Güzel Ahlâk Sâyesinde Müslüman Olan Ülke
Merhamet, şefkat, diğergâmlık, cömertlik, nezâket, ve zarâfet gibi hasletler; İslâmʼın rûhânî dokusundaki en kıymetli sâlih amellerdendir.
İNSANLAR KARAKTER VE ŞAHSİYETE HAYRAN OLURLAR
İslâmiyetʼin şekil ve zâhir tarafı bir vazo ise, bu güzel vasıflar, bu ahlâk-ı hamîde, yani bu övülmüş hasletler; o vazodaki nâdide çiçekler mesâbesindedir. Bunlar olmaksızın Cenâb-ı Hakkʼa takdîm edilen bir kulluk; içi boşaltılmış bir vazodan farksızdır. Bunlardan mahrum, zâhirde kalmış bir dîne insanları çağırmak; tıpkı boş bir zarfı hediye etmek veya ikram olarak boş bir tabak uzatmak gibidir…
İnsanlar dâimâ karakter ve şahsiyete hayran olur, karakter ve şahsiyetin peşinden giderler. Çünkü sağlam bir şahsiyetin sergilediği en küçük bir İslâmî hassâsiyet bile, bâzen en beliğ sözlerden daha tesirli olabilir. Nitekim şu hâdise de, bunun bâriz bir misâlidir:
ENDONEZYA, İSLÂM’A GÜZEL AHLÂK SÂYESİNDE GİRDİ
Gönlü İslâm’ın güzellikleriyle yoğrulmuş, kumaş ticâreti ile uğraşan müslüman bir tâcir, günün birinde kumaşlarını bir gemiye yükleyerek Endonezya’ya gider ve oraya yerleşerek ticaretine devam eder. Getirdiği kaliteli kumaşlar tam da halkın aradığı cinstendir. Kendisi ise kanaat sahibi bir mü’min olduğundan; “Varsın kazancım az olsun, lâkin temiz ve helâl olsun.” düşüncesindedir. Bu sebeple gabn-i fâhiş denilen, bir malı değerinin çok üstünde satmaya hiç meyletmez. Kısa zamanda zengin olma hayal ve hırsına kapılmaz.
İşe geç geldiği bir gün, tezgâhtarın sattığı mallardan çok yüksek bir kâr elde ettiğini görür ve bunun üzerine tezgâhtar ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“–Hangi kumaştan sattın?”
“–Şu kumaştan efendim.”
“–Kaça sattın?”
“–On akçeye.”
“–Nasıl olur? Beş akçelik kumaşı on akçeye nasıl satarsın? Adamcağızın bize hakkı geçmiş. Görsen tanır mısın onu?”
“–Evet, tanırım!”
“–O hâlde hemen git ve o müşteriyi buraya getir. Onunla vakit kaybetmeden helâlleşmem lâzım.”
Tezgâhtar gider, müşteriyi bulup getirir. Dükkân sahibi, müşteriyi karşısında görür görmez, kendisinden helâllik ister ve tezgâhtar tarafından alınan fazla parayı da müşteriye uzatır. Müşteri ise daha evvel hiç karşılaşmadığı bu güzel muâmele karşısında büyük bir hayret içindedir. Kendi kendine; “Hakkını helâl et?” cümlesinin mânâsını kavramaya çalışır.
Bu hâdise, kısa sürede dilden dile dolaşır. Çok geçmeden de kralın kulağına kadar ulaşır. Sonunda kral, kumaş tüccarını saraya çağırır ve:
“–Sizin yaptığınız bu davranışı biz daha önce ne duyduk, ne de gördük!.. Sizin bu hâliniz, bize bir muammâ oldu. Bunu bize îzah eder misiniz?” diye sorar.
Tüccar ise kemâl-i edeple:
“–Ben bir müslümanım. İslâm’da mülk, Allâh’ındır. Kul sadece bir emanetçidir. Ayrıca İslâm’da haksız kazanç, fâiz, istismar, gabn-i fâhiş (kandırmak sûretiyle değerinin çok üstünde satış yapmak) ve toplumun zararına olan bütün satışlar yasaktır. Bu alışverişte ise müşterinin bana hakkı geçmişti. Dolayısıyla kazancıma haram karışmıştı. Ben sadece bir yanlışı düzelttim.” diyerek cevap verir.
Bunun üzerine kral:
“–İslâm nedir, müslüman olmak neyi gerektirir?” gibi soruları peş peşe sıralamaya başlar. Tüccar da soruları birer birer, tatlı bir üslûpla cevaplandırır. Böyle bir dînin varlığını bu vesîleyle ilk defa duyan kral, fazla vakit geçirmeden İslâm ile şereflenir. Daha sonra kısa bir müddet içinde halk da müslüman olur.
İSLÂM'IN GÜLER YÜZÜNÜ SERGİLEMEK
İşte dünya devletleri içinde -yaklaşık 250 milyonluk- en kalabalık Müslüman nüfusuna sahip olan bugünkü Endonezya’nın İslâm’ı kabul etmesindeki sır, belki de sadece bu beş akçelik kumaş ticâretinde sergilenen İslâm ahlâkıdır.
Müslüman tâcirin yaptığı şey ise: İslâm şahsiyet ve vakarını temsil ederek İslâm’ın güler yüzünü ve gönül dokusunu fiilen sergilemektir.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş, Müslümanın Parayla İmtihanı, Erkam Yayınları