Hacca Kaç Defa Gidilir?
İslam dininde maddi durumu uygun olan her Müslümanın hayatında en az bir kez hac yapması farzdır. Hac, ömürde bir defadır diye ihmâl etmek de çok yanlış olur.
İslâm rûhunun bir tecellîsi olarak namaz saflarında herkes aynı sıradadır. Devlet reisi de aynı saftadır. Önde geldiyse öndedir. Arkadan geldiyse arkada kalır. Sıradan bir kimse de geldiyse nerede boş yer bulmuşsa oradadır. Namaz saflarında üniforma ve apoletlerin hiçbir etkisi yoktur. Hacda ise bunun daha ötesi, yâni kefen ve mezar eşitliği vardır. Nasıl bir devlet reisi de, sıradan bir kimse de mezara kefenle giriyorsa, kefenden başka bir şey kullanmıyorsa, aynı bez parçası ile gömülüyorsa, hacda da mezar ve kefen beraberliği vardır. Hac yapan herkes, üstte bir havlu, altta bir havlu, tamâmen kefen havası içindedir.
Bilmek lâzımdır ki ölüm, Allâh’ın bütün fânîler için zarûrî kıldığı bir kânûndur. Zamanı, dakîkası ve nefes sayısına kadar tâyin olunmuş ve hükme bağlanmıştır. Ecelin ileri geri gitmediği, sebepler ve vesîlelerin değişmediği, açık bir hakîkattir. Ecelden kaçanların kurtulduklarına dâir bir haber işitilmemiştir. Bunları iyice tefekkür edip bu hac ibâdetine karşı gevşeklik ve lâkaydîlikten şiddetle kaçınmalıdır. Aksi hâlde Hazret-i Peygamber -sallâllâhü aleyhi ve sellem-’in ihtârı müthiş ve korkutucudur:
“Bir kimse, yiyecek, içecek ve binecek masraflarına mâlik olup da Beytullâh’a gitmek mümkün iken haccetmezse, onun Yahûdî veya Hıristiyan olarak ölmesine hiçbir mânî yoktur!” (Tirmizî, Hac, 3)
Bu ihtâr-ı peygamberî, haccetmenin bütün şartlarını hâiz olup da gafletleri sebebiyle ihmâl edenlere azâb-ı ilâhîyi hatırlatmaktadır. Çünkü bu ibâdeti ihmâl durumu, onu küçümseme mânâsı taşımaktadır.
HACCA KAÇ DEFA GİDİLİR?
Hac, ömürde bir defadır diye ihmâl etmek, çok yanlış olur. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhü aleyhi ve sellem- buyururlar:
“Haccedecek kimse, acele etmelidir!” (Cem‘u’l-Fevâid, II, 77)
Beytullâh, İbrâhîm -aleyhisselâm- ve âilesinin tevekkül ve teslîmiyet hâtıraları ile dolu bir mekândır.
Tevekkül, teslîmiyet ve hac kelîmeleri zikredilince, hatıra İbrâhîm -aleyhisselâm- ve İsmâîl -aleyhisselâm- gelir. Zîrâ hac, onların ihlâsları neticesinde kıyâmete kadar tekrarlanacak bir amel-i sâlihtir.
Tevekkül, lûgatte “dayanma, güvenme, vekîl tutma ve vekîle güvenme”dir.
Tasavvufta ise, gönlü Allâh ile dolu olan kimsenin yalnız O’na güvenmesi ve O’na sığınmasıdır. Cenâb-ı Hakk, Mûsâ -aleyhisselâm-’a elindeki asâyı sormuş, sonra «At onu elinden!» diye emretmiştir. Çünkü asâ, O’nun kendisine olan tevekkülünü gölgelemekteydi.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyurulur:
“…İnananlar ancak Allâh’a tevekkül etsinler!” (İbrâhîm, 11; et-Tevbe, 51)
“…Şâyet mü’minler iseniz, sadece Allâh’a tevekkül edin!” (el-Mâide, 23)
“… Kim Allâh’a tevekkül ederse, Allâh ona yeter!..” (et-Talâk, 3)
Hadîs-i şerîfte de:
“Eğer siz hakkıyla tevekkül edebilirseniz, sabahleyin karınları aç, akşamları tok olan kuşların beslendiği gibi rızıklanırsınız!” (Tirmizî, Zühd, 33) buyurulmaktadır.
Tevekkül, tedbîr ve teşebbüsleri bir kenara atmak değil, bilakis onlara istinâd ettikten sonra Allâh’ın kudret tecellîsine sığınmaktır.
Allâh Teâlâ buyurur:
“Herhangi bir iş husûsunda (önce) onlara (mü’minlere) danış! İstişâreden sonra karar verip azmedince de (artık) Allâh’a tevekkül et!..” (Âl-i İmrân, 159)
Mü’minin iki cihanda yardımcısı Allâh’tır. Kim O’na tevekkül ederse, Allâh ona kâfîdir. İster ferdî, isterse ictimâî olsun huzûr ve seâdet, yalnızca O’na dönmekte, O’ndan yardım istemekte, O’na tevekkül etmektedir.
Teslîmiyet; سَلِمَ fiilinden gelir. Boyun eğmek, başa gelen hâdiseleri îtirazsız kabûllenmek ve selâmete çıkmaktır.
Nitekim İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın kalbinde Allâh’tan başka hiçbir şeye yer yoktu. Fakat melekler:
“–Yâ Rabbî! İbrâhîm’in cânı, evlâdı ve malı var! Nasıl sana “Halîl” (dost) olabilir?!.” demişlerdi.
Allâh Teâlâ da, üç yerde O’nun itirazsız teslîmiyetini meleklere göstermişti. Bu imtihânlar ve neticeleri, kıyâmete kadar ümmete misâl olacaktır.
İbrâhîm -aleyhisselâm-, ateşe atılacağı zaman melekler yardımına gelmişti. Ancak O:
“–Size ihtiyacım yok!. Ateşe, yanma gücünü kim vermiştir?” demiş ve «Allâh ne güzel vekîldir!» diyerek Rabbisine sığınmıştı.
O’nun bu teslîmiyeti karşısında mükâfât olarak ateşe:
«–Ey ateş! İbrâhîm’e serin ve selâmet ol!» (el-Enbiyâ, 69) buyurulmuştu.
İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın malı da, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın üç defa zikri karşısında ehemmiyetsiz hâle gelmiş:
«–Al bunları götür!» demişti.
Gerçek kulluk, teslîmiyettir. Çünkü Allâh -celle celâlühû-, kulunun kendisinden başkasına râm olmamasını ister.
Teslîmiyet, muhabbete dayalı bir itâat işidir. Bu itâat ve teslîmiyet bereketiyle İbrâhîm -aleyhisselâm-’a, cânı, malı ve evlâdı, yüce Rabbinin yolunda hiçbir engel teşkîl edemedi. Hac ibâdeti de, O’nun Rabbine tevekkül ve teslîmiyetinin kıyâmete kadar devâm edecek en güzel bir sembolü oldu.
Çünkü İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dili kalbine tercümanlık yaparak dâimâ:
“Ben âlemlerin Rabbine teslîm oldum!..” (el-Bakara, 131) demekteydi.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, İslam İman İbadet, Erkam Yayınları