Hâce Yakup Çerhî Hazretleri’nin Sohbeti

İHSAN

Hâce Yakup Çerhî (k.s.) nasıl sohbet ederdi? Hâce Yakup Çerhî Hazretleri’nin sohbetini istifadenize sunuyoruz.

Hâce Yakup Çerhî -rahmetullâhi aleyh- şöyle sohbet etmiştir:

GECE UYANIK KALIN Kİ HÂLİNİZ RAHMETE VESİLE OLSUN

Tasavvuf’un gâyesi, kalbin Cenâb-ı Hak ile huzur bulmasıdır, Rabbe vuslattır. Bu kavuşma ise seyr u sülûk yoluyla olacaktır. Hazret-i Ali şöyle buyurur: “Dünyada ne yapmak gerektiğini ve âhirete nasıl hazırlanmak îcâb ettiğini öğrenen ve başkalarına da öğreten kişiye Allah rahmet eylesin!” Demek ki dünyada iken seyr u sülûkü kendisine düstûr edinen kişinin dünyası da âhireti de güzel ve hoş olacaktır. Bu âlemde, âhiret hayatını isteyip sâlih amellerde bulunanlar, Hak Teâlâ’nın cemâliyle müşerref olurlar. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmuştur:

“Kim âhireti ister ve inanarak ona lâyık bir şekilde çalışırsa, işte onların sa‘y u gayretlerinin karşılığı tam olarak verilir.” (İsrâ, 19)

Gaflete dalarak nefsânî arzularının zebûnu olanlar ise, vuslattan mahrum kalırlar. Onlar hakkında da şu âyet-i kerîme nâzil olmuştur:

“Bizimle karşılaşmayı arzu ve ümit etmeyen, dünya hayatına râzı olup onunla rahat eden ve Bizim âyetlerimizden gâfil olanlar yok mu, işte onların, kazandıkları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus, 7-8)

Diğer bir âyet-i kerîmede de şöyle buyrulur:

“Andolsun Biz, cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yaratmışızdır; onların kalpleri vardır, onlarla idrâk etmezler; gözleri vardır, görmezler; kulakları vardır, işitmezler. İşte onlar hayvanlar gibidir; hattâ daha da şaşkındırlar. İşte asıl gâfiller onlardır.” (A‘râf, 179)

Seyr u sülûk, sebâtı ve belli bir nizam üzere gayret etmeyi gerektirir. Bu yolda sâlik evvelâ, Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in yaptığı gibi, geceleri ihyâ etme gayretinde olmalıdır. Teheccüdün en mühim faydalarından biri, kişinin kendisini dinleyebileceği, dikkatini nefsi üzerine toplayabileceği, hâlini muhâsebe edebileceği bir an olmasıdır. Bu esnâda kişi Kur’ân-ı Kerîm tilâveti ve tesbihâtı ile meşgul olmalı, Cenâb-ı Hakk’a tevekkül ederek mâsivâullâh’ı kalbinden uzaklaştırmalı ve kâinâtın yaratılış sebepleri üzerinde derin derin tefekkür etmelidir.

Teheccüde kalkış, seherdeki evrâd için de bir hazırlıktır. Ayrıca sâlik, gece karanlığında tefekkür-i mevt ile de meşgul olmalıdır. Zîra Resûlullah Efendimiz: “Bütün lezzetleri kökünden söküp atan ölümü çok çok tefekkür ediniz!” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Zühd, 4/2307)

Diğer taraftan da sâlik, kâinâtın yaratılışını, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerini tefekkür ederek kendi âcizliğini idrâk etmeli, böylece Cenâb-ı Hakk’a olan mârifet ve muhabbetini artırmaya çalışmalıdır. Bu kalbî hazırlıktan sonra sıra tevbeye gelir. Bunu, kötü sıfatların terki, güzel vasıfların kazanılması, yani nefs tezkiyesi takip eder. Daha sonra büyük bir arınmışlık duygusu içinde lisânî zikre ve letâifin zikrine devam edilir. Her gün tekrarlanan bu ameliye, zamanla mâsivâyı kalpten çıkarır ve kişiyi Hakk’a yönelterek nihâyetinde müşâhede makâmına ulaştırır.

İnsanla birçok benzer yönü olan kâinâtın yaratılış gâyesi; Hak Teâlâ’nın ilâhî sanatını izhâr ederek bütün âlemi, cemâl ve kemâlinin mazharı kılmayı arzu etmesidir. O hâlde Cenâb-ı Hakk’ın sıfatlarının tecellî mekânı olan şu âlem üzerinde çokça tefekkür edip ibret almak gerekir. İnsanoğlu, içinde yaşadığı dünyayı, güneşi ve yıldızları kendisiyle mukayese ettiğinde, ne kadar küçük ve zavallı kaldığını fark edecektir. Cenâb-ı Hak da insanın dikkatini kendisine, kâinâta, yaratılmışlara çeker ve: “İnsan neden yaratıldığına bir baksın!” buyurur. (Târık, 5) O hâlde insanın fârik vasfı ve asıl kıymeti; maddî yönünde değil, mânevî hayatındadır.

İbadet; kalbin mârifetle (Cenâb-ı Hakk’ı kalben tanıyabilmekle), rûhun müşâhedeyle (devamlı ilâhî kameranın altında olduğunun idrâkiyle), nefsin hizmetle (Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakıp onların ihtiyaçlarını gidermekle), lisânın da Allâh’ı zikretmekle (zikrin kalbe inip amellere dönüşmesiyle) meşgul olmasıdır.

Hâcemiz, fakire; “gücün yettiğince Peygamberimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’in: ‘Seni terk edene iyilikte bulun. Sana mâni olana ver. Sana zulmedeni affet.’ (Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. IV, ss. 158-159) hadisiyle amel etmeye çalış.” buyurmuştur. Bunların hepsi de nefsin hilâfınadır ama böyle yapıldığında da faydası pek çoktur. Zîra: ‘sabırlı fakirler, kıyâmet günü Allah Teâlâ’nın misâfirleridir; yani, onlar Allâh’a yakın olanlardandır ve üzerlerine rahmet tecellî eder’ buyurulmaktadır.

Fakr, iki kısımdır. Biri ihtiyârî, diğeri ise zorunlu fakrdır. Zorunlu fakr, daha faziletlidir. Zîra bu, kula nispetle Hak’kın seçimidir. Fakr olmaksızın zâhir ve bâtın kemâle ermez. Hâce Alâeddin Attâr bu konuda: “Kur’an’ın neredeyse tamamı, vücûdu nefyetmeye işaret ediyor. Sünnete uymanın hakîkati, mîzâca muhalefettir. Kul, bu konuda ihlâslı olmadıkça fenâ makamına ulaşamaz”  der. Kul, ihtiyarı terk ve küllî irâdeye teslimiyet ile fenâ makamına erer.

Yol ikidir. Bâzıları riyâzet ve mücâhedede bulunur, bunun neticesini taleb eder ve maksatlarına nâil olurlar. Bâzıları da ihsân ehlidir, Hakk’ın lûtf u kereminden başkasını görmezler. Tâat ve mücâhedelerini O’nun lûtfu olarak bilirler. Amellerinin hesâbını yapmayıp tâat üzere devam ederler. Amellerine güvenme düşüncesini terk etmekle birlikte amelde sebat üzere olan bu topluluk, maksûda daha çabuk ulaşır.

Hazret-i hâcemiz ve halîfesi Alâeddin Attâr kuddise sirru, bu fakire tavsiyelerde ve izahlarda bulunurlar, “Helal lokma yemedikçe maksat hâsıl olmaz” derlerdi. Çevresindekilerden birçoklarının, “biz bir zamanlar denizde boğulmak üzereydik, bizim hayatımızı kurtardı” dediklerini işitmişimdir; doğru da söylemektedirler. Zîra necis bir denize, kîl u kâl denizine düşmüşlerdi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem kîl ü kâl suretiyle ölü kardeşinin etini yemek konusunda uyarmışlardır. Hak Teâlâ buyurur: “Ey îmân edenler, mallarınızı aranızda haksızlıkla yemeyin.” (Nisâ, 29)

Sahâbe, yedikleri lokmada haram vardır endişesiyle namaz ve orucu artırırlardı. Hadis-i şerifte şöyle buyrulmaktadır: “İbadet on kısımdır. Bunun dokuzu helal lokma talebidir.” “Dervişin himmeti âlî olacak ve Hakk’ın iltifatını bekleyecektir” derler. Vakıâttan mağrur olunmamalıdır. Zîra bu, yapılan ibâdetlerin kabul olunmadığına işarettir.

Velâyet mertebesine ulaşmanın delîli, zâhirî ve bâtınî bakımdan Rasûlullah Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem’e tam mânâsıyla tâbî olmaktır. O’na tâbî olma saâdetinden yüz çevirenler ise ebedî bedbahtlığa dûçâr olmuşlardır. Velâyet mertebesine ulaşmak isteyen kimsenin, Rasûlullah Efendimiz’e muhabbetle tâbî olmaktan başka çâresi yoktur.

Peygamberler ve evliyâullah geceleri ihyâ etmek için uyanık kalırlardı. Siz de bu yola muhabbetinizi artırarak uyanık kalınız ki bu hâliniz Hakk’ın rahmetine vesîle olsun!

Bilinmelidir ki temizlenmek, Hakk’ın dostluğunu kazandırır. Cenâb-ı Hak, necâsetten temizlenen kişileri dost edinir. Zîra zâhirî temizlik, bâtınî temizliğe yardımcı olur.

Kalp, kötü sıfatlardan temizlendiğinde güzel vasıflarla bezenir ve selâmete erer. Kalp selâmete ermedikçe, her iki âlemin de belâlarından kurtulamaz. Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“O gün ne mal fayda verir, ne evlât! Ancak Allâh’a selîm bir kalp ile gelenler müstesnâ!” (Şuarâ, 88-89)

İlâhî rahmete nâil olmak, ancak selîm kalp ile mümkündür. Selîm kalp, mâsivâdan arınmış, dâimâ Hak ile beraber olan, Allâh’ın mahlûkâtını incitmeyip kimseden incinmeyen, Allah için affeden ve kendisine yapılan kötülükleri unutan bir kalptir.

Allâh’a ulaşamadan gerçekleşen ölüm, sıradan bir ölümdür. Maksûda ulaştıran şey, “Ölmeden evvel ölmek” yani nefsânî arzulardan vazgeçebilmektir. Diğer bir ifâdeyle “fenâ” hâline ermektir. Bu durumda kalp, kötü sıfatlardan temizlenip ahlâk-ı hamîde ile müzeyyen hâle gelir; zâhirî ve bâtınî temizlik ortaya çıkar. Bunun için de sâlik, her hususta kâmil ve mükemmil bir rehbere tâbî olmaya muhtaçtır.

Sâlik, her nefesinin “huzûr”la mı yoksa “gaflet”le mi geçtiğini murâkabe etmelidir. Sâlik ne vakit kendinde bir kabz, fütûr, vesvese ve endişe olduğunu fark etse, hemen hâl ve hareketlerini gözden geçirmelidir. Kendisinden şer’-i şerîfe muhâlif, rızâ-yı ilâhîye muğâyir bir şey zuhûr etmiş mi diye nefsini muhâsebe etmelidir. Eğer böyle bir şey vâkî olmuşsa, ne kadar küçük olursa olsun, derhâl onu büyük bir ihtimamla düzelterek istiğfâr etmelidir.

Aşkı; Arap, Acem, Türk, Hint fesâhat ve belâgatiyle, yani lâfızla açıklamak mümkün değildir. Bu sebeple Hak dostları, bâzı hakîkat sırlarını, ehil olmayanlar anlamasınlar diye kendi aralarında husûsî bir dille ifâde ederler. Nitekim bülbül, gülü gördüğünde nağmesiyle binlerce destan okur, lâkin kış geldiğinde diken bahçesinde nağmeden kesilir. Bülbülün hakîkat nağmeleri, gülün yanında ortaya çıkar. Gül olmadan bülbül şakımaz.

Esmaül Hüsna İnsanda Nasıl Tecelli Eder?

Rasûlullah Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem: “Allah Teâlâ’nın doksan dokuz ismi vardır. Bunları hıfzeden cennete girer.” buyurmuştur. (Buhârî, Deavât, 68)

Burada geçen “hıfzetmek”ten maksat; ilâhî isimlerin sadece zâhirinde kalmayıp ifâde ettiği mânâların tefekküründe derinleşmek ve muktezâsınca yaşamaktır. Yani cemâlî sıfatların tecellîsine mazhar olabilmektir.

Bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın bir ismini çokça zikreder, onu uzun uzun tefekkür ederek mûcibince amel ederse, o ismin tecellîsine mazhar olur. Her insan, gücü nisbetinde Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden hisse almaya gayret etmelidir. Zîra insan, Hakk’ın sıfatlarının tecellîlerini hâl ve davranışlarına yansıttıkça kemâlâtı artar, kemâlâtı arttıkça da ilâhî esmâ tecellîlerini aksettiren berrak bir ayna hâline gelir.

Cenâb-ı Hakk’ın bâzı isim ve sıfatlarının kişideki tezâhürleri şöyledir:

Er-Rahmân ve er-Rahîm isimleri kalp ve bedene işaret eder. Kalp zikirle, beden de ibâdetle meşgul olursa, o kişiye merhamet edilir.

El-Melîk isminin ârifteki tezâhürü, zâhirî hükümdarları âciz bilip onların fânî saltanatına aldanmamak ve onlara iltifat etmemek, yalnızca Hakk’a ibâdet etmektir.

El-Kuddûs isminin tezâhürü, kişinin kalbini beşerî bağlardan temizlemesi, nefsin hevâ ve heveslerinden ve şeytanın vesvesesinden uzak durmasıdır. Bunun için de, her hâlükârda dînin emirlerini büyük bir vecd ile îfâ etmesidir.

El-Mü’min isminin tecellîsine mazhar olan kişi, mâsivâdan uzaklaşır, rûhundan bütün mahlûkâta rahmet taşırır, herkese emniyet telkîn eder, garipleri ve kimsesizleri muhâfaza eder.

El-Mütekebbir ismine mazhar olan kişi hiçliğe erer. Zîra dünyaya bedelsiz ve sermâyesiz olarak geldik, üzerimizdeki her şey, hattâ îmânımız bile Cenâb-ı Hakk’ın lûtfudur. Bu nîmetlerin mukâbili olarak kul, dünya ve âhiretin fânî nîmetlerine aldanmaz, sadece Hakk’a yönelir. Dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlinde olur.

El-Hâlık, el-Bârî ve el-Musavvir isimlerinin tecellîsine mazhar olan kişi, yaratılmışlardan Yaratan’a intikal eder. Bütün mahlûkâtın yaratılışındaki ilâhî sanatı tefekkür eder.

Es-Settâr ve el-Ğaffâr isimlerinin tezâhürü, insanların ayıplarını örtmek, kusurlarını bağışlamak ve onlara nasihatte bulunmaktır.

El-Kahhâr isminin tezâhürü, nefs-i emmâreye karşı mücâdele etmektir. Zîra takvâ hayatı, nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.

Er-Rezzâk isminin tezâhürü, kişinin ihtiyacını Hak’tan başkasına açmaması, gündelik üzüntülere kapılmaması ve rızık endişesinden kurtulmasıdır.

El-Fettâh isminin tezâhürü, zâlimlerin zulmünü bertaraf edip mazlumlara yardım etmektir.

El-Alîm isminin tezâhürü, insanın zâhirî ve bâtınî ilimleri tahsil etmesidir. İlim sâyesinde kişi takvâ sahibi olur ve neticede kendini günahlardan muhâfaza eder.

El-Bâsıt isminin tezâhürü, darlıkta sabır, ferahlıkta şükürdür.

El-Basîr isminin tezâhürü, kulun kendi ahvâlini, söz ve davranışlarını devamlı murâkabe ederek îmandan “ihsân”a ulaşmanın gayreti içinde bulunmasıdır.

El-Hakem isminin tezâhürü, kişinin Hakk’ın hükümlerini cân u gönülden kabûl edip ehl-i bâtıldan uzak durmasıdır.

El-Hafîz isminin tezâhürü, kişinin nefsin hevâsından, şehvet ve öfkeden kendini uzak tutmasıdır.

El-Hakîm isminin tezâhürü, mahlûkâtın yaratılış gâyesini görmek ve “…Rabbimiz, Sen bunu boş yere yaratmadın! Sen’i bütün noksanlıklardan tenzih ederiz! Bizi cehennem ateşinin azâbından koru!” (Âl-i İmrân, 191) diye tazarrû ve niyazda bulunmaktır.

El-Vedûd isminin sâlikteki tezâhürü, Allâh’ı ve dostlarını dost edinmektir. Muhabbeti Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun sevdiklerine yöneltmektir.

El-Bâ‘is isminin tezâhürü, kulun âhirete hazırlanması ve ölü kalpleri irşadla diriltmeye gayret etmesidir. Allah’tan gâfil bir kalp, her ne kadar zâhiren yaşıyor gibi görünse de hakîkatte ölüdür. Kalpleri diriltmek de hak ve hakîkati yaşayıp tebliğ etmekle mümkündür.

El-Vâcid, el-Mâcid, es-Samed, el-Muahhir isimlerinin tezâhürü, kişinin kendisini muhtaç, âciz ve zayıf bilmesidir. Bütün izzet ve ikram Hak’tan; itaat, ibâdet ve duâ da yine Hakk’adır.

El-Müntakim isminin tecellîsi, büyük ve küçük cihâda devam etmektir.

El-Bedî‘ isminin tezâhürü, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî kudret akışları ile sonsuz ve hârikulâde sanatını tefekkür etmektir.

El-Vâris isminin tezâhürü, hiçbir şeyi idâreciden ve hükümdardan bilmemek, her şeyin Allâh’ın kudretinde olduğunu fark etmektir.

Es-Sabûr isminin kuldaki tecellîsi, kişinin işlerinde sebat göstermesi; günahlardan sakınma, ibâdetlere devam etme ve musîbetlere tahammül hususunda sabırlı olmasıdır.

Kaynak: Mehmet Lütfi Arslan, Marifet Meclisleri, Erkam Yayınları