Hacerül Esved Taşının Tarihi

Hikâyeler

El-Hacerü’l-esved terkibi Arapçada “siyah taş” anlamına gelir. Peki Hacerül Esved taşı nereden geldi? Hacerül Esved taşını Kabe’ye kim koydu? Hacerül Esved taşı Kabe’nin neresinde? Hacerül Esved taşının önemi ve fazileti nedir? İşte Hacerül Esved taşının tarihi ve hikayesi.

Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in peygamber olmadan önce, Kâbe’nin tamiri esnasında mübârek elleriyle yerine yerleştirdiği özel taş, Hacer-i Esved...

HACERÜL ESVED’İN TARİHÇESİ

“Tavâfın başlama noktasını göstermek gibi pratik bir faydası da bulunan bu taşın menşei, tarihçesi, mâhiyeti ve mânevî değeri hakkında birçoğu zayıf, bir kısmı sembolik mânâ taşıyan çok sayıda rivâyet vardır. Bu rivâyetlerde umûmiyetle Hacer-i Esved’in aslında beyaz iken insanların günahları yüzünden karardığı, cennetten indirildiği, Nuh Tûfânı sırasında Ebû Kubeys Dağı’nda korunduğu ve Hazret-i İbrahim’in Kâbe’yi inşası esnasında oradan yerine getirilerek konulduğu, onun Allâh’a verdiği sözü yerine getirenlere şâhitlik edeceği gibi hususlar dile getirilmektedir.”[1]

Cennetten gelmiş olsun ya da olmasın; gerek yüklendiği mühim misyon, gerek Rabbimizin “Beytim” dediği Kâbe-i Muazzama’nın âdeta göz bebeği mesâbesindeki konumu, en çok da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gül kokulu elleriyle ona dokunup öpmüş olması, onun paha biçilmez mânevî değerini taçlandırmakta.

Üzerine bastığımız yeryüzünün bize şahitlik edeceği[2] gibi, göz bebeğimiz, parmak izimiz, sesimizle de bıraktığımız izler şâhidimiz olacak. Hacer-i Esved’e doğru ellerimizi kaldırıp:

“-Bismillâhi Allâhu ekber” diyerek selâmlarken göz ve parmak izimizin, ilâhî kamera kayıtlarına geçtiğini hayal edebiliriz. Zerrelerin tartılacağı günden önce “Dâvetine uyup çeşitli meşakkatleri aşarak kapına, beytine ziyaretine geldim, buradayım!” gibi cümlelerin özeti, bu selâmlama sanki…

Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’dan kıyamete dek, bizim izlerimizin başka bir örneği olmadığını düşündükçe Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz kudretini, insan neslinin içinde bize “biriciklik” bahşederek muhteşem bir şekilde sergileyişini iliklerimize kadar hissedebiliriz. Havsalamızın ve idrâkimizin önünde âciz kaldığı gerçeklerin üzerinde kafa yormak için en müsait yerlerin başında, mahşer provasının yaşandığı o topraklar gelmekte... Rabbimiz; tavaf ve sa’y deryasına bir damla misâli karışıp giderken, her şavt başında ve sonunda Hacer-i Esved’i selâmlama ânında “ihsan” duygusuna bir adım daha yaklaşmayı, ilâhî kameralar altında çekilen hayat filmimize, rızâsına göre çeki düzen vermeyi nasip eylesin. Âmin.

Hacer-i Esved’in ziyareti ve selâmlanması konusunu işlerken üzerinde düşünmemiz gereken farklı cihetler var: Kutsal topraklara her geçen yıl artan ziyaretçi sayısı, tartışmasız bir vâkıa şüphesiz… Bunun tabiî sonucu olarak, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında Hacer-i Esved’i öpmek için yaşanabilecek kalabalıkla, günümüz kalabalığı elbette kıyaslanamaz. Buna rağmen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müsaitse Hacer-i Esved’i öper, değilse eliyle veya elindeki baston vb. ile selâmlayarak tavâfa başlardı. O, güçlü kuvvetli biri olan Hazret-i Ömer’in zayıf bünyeli kimselere eziyet verebileceği gerekçesiyle, Hacer-i Esved’i öpmek için izdihama dalmaması konusunda uyarmış, eğer boş ise istilâm etmesini, aksi takdirde tehlil ve tekbir ile uzaktan selâmlayarak geçmesini söylemişti. Peygamber Efendimiz’in bu tavsiyesinden sonra Hazret-i Ömer, izdihamın olduğu hâllerde istilâmı terk edip geriden selâmlamakla yetinmiştir. Nitekim İbn-i Abbas da:

“-Hacer-i Esved kalabalık olduğu zaman kimseye eziyet verme! Eziyet de çekme, geç!” tavsiyesinde bulunmuştur.

O zamanlar şimdiki kadar kalabalık olmamasına rağmen, izdiham olması durumunda Hacer-i Esved’in öpülmemesi, bu hususta başkalarının rahatsız edilmemesi tavsiye edilmiştir. Günümüzde milyonlara varan mahşerî kalabalıkta, hacı ya da umrecinin sünnete uyma adına kardeşlerine ezâ-cefâ etmesi aslâ tasvip edilemez. Kaldı ki; burada sünnet olan, mutlaka Hacer-i Esved’i öpmek değil, onu bir şekilde selâmlamaktır. Hacer-i Esved’i öpmek için kardeşleriyle itişip kakışmak ne sünnettir, ne de ibadet!.. Bu konuda hem Peygamber Efendimiz’in örnek davranışına, hem de O’nun ikaz ve tavsiyesine uyulmalı, izdihamlı durumlarda uzaktan selâmlama ile yetinmelidir.

HACERÜL ESVED’İ SELAMLAMA

Sahâbe, Hacer-i Esved’i selâmlarken:

“-Allâh’ım, Sana inanarak, Kitabını ve Peygamberinin sünnetini tasdik ederek/Peygamberinin sünnetine uyarak…” derlerdi.[3]

Günümüzde ise Hacer-i Esved’i öpme uğruna bir anafor misali içine doğru çeken kalabalığa girerken, Sahâbe Efendilerimiz gibi söylemeye kimsenin yüzü olamaz herhâlde... Çünkü yapılanların Kitap ve Sünnet’le îzah edilecek bir tarafı yok maalesef…

“Burada asıl olan taşın kendisi değil, Peygamber Efendimiz’in sünneti, örnek davranışıdır. Zira Hacer-i Esved, önce Hazret-i İbrahim’in, sonra da Allah Rasûlü ve ashâbının hâtırasını yâd etmeye vesîle olan bir semboldür.

Nitekim bir defasında Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Hacer-i Esved’e seslenerek:

“-Biliyorum ki, sen bir taşsın. Ne zarar, ne de fayda verirsin. Eğer ben, Rasûlullâh’ın sana dokunduğunu görmeseydim sana el sürmezdim.” (Buhârî, Hac, 57) dedi ve ona eliyle dokunarak selâmladı/öptü.

O, Hacer-i Esved’e karşı bu şekilde seslenirken, bir taşa karşı yaptığı bu davranışın, câhiliye dönemindeki putlara tapınma gibi olmadığını, bunun sadece Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetine uyarak Allâh’ı tâzim ve O’na yaklaşma için yapılan sembolik bir davranış olduğunu vurguluyordu.

Hacer-i Esved’i selâmlama, Allâh’a vermiş olduğu ahdi yenileme mânâsına gelmektedir. Kul, ruhlar âleminde verdiği kulluk sözünü, amelleriyle ortaya koyduğu îman akdini bu defa Beyt’te, Beyt’in sahibinin önünde bu hareketiyle temsîlî olarak tekrar eder ve pekiştirir. İşte Hacer-i Esved’i selâmlama, ahdi, bey’ati tazelemeyi, sözünde durmayı sembolize eder.”[4]

Bütün bunları defalarca okusak da, oraya varıldığında, kısıtlı zaman içerisinde, bir kere de olsa Hacer-i Esved’i öpme iştiyâkı öylesine galebe çalıyor ki, kardeşlerimiz biraz da birbirlerinin teşvikiyle, muhâkeme etmeden, -âdeta cihâda (!) gider gibi- kalabalığın içine bırakıveriyorlar kendilerini... Bu uğurda çekilen sıkıntıları da belki bir sevap addederek, bir şekilde öptüğünde de muzaffer kumandan edâsıyla, çevrelerine anlattıkça, bir kısır döngü başlıyor böylece… Yapılması gerekenin, bütün risk ve sıkıntıları göğüsleyerek, bir kere olsun başarmak (!) olduğu düşüncesi, çok yaygın olarak düşülen bir ifrat ne yazık ki... Hâl böyle olunca, pek çok hatalar işlenip kul hakkına ve günaha giriliyor.

Rehber kitaplar okunmuş, hocaefendiler dinlenmiş de olsa; mahremiyetle ilgili hassasiyetler tam yerleşmemiş, kul hakkının en büyük günahlardan oluşu göz önünde bulundurulmamışsa, kardeşlerimiz bazen saatler süren bir mücadeleye kaptırıveriyorlar kendilerini… Şeytanın sağdan yaklaşmasının misallerinden biridir bu durum...

Dipnotlar:

[1] Bünyamin Erul-Ekrem Keleş, Haccı Anlamak, DİB Yayınları, sh. 40-41. [2] ez-Zilzâl, 4. [3] Haccı Anlamak, sh. 41-42. [4] Haccı Anlamak, sh. 42-43.

 Kaynak: Dîdar Meltem Erdem, Şebnem Dergisi, Sayı: 179