi alık ve abus bir çehre ile seyrederler.
Hüdâyî Hazretleri buyurur:
Rızâullâh[1] murâd ise,
Sakın aldanma telbîse![2]
Nazar et hâl-i İblîsʼe,
Edep gözle, edep gözle!..
“(Ey kardeş!) Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına ermek istiyorsan, sakın şeytanın sûret-i haktan görünerek seni kandırmasına izin verme! İblîsʼin âkıbetinden ibret al da, Cenâb-ı Hakkʼa karşı edepli ol!”
MANEVİ HAYATIN KANSERİ
Birçok âyet-i kerîmede insanoğluna “apaçık bir düşman” olduğu bildirilen iblis,[3] vaktiyle çok yüksek bir ilim, makam ve mevkî sahibi idi. Bir kanaate göre; meleklerin hocasıydı, göklerde ve yerde Allâhʼa secde etmedik bir karış yer bırakmamıştı. Fakat cin tâifesinden olması sebebiyle, o da nefis sahibiydi. Cenâb-ı Hakkʼın ona ilâhî bir imtihan maksadıyla verdiği nîmetlere mağrur olarak Hazret-i Âdemʼi küçümsedi, kendini beğendi, Cenâb-ı Hakkʼın emrine âsî oldu.
Gurur, kibir ve enâniyet, mânevî hayatın kanseridir, birçok günahın kaynağıdır. Zira kibre kapılan insanlar âdeta ahmaklaşır, nâdanlaşır, ilâhî hakîkatlere karşı sağır ve âmâ kesilirler. Bunlar, nefs-i emmârenin girdabında ömür süren canlı cenazeler gibidir ki her şeyi alık ve abus bir çehre ile seyrederler.
Şeytan da Hazret-i Âdemʼe saygı secdesinde bulunulmasına dâir ilâhî emri duyduğu hâlde, bunu gururuna yediremeyip nâkıs aklıyla güyâ bir mantık yürüttü. Suçuna kılıf uydurmak için; “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın, ben ondan üstünüm!” diyerek ilâhî emre îtiraz etti. Böylece, yaratılıştan gelen hususiyetlerle övünüp başkalarına üstünlük taslamaya dayanan ırkçılık iptilâsının da atası olarak ilâhî lânet ve gazaba uğradı.
Dinler tarihinde de bu kibrin âdeta ete-kemiğe bürünerek müşahhas hâle geldiği topluluk, şüphesiz ki kendilerini “seçilmiş millet” ve “Allâh’ın sevdikleri” olarak görüp kendilerinden olmayanları aşağılayan, onlara her türlü zulüm, haksızlık, ezâ ve cefâyı revâ gören siyonist yahudîlerdir.
Bugün Filistin ve Gazzeʼde yaptıkları zulümlerin, işgal ve haksızlıkların, işledikleri insanlık suçlarının, artık insanlıkla îzah edilemeyecek bir vahşet, katliam ve soykırım raddesine geldiğini, yeryüzündeki bütün vicdan ve insaf sahipleri görmektedir.
Yeri gelmişken şunu da ifade edelim ki; günümüzde yahudî sermayesine ait bazı firmaların pahalı ürünlerini, sırf marka ve moda düşkünlüğüyle satın almak da bu vahşetlere dolaylı yoldan destek vermek mâhiyetindedir. Müʼminler olarak bu gafletten de titizlikle sakınmalıyız.
Vaktiyle peygamberleri katledecek kadar ileri giderek tıpkı şeytan gibi lânetlenmiş olan, kendi hayallerini gerçekleştirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar kibirden gözü dönmüş bulunan bu eli kanlı kavim, tarih boyunca birçok defa kahr-ı ilâhîye uğramasına rağmen yine de akıllanmamış, günümüzde aynı azgınlıklara yeniden dönmüştür. Zira Ahmed bin Hanbel Hazretleriʼnin buyurduğu gibi;
“Kibir taşıyan kafada, akla rastlayamazsınız!”
Nitekim, gurur ve kibir şaşkınlığıyla âdeta aklı perdelenen şeytan da kendini beğenerek Allah Teâlâʼya karşı cidâlde bulunacak kadar ahmaklaşmış, şımarıp haddini aşmıştı. Sahip olduğu engin ilmi, yüksek mevkii, çok güvendiği aklı ve zekâsı, hiçbir işine yaramamış, onu ilâhî gazaba ve lânete uğramaktan kurtaramamıştı.
İnsanı yoldan çıkarmak isteyen şeytan; ilim ve amel noksanlığından değil, edep noksanlığından kahr-ı ilâhîye dûçâr olduğu içindir ki, onu en çok mahveden şey de, müʼminin Rabbine karşı gösterdiği kulluk edebidir.
İLİM VE AMEL
Bu yüzden ilim ve amel lüzumludur; fakat bunların Hakkʼa kulluk edebiyle îfâ edilmesi elzemdir.
Zira ilim, amel, akıl, servet, şöhret, makam-mevkî gibi bütün nîmetler; tezkiye ve tasfiyeden geçmemiş, yani mânevî terbiye ile olgunlaşmamış bir gönlü, gurur ve kibre sürükleyerek, fayda yerine zarara götürebilmektedir. İblis, Kârun, Belʼam bin Bâûrâ ve emsâli niceleri, bu hakîkatin en meşhur tarihî misalleridir.
Bunun için mânevî terbiye yolu olan tasavvufta ilk merhale, “enâniyeti bertaraf etmek”tir. Zira tasavvufta her şey, kulun Cenâb-ı Hakkʼa karşı bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk etmesinden sonra başlar. Bu şuura ulaşan bir kul, bütün hayır ve muvaffakıyetlerin, Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu olduğunu bilir, aslâ nefsine pay çıkarmaz.
Yüce Rabbimiz, Mekke Fethiʼnin akabinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Oʼnun şahsında ümmetine şu tâlimâtı vermişti:
“Allâh’ın yardımı ve fetih geldiğinde, insanların bölük bölük Allâhʼın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek Oʼnu tesbîh et ve Oʼndan mağfiret (bağışlanma) dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Yani müʼmin, bütün sâlih amellerde ve muvaffakıyetlerde nefsine pay çıkarmak yerine, bunlara Allâhʼın lûtfuyla eriştiğini bilerek Oʼna hamd etmelidir. Ayrıca vazifelerini îfâ ederken farkında olduğu ve olmadığı bütün kusur ve noksanlıkları için de istiğfâr etmelidir.
“Altın Silsile”den Muhammed Mâsûm -rahmetullâhi aleyh- bu hususta şöyle buyurmuştur:
“Hem ibadet ve tâat üzere olun, hem de bu ibadetlerdeki kusurlarınız sebebiyle istiğfâr edin! Yaptığınız amelleri Allah Teâlâ’ya lâyık görmeyin! Zira büyüklerden biri;
«Amel-i sâlihler işle ve hemen istiğfâr et!» buyurmuştur. İşte kulluk edebi budur!”[4]
Yani amellerimiz, tıpkı duâlarımız gibi Cenâb-ı Hakk’ın kabûlüne muhtaçtır. Bu yüzden sadece hatâ, kusur ve günahlarımızın ardından değil, sâlih amellerimizin ardından da istiğfâr ederek bu amellerimize makbûliyet kazandırmaya çalışmalıyız.
Bunun aksine bir kul, işlediği sâlih ameller sebebiyle övünüp kendini başkalarından üstün tutuyorsa, yahut bu amellerine güvenerek kendini ebedî kurtuluşa ermiş gibi görüyorsa, bu da tevbe-istiğfârı gerektiren ayrı bir gaflettir.
Hak dostları, bu hususta yüksek bir şuur ve hassâsiyet içinde yaşamışlardır. Meselâ ilim ve irfandaki yüksek pâyesi sebebiyle, yaşadığı asırda kendisinden “Güneşler Güneşi” diye bahsedilen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, işlediği sâlih amellere güvenmediğini, yalnız Cenâb-ı Hakkʼın rahmetine umut bağladığını dile getirmiş ve bu hissiyât içinde, talebelerinden son nefesini îman selâmetiyle verebilmek için duâ talebinde bulunmuştur.
Hak dostlarının bu husustaki gönül kıvamını sergileyen şu hâdiseler de ne kadar ibretlidir:
Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin, henüz gençlik ve yiğitlik hâlinde iken beli bükülmüş ve zayıflamıştı.
“‒Ey Süfyan! Henüz ihtiyarlık zamanın gelmedi. Senin akranların iki büklüm olmamışlarken sana ne oldu ki böyle zayıf düştün?” diye sordular. Hazret şöyle buyurdu:
“–Benim bir hocam vardı. Ondan ilim okurdum. Ölüm hâlinde başucunda oturdum, ona îman telkin ettim, fakat bir netice hâsıl olmadı. Bunu gören birinin, nasıl beli bükülmesin?!.”[5]
Şeyh Ahmed bin Harb -rahmetullâhi aleyh-, Behram adlı mecûsî / ateşe tapan bir komşusuna tebliğde bulunmuş ve onun hidâyetine vesîle olmuştu. Fakat komşusu müslüman olunca Hazret bir nâra atıp bayıldı. Kendine geldiğinde:
“–Üstad, ne hâl oldu?” diye sordular. Hazret şu ibretli cevabı verdi:
“–O an gönlüme bir hitap geldi ki; Behram yetmiş yıllık ateşe tapan bir kâfir idi, bu dem müslüman oldu. Sen yetmiş yıllık müslümansın, ne olacağını bilir misin?!”[6]
Velhâsıl, en büyük günahlardan biri, kendini beğenip Allâh’ın kullarını hakir görmektir. İnsan kendine sormalı:
“Sen kendi son nefesinden emin misin ki başkalarını küçük görüyorsun?!”
Bu hususta Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu ifadeleri, hepimiz için bir ibret vesîkası olmalıdır:
“Halk, nice zayıf kimselere acıyarak bakarken, onlar bu dünyadan son nefes selâmetiyle gitmişlerdir. Buna mukâbil yüksek ilim, amel, haseb, neseb sahibi birçok kimse de, gaflete dûçâr olarak îmansız ölmüşlerdir. Bu işte esas olan son nefes olunca, kendini beğenmeye çalışmak, gurur ve kibre düşmek, büyük bir bedbahtlıktır!..”
Hakîkaten, kalplerdeki takvâ duygusunun kimde daha yüksek olduğunu, dolayısıyla kimin Hak katında daha hayırlı olduğunu ancak Allah bilir. Kalplerin pencereleri yalnız Oʼna açıktır. Dolayısıyla; “Her geceyi Kadir, her gördüğünü Hızır bil!” denildiği gibi, hiç kimseyi hor görmeyip incitmemek îcâb eder. Zira hor görülüp incitilen niceleri vardır ki, Allâh’ın sâlih kullarındandır. Bu sebeple Rabbimiz, âyet-i kerîmelerde şu îkazlarda bulunuyor:
“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş-göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)
“Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır…” (el-Hucurât, 11)]
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2023 – Kasım, Sayı: 453
YORUMLAR