Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin Sohbeti
Hâce Ubeydullah Ahrâr (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Hâce Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.
Hâce Ubeydullah Ahrâr -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:
YOLU, HALKA HİZMET EDEREK KAT ETTİK
Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem Efendimiz’in mescidine açılan çok sayıda kapı vardı. Allah Rasûlü Efendimiz son hastalıklarında Hazret-i Ebûbekir’in evine açılan kapı hâriç, diğerlerinin kapatılmasını emrettiler. Sahâbe-i Kirâm da bu emri yerine getirdiler. Âlimler bu hususta pek çok beyânlarda bulunmuşlardır. Bunları şöyle hulâsa edebiliriz: Hz. Ebûbekir’in Rasûlullah’a olan muhabbeti, tam anlamıyla “fenâ fi’r-Rasûl” makâmının zirvesidir. Dolayısıyla bu hâdisede şu mânâya işaret vardır: Muhabbet bağı dışındaki bütün bağlar kesilmiş, sadece, maksûda ulaştıracak yegâne yol olan muhabbet yolu açık bırakılmıştır. O hâlde, Hak yolunda kılavuzluk etmeye lâyık bir Hak dostuna bağlılık da, muhabbet ile olmalıdır. Hâcegân yolu, Hz. Ebûbekir’e dayanır ve kendisine muhabbeti esas alır. Onların yolu hakîkatte, bu muhabbet bağını gözetmek ve aslâ kaybetmemektir.
Saadetin elde edilmesi, muhabbete bağlıdır. Muhabbetin teşekkülü, öncekilerin ve sonrakilerin efendisi Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem’e tâbî olmaya bağlıdır. Efendimiz’e tâbî olmak da bunun usûlünü bilmekle mümkündür. Bu usûlü öğrenmek maksadıyla, hâl ehli âlimlerin meclislerine devam etmek lâzımdır. Ancak ilmi, dünyevî menfaat ve makam elde etme vesilesi yapan âlimlerden uzak durmak gerekir.
İnsanın yaratılış gâyesi kulluktur. Kulluğun özü ise devamlı tevâzû, mahviyet, hiçlik, yokluk ve huşû hâlinde Hakk’a ilticâ etmek, her hâlükârda Cenâb-ı Hakk’ın azametini tefekkür etmek ve O’nun her an bizimle beraber olduğunu unutmamaktır. Kulluğun hakîkati; tevâzû, huşû, niyaz ve gönül kırıklığı ile ilticâdır. Yani dâimâ duâ hâlinde bulunmaktır. Bu hâl ise, Hak Teâlâ’nın azameti gönle iyice yerleşince ortaya çıkar.
Gençliğimde birçok kimseye hizmet ederdim. Ne atım ne de bir merkebim vardı. Senede bir hırka giyerdim, onun da eskimekten pamukları dışarı çıkardı. Her üç senede bir kürk ve basit bir ayakkabıyla idare ederdim.
Semerkand’da Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki iki-üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmet ettiğim için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altlarını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devam ettim.
Ben bu yolu, sûfîlerin kitaplarından öğrenerek değil, bilâkis halka hizmet ederek kat ettim. İşte hizmet, bu derece fazîletlidir. Herkesi farklı bir yoldan götürdüler, bizi de hizmet yolundan götürdüler. İşte bu yüzden hizmet; benim râzı olduğum, tercih ettiğim ve sevdiğim bir usûldür. İstîdat ve liyâkat gördüğüm kişilere hizmeti tavsiye ederim.
Bâtınında bu yola girmek için bir alâka ve nispet doğan kimse, bu hâlini Allah’tan bir nimet bilip hakkını yerine getirmeğe davranmalıdır. Hakk’ın yerine getirilmesi, varlığını topyekûn o yola sarf etmektir. Tahkik ehlince sabittir ki; vicdan, isteğin başıdır. Bir şey istemek, vicdan üzerinde tecellî ile olur. Allah bir gönle tecellî etmeden o gönülde istek harekete gelemez.
Yolumuzdan murâd; gönlün, zevk ve lezzet yoluyla Allâh’ı bilmesidir. Başlangıçta bu mânâ, uygun ameller ve makbûl işlerle elde edilir. Sonda ise artık işin kıymeti kalmaz ve mânâ kalbin melekesi hâline gelir, malı olur. İnsanda zekâ kıymeti, bu taifenin hakîkatlerini anladığı nispettedir. Dâva teveccüh ve murakabede değildir. Dâva, bütün işleri bir gayeye bağlayıp her şeyde has ve hususî bir anlayış sahibi olmaktadır.
Hâcegân yolunda “halvet der-encümen” (halk içinde Hak ile olmak) esastır. Bu yüce tâife, yollarını bu esas üzerine binâ etmişlerdir. Bu kâide; “Öyle erler vardır ki onları ne ticaret ne de alışveriş Allâh’ın zikrinden alıkoyabilir…” (Nûr, 37) âyetinin saadet dolu mânâsından çıkarılmıştır.
Sâdık mürîde düşen vazife, Allah dostlarının gönüllerine girebilmek ve onların emirlerini büyük bir samimiyetle yerine getirmektir. Onların arzularını, kendi arzularının üstünde tutmaktır.
Beraberlik iki türlü olur: Hissî ve mânevî. Hissî beraberlik, onlarla oturup kalkmak, sohbetlerinde bulunmaktır; onlara yakın olan ve sohbetlerine devam eden kimsenin kalbi, onların bâtın nûruyla nurlanır, huyu da onların güzel huyları sayesinde güzelleşir, nurlanır. Mânevî beraberlik, kalbi onlara bağlayıp rûhâniyetlerine yönelmektir. Bu durumda onların yakınında da olunsa, uzaklarında da bulunulsa hep onlarla olunur. Aradaki mânevî bağ; tam olunca onların sırları, bu mânevî bağa ve rabıtaya sahip olanlara yansır.
Sâlik bâzen mânevî hâlini kaybedebilir. Bunun sebebi, ekseriyetle şu tür hareketlerdir:
- İslâmî kâidelere aykırı fiillerde bulunmak. Haram veya şüpheli bir gıdâ yemek gibi…
- Kul hakkına girmek. Bir mü’minin gıybetini yapmak gibi…
- Allâh’ın mahlûkâtına merhametsiz davranmak ve ona zarar vermek. Sebepsiz yere bir kediyi, köpeği rahatsız etmek gibi…
Eğer insan sıhhatte iken kalp huzuruna varamayacak ve ondan bir meleke elde etmeyecek olursa, hastalık vaktinde kuvvetler eksilmeğe başlayınca huzuru bulmak son derece çetinleşir. Böylelerini Allah dostlarının ziyarete gelmeleri, hastaya ruhanî bir kuvvet aşılamak içindir. Bu yolda yüksek dâvâ ve tumturaklı kelâm sahiplerini, âhirete intikalleri zamanında gayet âciz ve dağınık buldum. Böylelerinin bütün ilimleri o müthiş anda silinip gidiyordu.
İnsan kendisini topyekûn zikre verse, beş altı günde öyle bir mertebeye erişir ki, halkın çağrıştığı ve birbiriyle didiştiği hep zikir görünür. Kendi konuştukları da buna dâhildir. Bu yolda nefesi muhâfaza ve ona riâyet etmeyi mühim tutmuşlardır. Gerektir ki her nefes huzur ve bilgi ile alınıp verilsin. Nefesini koruyamayanlara yolunu şaşırmış gözüyle bakarlar.
Zikirden murat, kalbin Allah’tan bilgi edinmesidir. Bu bilgi meydana gelince zikir yerini buldu demektir. Eğer gönül ehli sohbetinde bu bilgi meydana gelmezse zikre devam etmek lâzımdır. Zikirde en kolay ve sağlam yol, nefesini göbeği altında hapsedip dudağını dudağına ve dilini damağına yapıştırmak suretiyle olandır.
Kalbin hakîkati o duygu ve anlayış merkezi olmaktır ki, her tarafa yönelir, dünyayı ve dünya işlerini hep o düşünür ve göz açıp kapayıncaya kadar yerleri, gökleri ve bütün âlemleri dolaşır, işte onu bütün fikirlerden caydırıp, tiksindirip, yürek dediğimiz maddî et parçasına döndürmek ve zikirle bağlamak lazımdır.
Kalb, üç köşeli bir et parçası şeklindedir ki, sol memenin altındadır ve insan hakîkatinin toplu merkezidir. Bu et parçası öyle bir kelimedir ki, toplu hakîkat onun mânâsıdır. Toplu insan hakîkati de öyle bir özdür ki, bütün kâinat onun mufassal ifadesidir. Her yemişin çekirdeğinde kendi ağacı öz halinde bulunduğu gibi, kalpte de bütün kâinat özleştirilmiştir. Hâsılı kalp, bütün mevcutların hülâsâ halinde nüshası ve sonsuz sırların toplanma noktasıdır.
Kalbe yol bulan murada erer, ona yol bulmak da gönül ehlinin hizmetine erişmekle olur. O zaman müride öyle bir keyfiyet yüz gösterir ki, eşya ve hâdiselerin dedikodusundan kurtulup can ve gönül sohbetine ve Allah bilgisine erer. Hiç bir zahmet ve meşakkat çekmeksizin de Allah’tan gayri ne varsa onlardan el çeker. Eşyanın terkindeki hikmeti, hürriyeti, zikr hakîkatini o zaman anlar.
Büyükler “Allâh’a yol, kulun kudretiyle değil, acziyle açılır” demişlerdir. Aczden murat, “Allâh’ı Allah’tan başkası bilmez” hakîkatini anlamaktır. Yani mârifetin insana ait bir vasıf olmadığını bilmek, insanda tecellî eden kudretin insan malı olmadığını anlamak, insanın, Allâh’a ait ilim suretlerini aksettiren bir ayna olduğunu kavramaktır. Böyleyken bunca acz mârifete engel değildir. Bazıları bu ilim üstü acz hâline, cehldir demişlerdir. Bu görüş yanlıştır; bu acz, basit cehl değildir. İlmin üstünde bir şeydir.
Bütün hâller ve vecdler bize verilmiş olsa, ama iç dünyamızda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat itikâdı olmasa, bütün bu hâlleri sadece rezillik olarak görürüz. Bütün eksiklikler ve kusurlar içimizde olsa, fakat iç dünyamız Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat inancı üzere dosdoğru olsa, bunda bir beis görmeyiz.
Zamanımızda irâde sahipleri (mürid olmak kabiliyetindekiler) azdır. Nitekim şu hikâyeye dikkat ediniz: Bir şeyh ululardan birine haber göndermiş: “Buralarda mürid olmak vasfında insanlar azdır; sizin tarafta sâdık mürid sıfatında kimseler varsa bize gönderin!” Mektubu alan ulu kişi de şu cevabı vermiş: “Bahsettiğiniz müridlerden burada da yoktur. Eğer şeyh istiyorsanız istediğiniz kadar gönderelim!”
İkindi namazından sonra öyle bir vakit vardır ki, onda, amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhâsebedir. Muhâsebe, gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın, yaptıklarını gözden geçirmesi, ibâdet ve günahtan payına düşenleri ayıklaması, iyiliklerinden şükür, kötülüklerinden de istiğfar etmesidir. Amellerin en iyisi de, Allâh’ın gayrından usanıp kendisini O’na bağlayacak bir kılavuz arama yolunda davranmaktır.
Bir gün Mevlânâ Hâmuş Hazretleri’ne gitmiştim. Mevlânâ Hazretleri, etrafındakilerle ilim konuşuyorlardı. Ben bir kenarda oturup sustum. Mevlânâ Hazretleri bana sordular: “Ne dersin, susayım mı, konuşayım mı?” Ve ilâve ettiler: “Bir kimse öz varlığının kaydından kurtulmuşsa ne yapsa iyidir; kurtulmamışsa ne yapsa kötü...” Ben Mevlânâ Hâmuş Hazretleri’nden bundan daha yüce bir söz işitmedim.
Yine Mevlânâ Hâmuş Hazretleri’nden işittim: “Şerîat, tarîkat ve hakîkati her işte takip etmek mümkündür. Meselâ yalan yasağı malûm... Bir insan dilini ondan korumayı başaracak olursa, bu, şerîattır. Ama mümkündür ki, kalbinde yalana bir meyil kalsın; onu da def edebildi mi, tarîkat meydana gelir. Fakat ne dilinden, ne gönlünden, ne arzusuyla, ne de arzusuz, yalan gelmeyecek, yani insanda yalana mecâl kalmayacak olursa, bu da hakîkat mertebesini ifade eder.” Mevlânâ Hazretleri’nin bu sözleri ne kadar övülse azdır.
Büyükler bana iki şey inâyet ettiler: Birincisi, ne söylersem yeni olması, dalgıç görmemiş derya dibindeki inciye benzemesi ve aslâ daha evvel söylenmemiş olması; ikincisi de, ne dersem makbûl olması ve hiç reddedilmemesi...
Şeyh Ebû Osman Hayri, şeyhi Ebu Hafs Haddad’dan halka vaaz etmek için izin istedi. Şeyhi sordu: “Bu arzuya düşmen için sebep nedir?” Cevap verdi: “Halka şefkat ve merhamet!” Şeyh yine sordu: “Halka şefkat ve merhametin ne derecede?” Ebû Osman Hayri dedi ki: “Halka şefkat ve merhametim o derece ki, günahlarından ötürü onların yerine beni cehenneme koysalar râzıyım!” Şeyh: “Böyle insanların halka vaazı makbûldür” dedi ve kendisi de minber yanına oturup Ebû Osman Hayri’nin vaazını dinlemeye koyuldu. Ebu Osman henüz vaaza başlamıştı ki, bir muhtaç, yüksek sesle, sırtına giyecek bir şey istedi. Ebu Osman hemen sırtındaki cübbeyi çıkarıp ona verdi. O zaman şeyhi Ebu Hafs ona bağırdı: “Ey yalancı, in minberden!” Ebu Osman hayretle inip şeyhine sordu: “Neden dolayı yalancı oluyorum? Bildirir misiniz?” Şeyh karşılık verdi: “Şunun için yalancısın ki, eğer senin halka şefkat ve merhametin olsaydı, vermenin sevabını kendine almak yerine başkalarına bırakırdın! Eğer beklediğin hâlde bu sevaba istekli kimse çıkmayacak olursa o zaman kendi cübbeni çıkarıp verirdin!”
Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları
YORUMLAR