Hac ve Umre İçin Riâyet Edilmesi Gereken Ölçüler

Allah katında mebrûr olacak bir hac ve umre için riâyet edilmesi gereken ölçülerin başlıcaları...

Şiblî Hazretleri’nin dikkat çekmek istediği husus:

HAC VE UMRE İÇİN RİÂYET EDİLMESİ GEREKEN ÖLÇÜLER

“Haccı ve umreyi Allah için tam îfâ edin!..” (el-Bakara, 196) fermân-ı ilâhîsine riâyettir. Şiblî Hazretleri’nin işaret ettiği gibi Allah katında mebrûr olacak bir hac ve umre için riâyet edilmesi gereken ölçülerin başlıcaları şunlardır:

  1. Hacca ihlâsla niyet edip buna aykırı niyet ve davranışlardan vazgeçmek

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına nâil olup ilâhî lûtuflardan istifâde edebilmek için hac ibadetine hâlisâne niyet edip bu hususta Allah Teâlâ’ya söz verirken, içimizde yer eden nefsânî sözleşme ve beşerî zaaflara da iptal mührünü basabilmemiz îcâb eder ki ilâhî sır sarayının misafiri olabilelim. O mübârek mekânlarda bilhassa varlık kitabını dürmek ve benlikten sıyrılmak gerekir. İşte hac ve umreye böyle bir hâlet-i rûhiye ile yönelenler, ilâhî rahmet ve berekete nâiliyet kapısından geçmiş olurlar. Bundan sonra onlara düşen şudur:

  1. İhram için elbiseleri çıkarırken mâsivâ elbiselerini de çıkarmak

Allah rızâsı istikâmetinde hac ve umre için yapılan gönül akdinin bir tezâhürü ve bu husustaki ihlâs ve samîmiyetin bir tecellîsi olarak ihram için sadece zâhirî elbiselerden değil, iç âlemimizdeki mal, makam ve mevki gibi ihtiraslardan da sıyrılarak takvâ libâsına bürünmek îcâb eder ki, ilâhî sır ve tecellîlerden gönüller lâyıkıyla nasîb alabilsin. Zira Cenâb-ı Hak:

“İç âlemini temizleyen felâha erdi.” (eş-Şems, 9) buyurmuştur.

O kudsî iklimde gönlü Allâh’a bağlayıp dünyalık işlerle meşgul olmaktan ve zarûret dışında çarşı-pazar gezmekten sakınmak gerekir. Çünkü bu tür işlere daldıkça gönüllerde bir gevşeme ve gaflet zuhûr eder, o mübârek beldelerin mânevî iklîminden istifâde zorlaşır. Bunun içindir ki Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hac ve umre vazifelerini îfâ edenlere, vazifelerini tamamladıktan sonra tâzim hislerinin zedelenip lâubâlîlik meydana gelmemesi için hemen memleketlerine dönmelerini tavsiye etmiştir.

Orada Kâbe’nin Rabbini aramak ve “O’nun, kullarına şah damarlarından daha yakın”[1] olduğunu idrâk etmek îcâb eder. Yine; “Bilin ki Allah, kişi ile kalbi arasına girer.”[2] âyet-i kerîmesi mûcibince hiçbir şeyin O’ndan gizli kalamayacağının şuuruna varabilmek gerekir. Yani dünyevî gel-geç sevdâlardan sıyrılıp kalbin Hak ile beraber olmasına dikkat edilmelidir. Çünkü hac ve umrenin özü şudur:

  1. Madden ve mânen temizlenmek

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hac ve umre çerçevesinde yapılan sâlih ameller vesîlesiyle hâsıl olan neticeyi ifâde ederken, bir bakıma bu mübârek ibadetlerdeki maksadı da şöyle beyan buyurmaktadır:

“Hacla umrenin arasını birleştirin. Zira bunlar günahı, tıpkı körüğün demirdeki pası temizlemesi gibi temizler.” (Nesâî, Menâsik, 6; İbn-i Mâce, Menâsik, 3)

“İslâm olmak, hicret etmek ve hac yapmak, geçmiş günahları temizler.” (Müslim, Îmân, 192)

Mesele böylesi bir temizlenme olunca, elbette Hicaz yolcularının dikkat ve riâyet edeceği diğer bir husus da şudur:

  1. Haram ve şüphelileri terk ederek Harem-i Şerîf’e edeple girmek ve dînî alâmetlere tâzîm göstermek

Evvelâ, bütün ibadet ve hayırlar, helâl kazançla yapılmalıdır. Zira bu ibadetlerin feyzi, bedenin beslendiği helâl gıdâ ile mümkündür. Bilhassa hac ibadetinde helâl kazancın ehemmiyetini gösteren şu hadîs-i şerîf ibretle okunmaya şâyandır:

“Kim bu Beyt’i, haram kazançtan elde ettiği para ile ziyaret ederse Allâh’a itaatten çıkmış olur. Böyle bir insan hacca niyet eder ihrâma bürünerek bineğinin üzengisine ayağını basıp devesini hareket ettirdikten sonra «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse semâdan bir münâdî şöyle seslenir: «Sana ne lebbeyk ne de sa’deyk. Çünkü senin kazancın haram, azığın haram, bineğin haramdır. Hiçbir sevap almadan günahkâr olarak dön! Hoşlanmayacağın şeyle karşılaşacağından dolayı üzül!»

Fakat kişi helâl parayla hac yolculuğuna çıkar, bineğinin üzengisine ayağını basıp onunla hayvanını hareket ettirir ve «Lebbeyk Allâhümme lebbeyk» derse semâdan bir münâdî şöyle seslenir: «Lebbeyk ve sa’deyk. Sana icâbet ettim. Çünkü senin bineğin helâl, elbisen helâl, azığın helâldir. Haydi çok büyük sevaplar elde etmiş ve hiç günâha girmemiş olarak dön! Seni memnun ve mesrûr edecek şeyle karşılaşacağın için sevin!»” (Heysemî, III, 209-210)

Bir de hac esnâsında kaçınılması gereken haramlar vardır. Hak Teâlâ şöyle buyurur:

“Hac, bilinen aylardadır. Kim o aylarda hacca niyet ederse (ihrâmını giyerse artık) hacda refes, füsûk ve cidâl yoktur. Ne hayır işlerseniz Allah onu bilir. (Ey mü’minler! Âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Ben’den sakının.” (el-Bakara, 197)

Bu meyanda refes, füsûk ve cidâl, yani şehevî arzular, fısk u fücûr ve münâkaşa gibi mâlum yasakların yanısıra, bir kulu incitmemek hususuna da çok dikkat etmek gerekir. Çünkü oradaki izdiham dolayısıyla hacılar, her an bir mü’mini incitme tehlikesi ile karşı karşıyadırlar. Bundan sakınabilmek için bilhassa tavaf esnâsında saygı ve nezâkete çok îtinâ göstermek îcâb eder. Tavafta, dönüş istikâmetine zıt çıkış yaparak tavaf edenlere eziyet vermemek gerekir.

Ayrıca Harem-i Şerîf’in kalabalıklarında ve otel asansörlerinde kadın-erkek ihtilâtından da titizlikle sakınılmalı, giriş ve çıkışlarda tertip ve vakar içinde olunmalıdır. Orada bir ot koparmanın bile yasak olduğunu hatırdan çıkarmamamız îcâb eder ki, bir ibadet vecdiyle yaptığımız beşerî davranışlar bizi Hakk’a yaklaştırsın; kaba ve sert davranışlar, yerini sevgi, merhamet, hürmet, nezâket ve zarâfete bıraksın.

Bu nevî hassâsiyetler, merhamet ve nezâket âbidesi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de üzerinde çokça durduğu mühim inceliklerdir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a:

“Ey Ömer! Sen güçlü-kuvvetli bir adamsın. Hacer-i Esved’e erişmek için insanları sıkıştırarak zayıflara eziyet etme! Ne rahatsız ol ne de rahatsız et. Tenhâ bulursan Hacer-i Esved’i istilâm et ve öp, aksi takdirde uzaktan «el sürüp öpme» işareti yap, kelime-i tevhîd okuyarak ve tekbir getirerek geç!” buyurmuştur. (Heysemî, III, 241; Ahmed, I, 28)

Bu şekilde kul hakkına riâyet etmekle birlikte o mübârek mekânlarda zâhirî ve bâtınî edebe de çok dikkat edilmelidir. Zira haccın bir gâyesi de, o mübârek mekânlara hürmet ve oradaki mukaddes makamların hâtırası ve tedâîsi ile feyizlenip gönüllere seviye kazandırmaktır. Âyet-i kerîmede buyrulur:

“…Her kim Allâh’ın şiarlarına (dînin alâmetlerine) tâzim gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

Buna göre namaz, Kur’ân-ı Kerîm, Ezân-ı Muhammedî gibi nice mukaddes emânetler ile Kâbe-i Muazzama, Safâ-Merve tepeleri gibi nice kudsî mahaller, hep Allâh’ın birer şiârı hükmündedir. Hac ve umrede bunlara hürmette kusur etmeyip bilhassa tâzim göstermek îcâb eder. Kâbe’ye doğru ayak uzatarak oturmak veya yatmak, boş ve mâlâyânî konuşmalarda bulunmak, bilhassa Kur’ân-ı Kerîm’i saygısız bir şekilde tilâvet etmek ve tâzîmi zedeleyecek şekilde onu yere koymak gibi nâhoş davranışlardan sakınmak gerekir.

Diğer taraftan o mübârek beldelerde, hastalanan, yolda kalan, imkânlarını yitiren, yakınlarını kaybeden, yani müşkil duruma düşen mü’min kardeşlerimizin hâlinden anlamaya ve dertlerine dermân olmaya çalışılmalıdır. Gönüllerin nazargâh-ı ilâhî olduğunu düşünüp gönül incitmemeye, bilâkis imkân nisbetinde gönül kazanmaya gayret edilmelidir.

Mü’minlerin başkalarına karşı içlerinde bir buğz da olmamalıdır. Çünkü kimin ne olduğu bilinemez. Zira kalpler, dünyaya kapalı, Allâh’a açıktır. Önemli olan, o mübârek topraklarda sayılı nefesleri ve azıcık zamanları en değerli olan vazifelere sarf edebilmektir. Bunun için de onun-bunun hâliyle lüzûmundan fazla alâkadar olarak vakitleri hebâ etmekten titizlikle sakınmalıdır. Zira hacdaki hâlimiz, kalbimizin hassasiyetini ve mânevî duygularımızın derinliğini ifâde eder.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin tasavvuf yoluna sülûk etmeden evvel yaşadığı şu hâdise, ne kadar mânidardır:

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, hac için yola çıkıp Medîne-i Münevvere’ye vardığında orada nur yüzlü bir zâta rastlamıştı. Yemenli olan bu Hak dostunun mânevî câzibesine kapılarak tıpkı câhil bir kimsenin âlim bir kimseden nasihat istemesi gibi ondan öğüt taleb etti. O zât da şöyle dedi:

“–Ey Hâlid! Mekke’ye vardığında Kâbe’de şâyet edebe mugâyir bir şey görürsen, muhâtabın hakkında hemen sû-i zanna kapılıp kendi kendine yanlış bir hüküm verme! Gözünü ve kalbini tecessüsten uzak tut! İç dünyanı tezyîn etmekle meşgul ol!”

İlk nazarda kapalı bir îkaz mâhiyetinde tahakkuk eden bu ifâde, gerçekte, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ile onu asıl mertebesine iletecek olan Pîr-i Kâmil arasındaki esrârengiz zuhurâta bir işaretti.

Ancak Mekke-i Mükerreme’ye gittiğinde oradaki mânevî feyzin heyecanıyla âdeta bir gönül sarhoşluğu içine düşen Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, bu zâtın nasihatini unutmuş olduğu hâlde bir Cuma günü dağınık kıyâfetli, garip ve nûrânî bir dervişin Kâbe’ye sırt çevirip kendisine nazar etmesi dikkatini çekti. İçinden:

“–Şu ne gâfil bir kimse ki, edebe mugâyir olarak Kâbe’ye sırt çevirmiş! Bu mübârek makamdan haberdar değil!” diye düşündü.

Bu esnâda sadır sadıra olan o zât, Hâlid-i Bağdâdî’ye:

“–Ey Hâlid! Bilmez misin ki mü’mine hürmet, Kâbe’ye hürmetten daha fazîletlidir. Çünkü kalp, nazargâh-ı ilâhîdir. Selîm bir kalp, beytullahtır. Medîne’deki o sâlih zâtın nasihatini gönlünde mahfuz tut!..” dedi.

Bu sözler üzerine Mevlânâ Hâlid Hazretleri irkildi, bu kimsenin sıradan biri değil, büyük velîlerden biri olduğunu anlayarak hemen ellerine sarıldı ve af diledi:

“–Ey sâlih kişi! Ne olur bana himmet et, beni sâlikliğe kabul et!” diye ricâ etti. O esrârengiz derviş, ufukların sırlı derinliklerine bakarak:

“–Senin terbiyen bana âit değil! Sen Hindistan’ın Delhi şehrinde bulunan Abdullah Pîr-i Dehlevî Hazretleri’nin terbiyesinde kemâle ereceksin! Allah muvaffak buyura!..” dedi ve ortalıktan kayboldu.

Bu kıssadan hisse meyânında merhum pederim Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh-’in şu nasihatlerini dile getirmek isterim:

“Gidenlere tenbihâtım şudur ki; orada huşûu ihmâl etmeyin. Kendi kalbî
dünyanızla meşgul olun, mâlâyânîye girmeyin. Oradaki mânevî tecellîlerden
istifâde etmeye bakın…

 Tabiî hacca gittikçe de insanın rûhâniyeti farkında olmadan inkişâf eder. Büyük hayır hizmetlerinde bulunanlar, ekseriyetle mükerreren haccedenlerdir. Haccın mânevî tecellîleriyle sehâvet, merhamet ve şefkat inkişâf eder. Böyle kimselerin gönlü ve eli açılır, îman lezzet ve heyecanı içinde en sevdiklerinden Allah için kolaylıkla ve seve seve infâk ederler.”[3]

Âyet-i kerîmede:

“Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe aslâ “birr”e (yani hayrın kemâli­ne) eremezsiniz! Her ne infâk ederseniz, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) buyrulmaktadır. Elhâsıl bütün mesele:

  1. İrâdeyi Hakk’ın rızâsına kurban etmek

Zâten hac ibadetinde kurban kesmekten asıl maksat da, Hazret-i İbrahim ve Hazret-i İsmail’in teslîmiyetlerinin hatırlanıp onlardaki ilâhî hikmetten nasîb alınması ve Allâh’a ihlâs ve takva ile kulluk edilmesi hususunda gönüllerin âgâh olmasıdır. Yani orada maddî varlığından sıyrılan, kendinde bir varlık vehmetmeyen, kısacası irâdesini Hakk’a teslîm eden ve ilâhî aşk ateşi ile tutuşmaya meyyal bir derviş edâsı içinde bulunmak gerekir. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

(Kurbanların) ne etleri, ne de kanları Allâh’a ulaşır. Lâkin Allâh’a ulaşan, ancak sizin takvânızdır...” (el-Hac, 37)

Düşünmeli ki; Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- oğlunu fedâ etti; oğlu Hazret-i İsmail -aleyhisselâm- da canını ortaya koydu. Biz nefsimizi ve malımızı Allah yolunda ne kadar sarf edebiliyoruz? Âyet-i kerîmede buyrulan; “Canları ve malları mukâbilinde Cennet’i satın alan mü’minler” (Bkz. et-Tevbe, 111) vasfına ne ölçüde liyâkat gösterebiliyoruz?

İşte bu fedakârlıklar için ömür boyu üzerimize düşen bir vazife vardır:

  1. Şeytanı ve nefsi taşlamak

Şeytan taşlama, daha ziyâde içteki şeytanı taşlama ile başlar. Bu, Hazret-i İbrahim, Hazret-i İsmail ve Hacer annemizin, şeytanı, verdiği vesveseler sebebiyle kovup taşlamalarının bir hâtırasıdır.

Taşlama, bir bakıma lânet mânâsı taşır. Zira o devirlerde lânetleme, taşlamak sûretiyle yapılırdı. Nitekim şeytana «racîm» yani taşlanmış, taşa tutulmuş denmesi, lânetlenmiş mânâsınadır.

Her zaman kendimizi muhâsebe etmeliyiz ki; içimizdeki vesveseleri, şüpheleri ve hatâları ne kadar taşlıyoruz? İbrahim -aleyhisselâm-, Hacer annemiz ve İsmail -aleyhisselâm-’ın, şeytanı ve nefsi taşladıkları andaki ihlâs ve istikâmetlerinden ne kadar nasip alabiliyoruz? Bu hâller bizi ne kadar duygu derinliğine sevk ediyor?

Bütün bu merhalelerle kulun Hak huzûrunda ulaşması arzu edilen seviye ve kıvam şudur:

  1. Devamlı zikir ve duâ hâlinde olmak

Allah Teâlâ buyurur:

“...Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allâh’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (el-Bakara, 198)

“Hac ibadetlerinizi bitirince, babalarınızı andığınız gibi, hattâ ondan daha kuvvetli bir şekilde Allâh’ı zikredin. İnsanlardan öyleleri var ki: «Ey Rabbimiz! Bize dünyada ver!» derler. Böyle kimselerin âhiretten hiç nasîbi yoktur.” (el-Bakara, 200)

Nitekim hac ve umrede bol bol getirilmesi emredilen telbiye de devamlı zikir ve duâ hâlinde olmayı telkin eder.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:

“Telbiyede bulunan hiçbir müslüman yoktur ki, onun sağında ve solunda bulunan taş, ağaç, sert toprak onunla birlikte telbiyede bulunmasın, bu iştirak (sağ ve solunu göstererek) şu ve şu istikâmette Arz’ın son hududuna kadar devam eder.” (Tirmizî, Hacc, 14/828)

Zikir ve duâ hâlinin kalpte iyice yerleşmesi için telbiye o kadar mühimdir ki, ferdî ibadetler umûmiyetle sessiz olduğu hâlde telbiyeyi yüksek sesle getirmek emredilmiştir. Böylece kul, hem kendisini hem de çevresini kalp ve beden âhengi içinde bir zikir ve duâ ile meşgul edecektir.

Nitekim Fahr-i Kâinat Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:

“Cibrîl -aleyhisselâm- bana gelip, ashâbıma ve benimle beraber olanlara telbiye getirirken seslerini yükseltmelerini söylememi emir buyurdu.” (Ebû Dâvud, Menâsik, 26/1814)

Yine, “Hangi hac daha efdaldir?” diye sorulduğunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yüksek sesle telbiye getirilen ve çok kurban kesilerek bolca kan akıtılan hacdır!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Hacc, 14/827)

Peygamber Efendimiz, zikir ve duâ hâlinin muhafazası için mübârek mekânlarda namaz dışı ibadetlerdeki konuşmaların bile ne keyfiyette olması gerektiğini şöyle beyan buyurmuştur:

“Beytullah etrafındaki tavaf, namaz gibidir. Ancak bunda konuşabilirsiniz. Öyle ise, kim tavaf sırasında konuşursa sadece hayır konuşsun.” (Tirmizî, Hacc, 112/960)

Buraya kadar saydığımız düsturlar neticesinde murâd olan da şudur:

  1. Gönlün ilâhî af, feyiz ve mükâfâtı tatması

Hadîs-i şerîfte buyrulur:

“Bir umre, diğer umreye kadar arada işlenenler için kefârettir. Hacc-ı Mebrûr’un karşılığı ise ancak cennettir!” (Buhârî, Umre, 1)

İşte Harameyn’e vâsıl olan her mü’min kalbinin arzusu, hac ve umre ibadetini böyle bir müjdeyle tamamlamak ve bu müjde etrafında takdîm edilen yüce nasip ve hisselere kavuşmak olmalıdır.

Dipnotlar:

[1] Bkz. Kāf, 16. [2] Bkz. el-Enfâl, 24. [3] Mûsâ Topbaş, Allah Dostunun Dünyasından, İstanbul 1999, s. 112.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, 12 Saadet Damlaları, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

GÜNAHLARDAN TEMİZLENMEYE VE HAKK’IN RIZASINA VESİLE

Günahlardan Temizlenmeye ve Hakk’ın Rızasına Vesile

HAC NASIL YAPILIR?

Hac Nasıl Yapılır?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.