Hâce Muhammed Pârisâ Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

Hâce Muhammed Pârisâ (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin en meşhur talebelerinden Hâce Muhammed Pârisâ Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Hâce Muhammed Pârisâ-rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:

SIRÂT-I MÜSTAKÎM, TEVHİD YOLUDUR

Sırât-ı müstakîm, tevhid yolu ve Hak dînidir. Bu yol tektir. Bütün peygamberlerin tek ve müşterek yolları budur. Allah Teâlâ, “Ey Nebiyy-i Zîşan, de ki: Ey ehl-i kitâb! Sizinle bizim aramızda bulunan müşterek bir ikrâra, yani Allah’dan başkasına ibâdet etmemeğe ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamaya gelin” (Âl-i İmran, 64) buyurmuştur.

Bu âyetin tefsîrinde demişlerdir ki: Hakk’a tapanlar huzura, Hakk’a taptıklarından dolayı erdirilmişlerdir. Krallar ve sultanlar bu huzuru nerede bulacaklardır? Şimdi onlar ve oğulları nerede, bu lezzet ve huzuru duymak nerede?

Hakk’a tapmak neşesi gaybetsiz şuhuddur, gaybetsiz huzurdur ve nakd-ı cennettir. Namaz, sırrı sözsüz söylemektir. Zâhir bâtın Hak’la meşgul olmaktır. Oruç, meleklere benzemeğe çalışmak, rûhâniyyeti cismânîyyete galip kılmaktır. Zekât, Allah sevgisinin burhanıdır, gönlü mâsivâ alâkalarından temizlemektir. Hac, ahiret yolculuğuna benzer şekilde Hakk’a sefer etmektir. Zâhirde maksat Beytullah’a varmaktır. Fakat bâtında maksat beytin sâhibidir. Hac, Müslümanlık hâlinin kemâlidir. Namaz, oruç ve hac, vücut nimetinin şükrüdür. Zekât, mal nimetinin şükrüdür. Zikir bâtın nurudur. Kur’an okumak Hakk’ı dinlemektir. Gece kıyâmı ömrü artırır, hüznü sürûra çevirir. İnsanı gaflet derekesinden şeref burcuna yükseltir. Hadis-i şerifte vârit olmuştur ki: “Mü’minin şerefi gece namazına kalkmasında ve izzeti insanlardan müstağni bulunmasındadır.” Her ibâdette bir rahatlık vardır. Zevkinin sözle ifadesi mümkün değildir. Böyle bir zevkten nasip alamamak mîzaç bozukluğunun delîlidir. Sâlih amel, Hak Teâlâ’ya ünsiyet ve kurbiyet vesilesidir. (…)

“Sırât”, lügatte açık yol, en büyük cadde demektir. En büyük yol budur. Hakk’a giden bütün yollar buradan geçer. Onun için bu yolu takip etmek lâzımdır. “Müstakîm” ise gâyet düzgün, bir eğriliği bulunmayan, takib edenini muhakkak maksuduna kavuşturan yol demektir. Maksud Allah’dır. Kim Allâh’ı dost edinirse Allah onu gözetmeyi ve kendine cezbetmeyi tekeffül eder. Bütün makamlar bütün temizliği ile O’nda toplanmıştır.

Emîrü’l-mü’minîn Ali -kerremallahu veche- Allâh’a duâsında şöyle demiştir:

“Yâ Rabbi, akılları yaratırken onlara esas kıldığın, mîsakları kabul ederken şart kıldığın, peygamberleri göndermekte ve kitapları indirmekte kanun olarak koyduğun, farzlarına evvel, tâatına nihâyet yaptığın, haseneleri kabulde ve seyyieleri mağfirette şart olarak buyurduğun tevhidine erdirmeni istiyorum. Bu yolun akaid, amel, ahlâk ve mârifet makamlarını ve bütün ubûdiyyet neş’elerini içinde bulunduran bir istikâmet istiyorum. Beni ifrâta ve tefrîte düşürme. Hakîkatın en emin ve en mutedil yolundan ayırma. Zor yerlerinde yardımını kesme ve nice avâm ve havassın başına geldiği gibi ayaklarımı kaydırma, Bana yardımcı ol ve beni doğru yoldan ayırma.” “Bizi sırât-ı müstakîme ulaştır.” Yahud, “Bize sırât-ı müstakîmi göster.”

Âyetin lâfzındaki “elif-lâm”lar ahd (söz) ve ma’hûd (söze konu iş) içindir; bütün peygamberlerin yegâne yolları olan tevhid yolunu ve hak dînini beyân eder. Yalnızca akıl ve zekâ insanı tevhîdin hakîkatlerine erdiremez. Tevhîdin hakîkatlerine ermenin tek yolu peygamberlere bağlı velîlere, sonra peygamberlere rabt-ı kalb etmektir.

Bazı büyükler demişlerdir ki: “Sırât-ı müstakîm, O’nun tevhîdi üzere onunla istikâmette olmak, gerilerde ve ortalarda kalmamak için Allâh’ın yardımını istemek, hidâyete ermek ve cezebât-ı ilâhiyye ile hicabları kat’etmektir. Allâh’a giden yollar O’nun yolunda olanlar adedincedir. Onların birbirlerinden farklı istidadları da oldukça çoktur. Bunun için, ‘Allâh’a giden yollar mahlûkatın nefesleri adedincedir’ denilmiştir.”

Şeyh Ebû Yezîd Bistâmî kuddise sirruh: “Allâh’a giden yollar mahlûkat adedincedir. Fakat saîd olan, bu kadar yoldan en güzelini bulup hidâyete erendir.” Tevhid yoluna sülûk şekillerinde değişiklikler vardır. Seyr u sülûk usulleri farklıdır. Fakat murad ve maksud birdir. Yolun hakîkatı da birdir. Bütün peygamberlerin yollarının aslı da tekdir. Dînlerinin ve şerîatlerinin farklılığı, ümmetlerinin birbirinden farklı olmasından dolayıdır. Çünkü her asrın insanı müşterek bir istidad ve müşterek eğilimlerle temâyüz eder.

Aynı asrın insanlarının istidad ve kabiliyyetlerini muayyen bir noktada toplamak mümkündür. Bunlar o asrın umûmî karakterini oluşturur. İşte bunlara gönderilen peygamber de bunların müşterek istidad ve zaaflarıyla, temâyülleriyle uğraşır. Ümmetlerinin kabiliyyet ve saplantılarının farklılığı yüzünden bu peygamberlerin şerîatleri de bazı farklılıklar arz etti. Fakat dinin hakîkatinin özünde fark yoktur. Pencere ve perde güneşin ışığının asıl karakterini nasıl bozamıyorsa, bu da böyledir. Çünkü peygamberlerin tuttukları yolun aslı birdir. Bir sonraki peygamber bir evvelki peygamberi tasdik etmiş, hiçbirinin aralarında tevhid inancı ve müteallekatı (ilgili konular) hakkında ihtilâf görülmemiştir. Görülen farklılık zaman ve mekânların ve buna bağlı olarak insan toplumlarının özel durumlarındaki farklılıklardan ileri gelen ahkâmın cüz’iyyâtındadır.

Yolların şekilleri tevhid tarîkının hakîkatı noktasında birbiriyle birleşir. Bir daire üzerine konulan noktaların birer çizgi ile merkeze birleştirildiği gibi insanlık dairesi üzerinde bulunan fakat merkez noktasına uzak kalan insan toplumlarını peygamberler aynı merkez noktasına getirmeğe çalışmışlardır. Ama müdahale usullerinde farklılıklar mevcuttur. Bu da bir tabibin çeşitli hastalarına çeşitli tedavi usulleri uygulamasına benzer. Hastalıklar çeşitlidir. Fakat tabip ve gaye tekdir. O da hastayı sıhhatine kavuşturmaktır. Sıhhat de tektir. Çünkü tevhid yolu tektir.

Ümmetlerin istidadlarının farklılığı, şerîatlerinin şekillerinde bazı değişiklikleri gerektirdi. Çünkü her ümmetin ıslâhı onlara mahsus olan bir fesâdın düzeltilmesi demekti. Bunların yolunda engel olan, bu fesâdın def’olunmasıyla onların Hakk’a ve tevhid yoluna sokulmaları ise onların saplantılarından, anlayış derecelerinden ve tabiatlerinden işe başlamayı gerektiriyordu. Fakat bizim Peygamberimiz Hazret-i Muhammed sallâllâhu aleyhi ve sellem bütün isimleri câmi’ bulunan İsm-i Â’zam sahibi, istîdâdı istîdatların en kâmili, en büyüğü, en sağlamı ve âfetlerden en korunmuş bulunanı olmasıyla O’nun ümmeti de diğer ümmetlere nispetle istîdatları en yüksek olan ümmettir.

Nübüvvet ve risâlet işte O’nun nübüvvet ve risâletinin kemâliyle hitâma erdirilmiştir. O’nun dâvet ve şerîatının kemâliyle O’nunkinden başka bütün dâvet ve delâletler nesholunmuş, gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin zaman ve mekânlarına göre zuhûr eden yolları Sırât-ı Müstakîm-i Muhammedî’nin vahdetinde ve Allah tarafından makbûl olan yegâne şerîatte dercolunmuştur. Artık, “Kim İslâmdan başka dîn ararsa aslâ ondan kabul olunmayacaktır.” (Âl-i İmran, 85)

Bazı büyükler demişlerdir ki: “Dünyada bir mânâ ve bir mefhumdan ibâret olarak bilinen ve şerîat olarak konulan ‘sırât’, âhirette gözle görülür şekilde kurulacaktır. Bu, sırât-ı tevhiddir. Müşrik, bu yola ayak basmayandır. Müşrik burada doğrudan doğruya ateşe atılanlarla beraber atılacak ve ateş ehlinden olacaktır. Fakat münâfıklar cennete ve oradaki ni’metlere bakacaklar, onları görecekler, girip ni’metlenmek isteyecekler, bu kadarcık nasiblerini aldıktan sonra ateşe atılacaklardır. Dünyada iken böyle yapmışlar, mü’minleri görmüşler ve birçok hareketleriyle onları uzaktan seyretmişler, mü’minlerin hâllerine kalbleriyle iştirâk etmemişlerdi. Allâh’ın adli de onlara cenneti gösterip oraya sokmamak şeklinde tahakkuk edecektir. Amellerinin karşılığını göreceklerdir. Yahud dünyadaki amellerinin ve içinde bulundukları hâlin ne olduğunu göreceklerdir.”

Haberde vârid olduğuna göre sırât kıldan ince, kılınçtan keskindir. Yine haberde vârid olmuştur ki: “Sırât, kıyâmet gününde üzerinden geçenlerin gözlerine kendi nûrları miktarınca görünecek. Kimisine incecik, kimisine keskin olacaktır. Sırât, cehennemin üzerindedir. Orada kaybolmuştur. Her iki tarafından alevler kükremektedir. Cennet onun sonundadır.”

Ebû Osman en-Nehdî der ki: “Sırât, ateş üzerine usturanın keskin ağzı şeklinde uzatılır. Bunu gören meleklerin içleri titrer ve derler ki: ‘Ey Rabbimiz, onu kim geçebilir?’ Allah da: ‘Kullarımdan dilediklerim’ buyurur.”

Hasan Basrî rahmetullâhi aleyh der ki: “Sırât, üçbin senelik yol kadar uzun, kıldan ince, kılınçtan keskin, eni bin senelik uzunlukta, boyu bin senelik uzunlukta, derinliği bin senelik mesafededir.”

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurmuşlardır ki: “Mü’minlerin sırâttan geçerken söyleyecekleri müşterek söz: ‘Rabbım beni selâmette kıl, rabbım beni selâmette kıl’ sözü olacaktır.” Bunu Tirmizî rivâyet etmiştir.

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurmuşlardır: “Üç yerde kimse kimseyi hatırlayamaz: Biri mîzânın yanında, mîzânın ağır mı hafif mi geldiğini bilinceye kadar. İkincisi sahîfeler açılıp kitâbının sağından mı, solundan mı, arkasından mı verildiğini görünceye kadar. Üçüncüsü, cehennemin üzerine kurulan sırâtın başına geldiği zaman.” Bu hadîsi de Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir.

Allah Teâlâ sırâtı, rahmetinden yaratmıştır. Onu mü’minler için meydana çıkarmıştır. Ve sırât sadece muvahhidlere mahsustur. Ondan kâfirlerin geçmesi mümkün değildir. Çünkü ateş onları yutar. Çünkü onlar Allâh’ı bırakıp ateşe tapmışlardır. Allah sırâttan geçme nûrunu muvahhidler arasında onların dünyadan getirdikleri amellerine göre taksim etmiştir. Sırât muvahhidlerin derecelerine göre incelir, daralır ve genişler. İncelmesi günahkârlar için, genişlemesi müttakîler içindir. Asıl genişlik ise enbiyâ ve evliyâ içindir. Onlara üzerine halı döşenmiş gibi genişler. Yine oradan geçecekleri derecelerine göre sür’at ve ağırlık mevcuttur. En sür’atlisi göz açıp kapayıncaya kadar, en ağırı ise dünya zamanıyla yedi bin senelik zaman kadardır. Ayağı kayar, içine düşer, sonra çıkarılır, sonra rahmetle temizlenir, sonra yine düşer, sonra yine rahmetle temizlenir. Onların cehennemden kurtulmalarına sebeb olan şey Müslüman olmalarıdır. Günahlarından dolayı yandıktan sonra, İslâm’ı kabul edip inkâr etmedikleri için rahmetten bir köprü kurulur, üzerinden geçerler. İslâm’ın emrettiği amellerden birini terk eden Allâh’ın oradaki bir rahmetini terk etmiş olur ve ayağı kayar. Darlığı ve genişliği kişinin nâil olacağı rahmet ölçüsündedir. Sırâtı geçerken görülecek sür’at ve ağırlık da Allâh’a yakınlık derecesine göre olacaktır. Kulun sür’atle geçebilmesi kurbiyyet nûruyla nûrlanmış olmasına bağlıdır.

Sırâtı göz açıp kapayıncaya kadar geçecek olanlar peygamberlerdir. Rüzgâr ve kuş uçuşu gibi geçecek olan ikinci zümre sıddîklar ve velîlerdir. Atın koşması ve süvâriler gibi geçecek olan üçüncü zümre, her hareketlerinde Allâh’a dost oluncaya kadar nefisleriyle mücâhedede sadâkat gösteren sâdıklardır. Bineğine binmiş gibi orta hızla geçecek olan dördüncü zümre müttakîlerdir. Bir insanın koşması gibi geçecek olan beşinci zümre âbidlerdir. Onlardan biraz daha ağır geçecek olan altıncı zümre kimselerin tanımadığı sâlih amel sahipleridir. Sürünerek geçecek olan yedinci zümre ise Müslümanların en zayıf îmanlı olanlarıdır.

Her bir zümre kendi durumuna göre nübüvvet nûru, velâyet nûru, sıdk nûru, takvâ nûru, ibâdet nûru, setr nûru, tevhid nûruna sahiptirler. Kimisinin nûru gözünün alabildiği kadar, kiminin nûru ise ayaklarını görebilecek kadardır. Bu, en zayıfının derecesidir. Burada nûr, amellerin çokluğuna göre değil, amellerdeki ihlâs nûrunun derecesine göredir. Amellerin nûrları kulun kalbindeki nûr kadar büyütülür. Kalbin nûrunun büyüklüğü kurbiyyet derecesindedir. Nice nûrlular vardır ki nûrları parlak ve büyüktür. Göze keskin gösterir. Vezni ağırdır. Ameli az olan niceleri, ameli çok olan nicelerini geride bırakarak sür’atle geçmişlerdir.

Rasûlullah’ın Muâz’a ne buyurduğunu bilmez misin ki: “Amelini hâlis kıl, yani Allah için olmaktan başka her şeyden temizle, sana az amel yeter.” Kul da ihlâsı, ancak nûrunun büyüklüğü ile başarabilir. Ameller nûrun büyüklüğü ile tamamlanınca bu söylediğimiz tahakkuk eder. Bu ümmetten bir yiğit, evvelkilerden bin sene ibâdet etmiş kimseyi geride bırakır geçer. Bunun için haberde: “Fetânet erbabının uykuları ve yemelerinin güzelliğine, bir de onların ahmaklarının uyanıklığına ve nâfile oruçlarına aldanmalarına teaccüb ederim. Takvâ ve yakîn erbâbının zerre miktar ameli Allah katında ibâdetine mağrur olanların dağlar kadar amelinden efdâldir” buyurulmuştur.

Allah Teâlâ kuluna kendi yanındaki takvâ, ona verdiği mârifet ölçüsünde necât verir. Bu da böyle kullarına nasib kıldığı yakîn ni’metidir.

Yine hadîs-i şerîfte vârid olduğuna göre Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem: “İnsanlar ateşe gönderilir, sonra oradan amelleriyle kurtarılırlar” buyurmuştur. Bu hadîsi de Tirmizî İbn-i Mes’ud’dan mevkuf olarak rivâyet etmiştir.

Hadîsde zikrolunan mes’ele ameller mes’elesidir. Çünkü amel zâhirdir. Bâtında olan ise gaybın hâlıkı olan Hak Teâlâ Hazretleri’nden gâib olamaz. Herkes de kendi yaptığı amelin zâhirini ve bâtınını bilir. Her şeyin karşılığının verileceği gün geldiği zaman amel getirilip bu amelin masdarı olan nûra konulur ve o amel bu nûrun ölçüsüyle ölçülür. Hesap gününe kadar yaptığı bütün amelleri hesab edilir. İhlâs derecesine göre ecri kat kat verilir. Âyet-i kerîme’de, “O onu çok çok katlarıyla katlayarak verir.” (Bakara, 261) buyurulmuştur. “Kesir”in, yani çok’un Allah katında sonu yoktur.

Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurmuşlardır ki: “Sırât cehennemin üzerinde bir ucundan bir ucuna kurulur. Peygamberlerden sırâtı ümmetiyle geçenlerin birincisi ben olurum. O gün peygamberlerden başka hiç kimse bir şey konuşmaz. Peygamberler de ancak: ‘Ey Rabbımız selâmette kıl, selâmette kıl,’ derler.” Bu hadîsi de Buhârî, Müslim Tirmizî Ebû Hüreyre’den rivâyet etmişlerdir.

Yine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem buyurmuşlardır ki:

“Cehennemin üzerine köprü kurulur. Şefaat müsaadesi verilir. Onlar da ‘Ey Rabbımız selâmette kıl, selâmette kıl’ derler.” Bu hadîsi de Buhârî, Müslim, Nesâî Ebû Saîdi’l-Hudrî’den rivâyet etmişlerdir.

Cehennemde ebedî kalmayacak olan tâifeye sırât üzerinde sualleri sorulur ve azapları tamamlanır. Onları amelleri sırât üzerinde tutar. Fakat cennete giremezler. Ateşin içine de düşmezler. Vakitleri dolduktan sonra şefaat onlara yetişir. Allâh’ın yardımı gelir. Orayı geçeni Allah geçirmiş ve kurtarmıştır. Geçemeyene ise Allah mühlet verir, sonunda geçerler ve âfiyet bulurlar. Allah herkese îmânının derecesi kadar haklarını vermiştir. Kim bu ümmetin başına belâ olmuş ve onları inletmişse Allah onların da belâlarını verir ve: “Bunlar ancak sizin amellerinizdir. Size geri veriliyor.” buyurur.

Onun için güzel ahlâklı olunuz. Bugün ne yaparsanız yarın onu aynen karşınızda bulacaksınız. Amel burada ne ise orada da o, insan burada nasıl ise orada da aynı olacaktır.

Sırât-ı müstakîm tevhid yoludur. Bu da bütün peygamberlerin ve tabîlerinin yolu olan hak dînidir. Bu ümmetin medâr-ı iftihârı olan hâl ehli büyüklerin yolu budur. Sâliklerin seyr-ilellahda olsun, seyr-fillâhda olsun bütün seyr u sülûklarının makamâtı bunun içindedir. Aslâ bunun dışında veya üzerinde değildir.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları