Gurur ve Kibre Kapılanların Hazin Sonu
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri buyurur: “Bütün fiil ve sözlerinizde, kendi güç ve kuvvetinizden vazgeçerek Allâh’ın güç ve kudretine sıkıca sarılın!”[1]
FÂİL-İ MUTLAK CENÂB-I HAK'TIR
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İslâmʼın küfre karşı ilk savaşı olan Bedirʼde, iki ordu karşılaştığı sırada, yerden bir avuç toprak aldı ve düşman tarafına attı. O toprak, düşman saflarında bulunanların gözlerine girdi. Neticede mağlûbiyetlerine müncer oldu. Müslümanlar büyük bir zafer kazandı.
Orada Cenâb-ı Hak, müʼminlerin kalbinde, kendini beğenme, gurur, kibir ve enâniyet duyguları meydana gelmemesi için, şöyle buyurdu:
“(Ey Rasûlüm! O gün) onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı)…” (el-Enfâl, 17)
Yani Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının yaptığı, Cenâb-ı Hakk’ın takdîrinin gerçekleşmesine âdeta bir vâsıta olmaktan ibâretti.
Fâil-i Mutlak, Cenâb-ı Hakʼtır. Kul, esbâba tevessül ile, yani sebepler plânında üzerine düşeni yapmak ve gereken tedbirleri almakla mükelleftir. Fakat netice, Cenâb-ı Hakkʼın takdîrine bağlıdır.
BÜTÜN GÜÇ, KUVVET VE KUDRET ALLAH TEÂLÂ'NINDIR
Bu itibarla, bütün gayreti gösterdikten sonra, muvaffakıyeti kendi gayretinden değil, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfundan beklemek, mühim bir kulluk edebidir. Kulun tedbiri, ancak ilâhî takdîre muvâfık düştüğünde bir netice hâsıl edebilir. Aksi hâlde bütün tedbirler, plânlar ve gayretler boşa çıkıverir.
Kul, kendi tedbirinin bile, Allâhʼın lûtfettiği güç ve imkânla mümkün olduğunu unutmamalıdır. Hakîkatte bütün güç, kuvvet ve kudret, Allah Teâlâ’nındır. Cenâb-ı Hakk’ın insana bahşettiği bu imkânların kullanılması da, yine O’nun izni ve ihsânına bağlıdır. Bundan dolayı her işte;
لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ اِلَّا بِاللهِ الْعَلِيِّ الْعَظِيمِ
“Azîm ve yüce Allah’tan başka hiç kimsede (mutlak) güç ve kuvvet yoktur.” şuuruyla, O’nun nusret ve inâyetine sığınmalıyız.
DÂİMÂ HAMD, ŞÜKÜR VE RIZÂ HÂLİNDE OLMALI
Mânevî tekâmül yolunda da her şey, Cenâb-ı Hakkʼın sonsuz kudreti karşısında kulun kendi hiçliğini idrâk etmesinden sonra başlar. Kalp bu hikmetin tefekküründe derinleştiği nisbette, kendisini bütünüyle Cenâb-ı Hakkʼın lûtuflarına müstağrak hâlde görür. Bunun neticesinde de Hüdâyî Hazretleriʼnin şu ilticâsında olduğu gibi;
“Alan Sen’sin, veren Sen’sin, kılan Sen! Ne verdinse odur, dahî nemiz var?!” hissiyâtı içinde, dâimâ hamd, şükür ve rızâ hâlinde bulunur.
ESAS HAYAT ÂHİRET HAYATIDIR
Bedir Gazvesi gibi Mekke Fethi de, insanların toplu hâlde İslâmʼa girmeye başladığı, büyük bir zaferdi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu zaferin de Cenâb-ı Hakkʼın bir lûtfu olduğu şuur ve idrâki içinde, mağrur bir kumandan edâsıyla değil, devesinin üzerinde başını eğip sanki şükür secdesine kapanarak tevâzû ve mahviyet içerisinde Mekkeʼye girdi. O esnâda mübârek dilinden;
“Allâhʼım! Esas hayat, âhiret hayatıdır.” cümlesi işitiliyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Yani Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, maksatlarının, dünya toprağı elde etmek, fânî nîmetlere erişmek değil, kalpleri fethederek âhireti kazanmak olduğunu telkin ediyordu. Gönüllerde en ufak bir nefsânî iftihar ve dünya meyli oluşmasına da mânî oluyordu.
Cenâb-ı Hak da Mekke Fethiʼndeki ilâhî yardımını ifâde eden Nasr Sûresiʼnde şöyle buyurdu:
“Allâhʼın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâhʼın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek Oʼnu tesbîh et ve Oʼndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Yani kuluna nîmetleri lûtfeden, dâimâ Cenâb-ı Hakʼtır. Bunun için kula düşen; bir nîmete eriştiğinde Cenâb-ı Hakkʼa gücü nisbetinde hamd ü senâda bulunmaktır. Ayrıca Oʼna ne kadar hamd ü senâda bulunsa da bunun kâfî gelmeyeceği şuuruyla Rabbinden af dilemeli, hatâ ve kusurları için tevbe etmelidir.
KUSURLARIMIZA RAĞMEN BİZDEN NİMETİNİ ESİRGEMİYOR
Düşünmeliyiz ki Rabbimiz, bilip bilmediğimiz nice kusur, gaflet ve zaaflarımıza rağmen, bizlerden nîmetini esirgemiyor. Lâyık olmadığımız hâlde bizlere nice ihsan ve ikramlarda bulunuyor. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hakkʼa hamd ve şükre ilâveten, bu noksanlıklarımız için de dâimâ istiğfarda bulunmalıyız.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “ismet” yani “günahsızlık” sıfatına sahipti. Oʼnun geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlanmıştı. Fakat buna rağmen O, bir rivâyete göre günde yetmiş defadan fazla[2], diğer bir rivâyete göre ise günde yüz defa[3] tevbe ve istiğfâr ettiğini bildirmiştir.
Yüce Rabbimiz bu hususta gaflete düşmeyelim diye, en sevgili kulu ve Rasûlʼünün şahsında bizlere îkazda bulunmuştur. O hâlde hiçbirimizin gönlünde aslâ enâniyet, benlik dâvâsı, gurur ve kibre yer olmamalıdır.
"LÂ FAHRA / ÖVÜNMEK YOK"
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hiçbir zaman nefsânî bir gurur ve kibir sâikıyla “Ben!”dememiştir. Dâimâ; “Senʼin lûtfundur yâ Rabbi!” hissiyâtıyla, nîmetlerin Cenâb-ı Hakʼtan olduğu idrâki içinde bulunmuştur. Yine bundan dolayıdır ki Cenâb-ı Hakkʼın kendisine lûtfettiği müstesnâ haslet ve meziyetleri, tahdîs-i nîmet kabîlinden beyân etmek mecburiyetinde kaldığında da, onları dâimâ “lâ fahra / övünmek yok” kaydıyla ifâde buyurmuştur.
Yine âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hassâsiyetin diğer bir tezâhürü sadedinde:
“Yâ Rabbî! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa nefsime bırakma!..” niyâzında bulunmuştur. (Câmiu’s-Sağîr, c. I, s. 58)
HİÇ YAZISININ MÂNÂSI NEDİR?
Eskiden pek çok dergâhın duvarını, mânevî mesaj ve îkazlar ihtivâ eden hüsn-i hat levhaları süslerdi. Bunlardan birinde de “hîç” yazardı. Kâmil insan olma yolundaki ilk adım; kişinin “hiç”liğini idrâk etmesidir. Kendisini hayırlara ulaştıracak, şerlerden koruyacak yegâne güç ve kudretin, Cenâb-ı Hakʼtan olduğunu bilmesidir.
Şeyh Sâdî der ki:
“İnsanlar, rızıklarına bağlandıkları kadar, o rızkı veren Hak Teâlâ’ya da bağlansalardı, meleklerin makamlarının üstüne yükselirlerdi.”
Yani Hak Teâlâʼnın rızâsına ve yakınlığına nâil olabilmenin yolu; rızka değil Rezzâkʼa, kâinatta sergilenen sanata değil gerçek sanatkâra, esere değil asıl müessire, sebebe değil hakîkî müsebbibe yönelmiş bir gönül kıvamı kazanmaktır.
“Nefsini bilen Rabbini de bilir.” buyrulduğu üzere, müʼmin; hiçlik ve âcizliğini idrâk edip, Cenâb-ı Hakkʼa güzelce râm olmalı ki “mükerrem bir kul” vasfını kazansın ve Cennetʼe lâyık hâle gelebilsin.
Unutmayalım ki; “‒Ben başardım, ben kazandım, ben kendi gücümle, bilgimle, becerimle elde ettim.”diye mağrur olan kuluna, o nîmet elinden çıkıncaya kadar Cenâb-ı Hak buğz eder.
GURUR VE KİBRE KAPILANLARA TARİHİ MİSÂLLER
Tarihte bunun sayısız misâli vardır:
Nitekim, ilâhî imtihan maksadıyla kendilerine emânet edilen fânî güç ve kuvvete aldanıp nefislerini putlaştıran Firavunlar, Nemrutlar, Ebreheler, Âd ve Semud kavmi ve emsalleri, kahr-ı ilâhîye dûçâr olarak tarihin çöplüğüne gömüldüler.
Meselâ Kârun, önceleri sâlih bir insan olmasına rağmen, Cenâb-ı Hakkʼın verdiği nîmetleri kendinden bildi, şımardı, gurura kapıldı. Cenâb-ı Hak da onu güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine geçirdi.
1912 yılında Titanic adı verilen devâsa gemi, ilk seferine çıkarken, gurur ve kibir şaşkınlığı içinde; “Bu gemiyi hiçbir güç batıramaz!..” denildi. Gemi, ilk seferinde buz dağına çarparak okyanusun derinliklerine gömüldü.
Yine 1986 yılında uzaya gönderilmek istenen ve Challenger yani “meydan okuyan” adı verilen uzay mekiği, fırlatıldıktan 73 saniye sonra gökyüzünde infilâk edip paramparça oldu.
CENÂB-I HAKK'A ORTAKLIĞA KALKIŞANLARIN SONU
Velhâsıl; Cenâb-ı Hakkʼın “kibriyâ” sıfatıyla ortaklığa kalkışanın, kahr-ı ilâhîye dûçâr olması kaçınılmazdır.
Buna mukâbil, nîmetlerin asıl sahibini tanıyıp;
“‒Bu, Rabbimin lûtfundandır, çok şükür Rabbim nasîb etti…” diyene ise, Cenâb-ı Hak -gerek bu dünyada, gerekse âhirette- lûtuf ve ihsanlarını artırdıkça artırır.
Yani Cenâb-ı Hak mütevâzı kullarını sevip yüceltirken, mağrur ve mütekebbirlere ise gazaplanarak onları hor ve hakir kılar.
Dipnotlar: 1) Es‘ad Sâhib, Buğyetü’l-Vâcid, s. 228, no: 73. 2) Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47. 3) Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Altınoluk Dergisi, 2015 – Eylül, Sayı: 355, Sayfa: 032