Hac'da Peygamberimizin Kurban Kesmesi
Peygamber Efendimiz hacda nasıl kurban kesti ve tıraş oldu? İşte siyerde anlatılan o bölüm...
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhassir Vâdisi’nden hızla geçtikten sonra büyük cemreye, yâni Akabe cemresine vardı. Akabe cemresini kurban kesme günü güneşin doğuşundan sonra attı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- küçük fiske taşlarını baş ve şehâdet parmakları arasına alıp birer birer atarken, insanlar da cemre taşlarını atmaya ve kalabalık sebebiyle birbirleri üzerine yığılmaya başlamışlardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey insanlar! Birbirinizi öldürmeyiniz! Sizler, cemre taşları atacağınız zaman fiske taşları gibi küçüklerini, parmaklarınızın arasında atınız!” buyurdu. (Ahmed, VI, 379)
Kudâme bin Abdullâh, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in o andaki hâlini şöyle anlatır:
“Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i devesinin üzerinde cemreleri atarken gördüm. Ne vurmak ne itip kakmak ne de «çekil, çekil!» demek vardı!” (İbn-i Mâce, Menâsik, 66)
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, yaşadığı her bir yıl için bir deve olmak üzere altmış üç deveyi kendi eliyle kurbân ettikten sonra bıçağı Hazret-i Ali’ye verdi. Geri kalanını da o kesti. Allâh Rasûlü kesilen her devenin etinden birer parça alınmasını emretti. Bunlar bir çömleğe konularak pişirildi. Ali -radıyallâhu anh- ile birlikte ondan yediler. Daha sonra Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’ye develerin kalan etlerini, derilerini ve çullarını fakirlere dağıtmasını emretti.
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kurbanlarını kesince berberini çağırarak tıraş oldu.
“Kadınlar tıraş olmaz, ancak saçlarından kırptırırlar!” buyurarak kadınların başlarını tıraş ettirmelerini yasakladı. (Dârimî, Menâsik, 63)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, şöyle bildirir:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeytan taşlamayı tamamladıktan sonra kurbanını kesti ve tıraş oldu. Berber sağ taraftaki saçları tuttu ve tıraş etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Talhâ’yı çağırdı ve bu saçları ona verdi. Sonra berber sol taraftaki saçları tuttu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Kes!» dedi, o da kesti. Bunları da Ebû Talhâ’ya verdi ve:
«–Bunları insanlar arasında taksîm et!» buyurdu.” (Müslim, Hac, 323-326; Buhârî, Vudû, 33)
Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velîd:
“–Yâ Rasûlallâh! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı. Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve külâhının içinden ön kısmına yerleştirdi. Bu sâyede onun savaşta karşılaşıp da mağlup etmediği hiçbir topluluk yoktu. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-:
“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” buyurmuştur. (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce devesine binerek “İfâda Tavâfı”nı yapmak üzere Beytullâh’a gitti. Tavâfı bitirdikten sonra öğle namazını kıldı. Daha sonra Zemzem kuyusuna gitti. O gün akşama doğru Minâ’ya döndü. Teşrik günlerinin gecelerini Minâ’da geçirdi. Bu gecelerde, gelip Beytullâh’ı ziyâret etmekten de geri durmadı.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kurban gününü tâkip eden birinci ve ikinci teşrik günlerinde güneş batıya doğru meyledince yürüyerek, Minâ mescidinden sonraki ilk cemrenin yanına vardı. Teşrik günlerinin sonuncu günü, üçüncü cemresini atıp öğleden sonra Minâ’dan Muhassab’a hareket etti. Müslümanlar, Muhassab’dan etrâfa dağılıp gitmeye yönelince:
“–Sakın, son varacağı yer Beytullâh olmadıkça, hiç kimse bir yere gitmesin!” buyurdu. (Dârimî, Menâsik, 85) Zilhicce’nin on dördüncü günü sabah namazından önce Beytullâh’ı tavâfa gidileceğini îlân ettirdi. Beytullâh’a gidip “Vedâ Tavâfı”nı yaptı. Bu arada bir zât gelip Mekke’de kalmayı sordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Mekke kalma yeri değildir. Dışarıdan gelen kimselerin, hac ibâdetlerini yerine getirdikten sonra Mekke’de kalacağı müddet üç gündür!” buyurdu. (Ahmed, IV, 339)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Harem-i Şerîf’e son derece tâzîm gösterirdi. Bir şey yemek yâhut ihtiyâcını gidermek istediği vakit dışarıya çıkar, uzak bir yere giderdi. Bıkma hâli zuhûr etmesin ve tâzîmde kusur göstermeyeyim diye orada uzun müddet kalmazdı. Zîrâ herhangi bir beldede bulunup kalbin Beytullâh’a bağlı olması, onun yanında durup da kalbin o mübârek mıntıkayı herhangi bir belde gibi görmesinden, lâubâlî hareketlerde bulunmaktan ve memleket hasreti duymaktan daha hayırlıdır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve müslümanlar, “Vedâ Tavâfı”nı yaptıktan sonra Medîne-i Münevvere’ye avdet buyurdular. (Buhârî, Hac, 21, 70, 128; Müslim, Hac, 147; İbn-i Mâce, Menâsik, 84)
Ancak Cenâb-ı Hak nîmetini tamamlamış ve dîn ikmâl edilmiş olduğundan artık en büyük firkat ve vuslatın vakti gelmişti.
Kaynak: Osman Nuri TOPBAŞ, Hazret-i Muhammed Mustafa-1, Erkam Yayınları, İstanbul
YORUMLAR