Hak Din İslâm ve Muharref Dinlerde İbadet ve Muamelat

İslam'da ibadet ve muamelat nasıldır? İslam'da ibadetlerin îmânı muhafaza etmedeki mühim rolü nasıl anlatılıyor? İslam'ın beş şartı nedir? Ubûdiyet ne demektir? İslam'ı bir hayat nizamı yapan özellikleri nelerdir? Yahudilik'e “ritüeller dîni” denmesinin sebebi nedir? Yahudî ibadet ve muâmelâtı nasıldır? Hristiyanların ibadet anlayışı nasıldır? Konsillerin Hristiyanlara etkisi nedir? Hristiyanlıkʼtaki ibadet uygulamaları nelerdir?

İbadetler, hem Allah Teâlâʼnın kulları üzerindeki en büyük hakkıdır, hem de kulların yaratılış gayesidir. Nitekim Rabbimiz:

“Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım.” (ez-Zâriyât, 56) buyurmuştur.

Îman, kuru bilgiler ve nazariyât ile değil; Kurʼân, kâinat ve insanda sergilenen ilâhî kudret ve azamet nakışlarını tefekkür edip kalbî âlemde derinleşme, ibadetleri vecd ve huşû içinde edâ edebilme ve yüksek ahlâk sâyesinde muhafaza edilebilir.

Îmânı bir kandile benzetirsek; ibadetler, çeşitli yönlerden esen rüzgârlar karşısında onu sönmekten koruyan ve ışığını daha da ziyadeleştiren bir fânus gibidir. Îmânın kalpte kökleşip yerleşmesi de ibadetler sâyesinde mümkündür.

Bu sebepledir ki ibadetler / amel-i sâlihler, Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde çoğu zaman îman ile birlikte zikredilir. Bu durum, aynı zamanda ibadetlerin îmânı muhafaza etmedeki mühim rolünü ve dindeki merkezî mevkiini de gösterir.

İbadetlerin insanın rûhî yapısı üzerinde de pek çok müsbet tesiri vardır. İbadetlerin her biri ayrı bir keyfiyet taşır ve her biri âdeta rûha verilen mânevî bir gıda ve vitamin mesâbesindedir.

İbadetlerini yerine getiren bir mü’min, mânen kuvvetli olur ve gönül huzuru içinde yaşar. Hayatta mâruz kaldığı engeller, zorluklar ve imkânsızlıklar karşısında ye’se kapılmaz, strese girmez, daha dirençli, dayanıklı ve huzurlu olur.

Bunun yanında, insan ibadetler sâyesinde maddiyâta dalıp dünyevîleşmekten kurtulur, rûhen yükselerek gerçek insanlık şerefine nâil olur, Hakk’a yakın bir kul hâline gelir.

Şunu da hatırlatalım ki ibadetler, esâsen kişinin kendisine fayda vermektedir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın kimsenin ibadet ve tâatine ihtiyacı yoktur. İbadetler, bize lûtfettiği dünyevî ve uhrevî sayısız nîmetler karşısında Cenâb-ı Hakk’a duyduğumuz şükran ve minnettarlık hislerinin bir ifadesidir. Sayısız nîmet, lûtuf ve ikramlarına rağmen Allah Teâlâ’ya karşı hiç değilse ibadetleri yerine getirmek sûretiyle şükretmeyen bir insan, hakîkaten büyük bir nankörlük içindedir!..

Bilindiği üzere İslâm’ın beş şartı olarak kabul edilen ve dînin temelini oluşturan ibadetler şunlardır:

  • ‒Kelime-i şehâdet getirmek,
  • ‒Namaz kılmak,
  • ‒Oruç tutmak,
  • ‒Zekât vermek,
  • ‒Hacca gitmek.

Ubûdiyet, yani Allâhʼa kulluktan daha ulvî bir lezzet ve mertebe yoktur. Kulluk ise; dünya ve âhiret saâdetini temin etmek üzere Cenâb-ı Hakk’ın koyduğu bütün emir ve yasakları gözetmeyi ve her hususta ilâhî sınırları korumayı ifade eder.

Bu itibarla İslâm, sadece kalpte saklı kalması gereken bir duygu değildir. Zira sırf his ve fikir seviyesinde kalarak amelî bir sûrette yaşanmayan bir hakîkatin -ne kadar yüksek bir hakîkat olursa olsun- çok fazla bir kıymeti yoktur. İnsan, inandığı bir hakîkate diliyle tercüman olmazsa, onu fiilen yaşamazsa; ona olan îman ve muhabbeti, yavaş yavaş zayıflar. Bunun için İslâm, yalnızca nazarî ve îtikâdî esasları değil, amelî hükümleri de vazetmiştir.

Yani İslâm, muharref Hristiyanlıkʼtaki gibi sadece kulun kalbi ile Allah arasına hapsedilmiş olan ve hayatın diğer sahaları üzerinde herhangi bir tesir ve tatbikâtı bulunmayan bir sistem değildir. O, hayatın bütününü kuşatan bir dünya görüşü ve davranış kâideleri tebliğ etmiştir.

İslâm, şahsî ve gündelik hayattan âile hayatına, akrabâlık ve komşuluk münâsebetlerinden ticarî ve iktisâdî faâliyetlere, tâlim, terbiye ve irşad hizmetlerinden içtimâî huzur ve sükûnu temin eden muâşeret kâidelerine kadar her sahada, insanların vazife, mes’ûliyet ve haklarını, bunların ihlâli durumunda tatbik edilmesi gereken cezâî müeyyideleri tanzim etmiştir. Hayatın hiçbir sahasını boş bırakmadan insanlar arası münâsebetleri, Kurʼân ve Sünnet ışığında, bütün teferruâtıyla düzenlemiştir.

Dolayısıyla muâmelât; îman ve ibadetlerden sonra İslâm’ın en ehemmiyet verdiği husustur. Bir müslüman, ferdî hayatını İslâm çizgisinde yaşamak mecbûriyetinde olduğu gibi; içtimâî hayatını, yani diğer insanlarla münâsebetlerini de Allâh’ın emirlerine uygun tarzda düzenlemek zorundadır. Yani İslâm’ı hayatının her safhasına hâkim kılmalıdır. Buna muvaffak olamayan bir kimse, sâlih bir mü’min kıvâmına ulaşamaz.

Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Kötü muâmele sahibi olan kimse, Cennetʼe giremez.” buyurmuşlardır. (Tirmizî, Birr, 29/1946)

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle der:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız.

–Konuştuğunda doğru söylüyor mu?

–Kendisine bir şey emânet edildiği zaman emânete riâyet ediyor mu?

–Dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu?

İşte bunlara bakınız.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)

Yine bir kişi Hazret-i Ömer’in yanında başka birini methediyordu. Ömer -radıyallâhu anh- ona:

“–Methettiğin kişiyle hiç yolculuk yaptın mı?” diye sordu. O:

“–Hayır.” dedi.

“–Alışveriş gibi ictimâî bir muâmelen oldu mu?”

“–Hayır.”

“–Peki sabah-akşam ona komşu oldun mu?”

“–Hayır.”

Bu cevaplar üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle dedi:

“–Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim ki sen onu tanımıyorsun!” (Gazâlî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, III, 312)

Velhâsıl, gerçek bir mü’min, ferdî hayatındaki ibadetlerine titizlik göstermek durumunda olduğu gibi, içtimâî muâmelelerinin düzgün olmasına da gayret göstermek mecbûriyetindedir.

İslâm’ın muâmelâtla ilgili hükümleri, fıkıh kitaplarında bütün tafsilâtıyla îzah etmiştir. Bu hükümler sâyesinde dünya hayatı nizam kazanır, müslim veya gayr-i müslim bütün insanlar, haksızlık ve zulümlerden muhafaza edilirler.

Yahudilerin İbadet Anlayışı

Yahudîler, îtikad esaslarını tahrif ettikleri gibi, ibadet hayatını da kendi arzularına göre şekillendirmişlerdir.

Yahudîlik, bir nevî “ritüeller dîni” olarak târif edilmektedir. Yahudîlikʼteki dînî uygulamalar ya beşerî hayattaki çeşitli safhalarla ya da dînî takvimle alâkalıdır:

‒Erkek çocukların doğumlarının sekizinci gününde sünnet edilmesi,

‒Ergenlik çağına gelen erkek çocuklar için yapılan dîne giriş merâsimi (Bar Mitzvah),

‒Kızlar için dîne giriş merâsimi (Bat Mitzvah),

‒Yılbaşı bayramı (Roş ha-şana),

‒İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışını temsil eden bayram (Pesah) gibi…

Yahudîlikʼte ferdî ibadet evlerde, cemaatle ibadet ise sinagogda/havrada icrâ edilir. Sinagogda icrâ edilen en önemli ibadet, Şabat’tır. Bu ibadette en önemli an, Tevrat rulolarının bohçalar içerisinden çıkarılması ve haham tarafından okunmasıdır. Lâkin bir düzen ve disiplin yoktur. Herkes canının istediği gibi ilâhîlere katılır, havranın içinde dolaşır, birbiriyle konuşur ve okunanlara kayıtsız kalabilir.[1] Zaten onlara göre sinagog/havra, bir mâbedden ziyade toplantı yeridir.

‒Şabat ibadeti cumartesi günü yapılır ve o gün sadece ibadetle meşgul olunur.[2]

Yahudî ibadet ve muâmelâtında, akla ve mantığa ters başka uygulamalar da bulunmaktadır:

  • Esasen kadın-erkek ayrımı olmaksızın bütün insanlar kulluk için yaratılmışken, Yahudîlikʼte kadın ibadetle yükümlü değildir. Cemaatle îfâ edilen ibadetlere kadınlar katılamazlar. Sadece sinagogda arkalarda ya da üst katlarda ibadetleri izleyebilirler.

Hattâ Yahudîlikʼte kadın, özel hâllerindeyken kirli kabul edilir. Ona ve onun kullandığı eşyalara dokunan da kirli sayılır. Çektiği doğum sancısı da; Cennetʼte yasak meyveyi yemesi ve eşine de yedirmesi sebebiyle, Tanrıʼnın emrine itaatsizliği yüzünden kadına verilmiş bir ceza olarak görülmektedir. (Bkz. Tekvin, 3/16)

Yine yahudî bir erkek, günlük yaptığı duasında, kendisini kadın olarak yaratmadığı için Tanrıʼya şükreder.

  • Evlilik merâsiminde gelin ve damat, ortak kaderlerini temsîlen, bir bardak şarap içerler. İnsan fıtratını bozan, aklı iptal eden, en mühimi de hak dînin özüne aykırı bir durum olan alkol kullanmayı dînî bir vecîbe olarak görmek, ne kadar da abestir!
  • Yahudîlikʼte evlenen çiftler “Ketuba” denilen bir evlilik sözleşmesi imzalar. Kadının hiçbir şartta boşama hakkı yoktur. Boşanmak isteyen kadın, ancak kocasından “get” denilen bir boşama kâğıdı almak zorundadır. Bugün haklı bir sebebe dayansa bile boşanmak isteyen birçok kadın, kocasından bu kâğıdı alamadığı için büyük mağduriyetler yaşamakta ve yahudî mahkemelerin çoğu, bu dâvâlarla meşgul olmaktadır. Bugün bu tür kadınlara “zincirlenmiş” mânâsına gelen “aguna” denilmektedir.
  • Yahudîlikʼte soy, anneden devam eder. Baba tarafından yahudî olanlar, tam yahudî sayılmazlar.[3] Yakın zamana kadar sonradan yahudî olmaya izin verilmiyordu. Ancak bugün ABD’de belli şartlarda, özellikle de reformist yahudîler arasında buna izin verilmektedir.
  • Yahudîler, ölünün ardından, üst başlarını yırtacak şekilde günlerce süren yas merâsimleri düzenlerler. Hayatın bir hakîkati olan ölüme isyan mânâsı taşıyan bir uygulamanın, ibadet olarak icrâ edilmesi nasıl kabul edilebilir?!
  • Diğer bir tuhaf ibadet de Kapparot (keffâret) âyinidir. Bu âyin, kişinin günahlarının sembolik olarak tavuk ya da horoz cinsinden bir kümes hayvanına yüklenmesidir. Akl-ı selîm sahiplerinin kabul edemeyeceği bu uygulama şöyledir:

Kişinin “Bu hayvan benim bedelimdir, benim kefâretimdir. O ölümle yüzleşecek, ancak ben uzun ve iyi bir hayata, selâmete kavuşacağım.” diyerek bir horoz veya tavuk adamasıdır. Bu hayvan, kişinin başı üzerinde üç kez döndürüldükten sonra, ehil biri tarafından kesilir. Bağırsak vb. iç organları kuşların yemesi için çatılara atılır. Horoz veya tavuğun etleri ise ihtiyaç sahiplerine, fakirlere dağıtılır.

Bu uygulamanın Süleyman Mâbedi yıkılmadan önce icrâ edilmekte olan “günah keçisi” âyininin yerine ikāme edildiği bilinmektedir.

Yahudîlere göre Tanrı Yahova; geçmişte Hazret-i Hârun’un kavmi için buzağı heykeli yapma(!) günahının bağışlanması ve oğulları ile kavminin çeşitli isyanlarının affedilmesi için, Hazret-i Mûsâ’dan kefâret kurbanı sunmasını istemiştir.

Bu hâdisede; biri boğa, ikisi teke (erkek keçi) olmak üzere üç kurbandan söz edilmektedir. Boğa, Hazret-i Hârun ve âilesi için sunulup kesilecek, kurʼa ile belirlenen iki tekeden biri, doğrudan Rab Yahova için sunulup kesilecek, diğer teke ise İsrâiloğullarıʼnın günahına kefâret olarak çöle salıverilecektir. (Bkz. Levililer, 16/5-10, 20-21)

Menşei Hazret-i Hârun’a dayandırılan bu ibadet, Süleyman Mâbedi’nin ayakta olduğu dönemlerde yapılmıştır. Bununla murâd edilen; güyâ keçinin İsrâiloğullarıʼnın günahlarını yüklenip çöle götürmesi, böylece yahudîlerin günahlarından arınmasıdır. Günahlar, bir nevî günah îtirafı şeklindeki bir âyinle keçiye yüklendikten sonra, hayvana kırmızı bir kurdele bağlanır ve çöle gönderilirdi. Halk arasında kullanılan “günah keçisi” tâbirinin, bu âyinden kalmış olabileceği düşünülmektedir.

Aslı bile mantık dışı olan bu âyindeki günah keçisinin, mâliyeti daha ucuz olan horoza dönüştürülmüş olması da; yahudîlerin dîne nefislerinin arzusuna göre nasıl müdâhale ettiklerini gösteren, bir başka misâldir.

Bu zikredilen dînî âdet ve gelenekler, ana akım yahudîlik için söz konusudur. Zira yahudîler içinde, dînin emir ve yasakları hususunda gerekli ihtimâmı göstermeyen, seküler ve modernist gruplar da bulunmaktadır.[4]

Hristiyanların İbadet Anlayışı

Hristiyanlar evvelâ konsillerle dînin akâidini beşer aklıyla şekillendirdiler. Ardından da dînin içini boşaltıp onu bir hayat nizâmı olmaktan çıkarttılar.

Daha evvel de ifade ettiğimiz gibi Hristiyanlık, ilk darbeyi Pavlus’tan yedi. Pavlus, Tevrâtʼa, yani Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın şerîatine “eski ahid” diyerek onun artık eskimiş, yani hükümsüz kalmış olduğunu, hristiyanların tanrılarıyla “yeni bir ahit” yaptıklarını söyledi.

“‒Siz; Baba, Oğul ve Rûhu’l-Kudüs’e, yani teslîse inanın, gerisini bırakın dedi. Tevrât’ın muâmelâtı/ahkâmı sizin üzerinizden kalkmıştır! Ahkâm, kanun çıkarma işi Sezarʼa aittir.” dedi.

Yani siz canınızın istediği gibi rahatça yaşayın. Sizin dünyevî hukukunuzu da krallar tesis edecek, dedi. Bu da hem kralların hem de hristiyanların işine geldi. Neticede Hristiyanlık, âdeta bir marka veya yakada taşınan bir rozetten farksız bir duruma düştü.

Son derece kültürlü bir hristiyan rahip olan David Benjamin Keldânî (1866-1930?), kutsal kitapların en eski nüshaları üzerinde yaptığı titiz araştırmalar neticesinde İslâmʼla şereflenmiş ve Abdülehad Dâvud ismini almıştı.[5] Onun şu ifadeleri, Hristiyanlığın amelî cihetindeki tahrîfi çok açık bir sûrette hulâsa etmektedir:

“Namaz kaldırıldı, yerine âyin geldi.

Oruç kaldırıldı, yerine perhiz geldi.

Sünnet kaldırıldı, yerine vaftiz geldi.”

Bütün bunlara ilâveten; tesettürün sırf râhibelere tahsîs edildiği, ibadetlerin haftada bir güne hasredildiği, ilâhî hükümlerin devre dışı bırakılarak yerine beşerî hukukun ikāme edildiği, açıkça görülmektedir.

Yahudîlikʼte olduğu gibi Hristiyanlıkʼta da ibadet mevzuunda mâkul sayılamayacak pek çok uygulama mevcuttur. Meselâ:

  • Hristiyanlığın kutsal kitabında Hazret-i Îsâ tarafından tavsiye edilmiş herhangi bir ibadet uygulamasının bulunmaması, sadece kalben duâ etmenin ibadet olarak zikredilmesi abes değil midir? Hâlbuki peygamberler, insanların ibadet hayatını da tanzîm etmek üzere gönderilmişlerdir. Hazret-i Îsâʼyı -hâşâ- bir tanrı olarak kabul ettikleri düşünülürse, bu defa da tanrının kullarından beklediği ibadetleri bildirmemiş olması düşünülemez.
  • Dînin târihî seyri içinde ibadetlerin farklılık göstermesi ve Vatikan’ın zaman zaman duâ ve âyin konusunda değişiklikler yapabilmesi, dînin amelî yönüne dâir tahrîfin en büyük delillerinden biridir.
  • Evharistiya,[6] papazın şaraba batırdığı ekmeği kiliseye gelenlere sunmasıyla icrâ edilen bir âyindir. Hristiyanlara göre bu ibadet(!), Hazret-i Îsâ’nın çarmıha gerilmeden önce havârîleri ile yediği son akşam yemeğini (Aşâ-i Rabbânî) temsil eder. Burada şarap, Hazret-i Îsâ’nın kanını, ekmek ise etini sembolize eder. Hristiyanlar, şaraba batırılmış ekmeği yemekle Hazret-i Îsâ’nın mânevî vücûduna iştirâk etmiş ve bir nevî onunla bütünleşmiş olduklarına inanırlar.

Katolikler bu âyinle birlikte ekmek ve şarabın aslî hüviyetini yitirerek gerçekten Îsâ’nın etine ve kanına dönüştüğünü söylerler. Ortodokslar da bu hususta Katoliklerle aynı kanaati paylaşırlar. Protestanlar ise kendi aralarında bu dönüşümün kısmen mi yoksa sembolik mi olduğu meselesini hâlen tartışmaya devam etmektedirler.

Bütün bu tartışmalar bir tarafa; sarhoşluk vererek aklı baştan gideren ve birçok kötülüğün anası olan şarabın bir ibadet unsuru olması tuhaf değil midir?

  • Noel/Christmas, Batı Kiliseleri tarafından 25 Aralık’ta, bazı Doğu Kiliselerince 6 Ocak’ta, Hazret-i Îsâ’nın doğumu vesîlesiyle kutlanan bir bayramdır. Dindar hristiyanlar bu günleri kilisede ibadetle geçirmeye çalışırlar. Ancak günümüzde bu tarihlere yakın olan putperest kökenli yılbaşı kutlamaları, bu dînî günlerin hâtırasını gölgede bırakmış görünmektedir. Nitekim yılbaşı gününde hristiyan bir aziz sayılan Noel Baba, âdeta bu kutlamalara meze yapılmıştır.

Bu gibi ibadetlerin, nefsânî taşkınlıklarla icrâ edilerek eğlence vesîlelerine dönüştürülmesi; kendi hevâ ve heveslerine göre bir hayat yaşama zaafına sahip insanların, dîne nasıl müdâhale ettiklerinin bâriz bir göstergesidir. Hâlbuki ibadetlerin ulvî ve uhrevî gâyelerle, huşû ve takvâ duyguları içinde îfâ edilmesi gerekmez mi?

  • Hristiyanlıkʼtaki aforoz uygulaması da, kilise hukukuna göre suçlu görülen bir hristiyanın, yetkili şahıslar tarafından dinden çıkarılmasıdır. Böyle bir yetkiyi kim kime verebilir?..
  • Vaftiz, kilisede kişinin suya batırılması veya üzerine su serpilmesi gibi yollarla yapılan bir âyindir. Hristiyanlıkʼta her insan günahkâr doğar. Çünkü Hazret-i Âdem, Allâh’ın emrine uymamış ve Cennet’ten çıkarılmıştır. Bu günah, bütün insanlarda aslî günah olarak devam etmektedir. Vaftiz âyininde suya batmak sûretiyle kişinin bu aslî günahtan temizlenmiş ve yeniden doğmuş olduğu kabul edilir.

Hristiyan olabilmek için, vaftiz olmak ilk şarttır. Vaftiz âyini, “Baba, Oğul ve Kutsal Ruh” adına yapılır ve vaftizle kişinin Hazret-i Îsâ’nın mânevî vücûduna iştirâk ettiğine inanılır.

Vaftiz olmadan ölen kişi, ezelî günahtan temizlenmediği için, günahkâr olarak ölmüş kabul edilir. Ezelî günah anlayışı, insanı işlemediği bir hatadan dolayı mes’ûl tutmaktadır. Hâlbuki suçun şahsîliği, kimsenin bir başkasının cezâsını çekmek zorunda olmadığı, en tabiî hak-hukuk ve adâlet umdesidir. Dolayısıyla ezelî veya aslî günah anlayışını ilâhî adâlet inancıyla teʼlif edebilmek, nasıl mümkün olabilir?

  • Günah çıkarma, kişinin, günahını îtiraf etmesi ve papazın da bunu para karşılığında (parası olmayanın kiliseye hizmet etmesi mukâbilinde) affetmesi neticesinde Tanrı tarafından da bağışlandığına inanılan bir âyindir.

Hristiyanlıkʼta, kişinin kendi başına ve aracısız olarak tevbe edemeyeceği, bu hususta yegâne yetkili makamın kilise olduğu iddiâ edilmektedir.

Yine bazı hristiyan din adamlarının görüşüne göre; günahların bir dünyevî bir de uhrevî yönü vardır. Uhrevî yönünü ancak Tanrı affedebilirse de dünyevî tarafının affı için mutlakâ bir râhibin huzurunda günah îtirafında bulunmak gerekir.[7] Bu îtiraf, bazen toplu hâlde de yapılır. Günah işleyenlerin ömürlerinde en az bir defa günahlarını kilisede papazlara îtiraf edip tevbe etmeleri gerekir.

Hristiyanlara göre kilise, en büyük otoritedir ve günahları bağışlama hakkına sahiptir. Onlar bu hakkın, çarmıha gerilerek insanlığın affı için kendini fedâ ettikten sonra yeniden dirilen Îsâ Mesih tarafından havârîlere verildiğine, onlardan da papazlara geçtiğine inanırlar. Nitekim Matta İncili’nde şöyle yazar:

“Göklerin melekûtu anahtarlarını sana vereceğim; yeryüzünde bağışlayacağın her şey, göklerde bağışlanmış olur ve yeryüzünde çözeceğin her şey, göklerde çözülmüş olur.” (Matta, 16/19)

Peygamberler bile her dâim Allah’tan af dilemiş ve ilâhî affa nâil olamama endişesi taşımışlarken, bir papazın af yetkisine sahip olduğunu düşünmek ahmaklık değil midir? Böyle bir uygulama, papazın kim tarafından affedileceği suâlini akla getirmez mi?

Ayrıca Îsâ Mesih insanlığın affı için kendini fedâ etmişse, bugün insanların günahlarını çıkardıklarını söyleyen papazlar niçin kendilerini feda etmiyor veya herhangi bir fedakârlıkta bulunmuyorlar?

Üstelik papazlarda böyle bir af yetkisinin bulunduğuna inanmak, insanoğlunun bu dünyaya kulluk imtihanı için gönderilmiş olduğu hakîkatiyle de tezat teşkil etmez mi? Zira papazların af yetkisine güvenenler, hiçbir ilâhî emre uymaya, hiçbir ilâhî yasaktan da sakınmaya lüzum görmezler.

Dolayısıyla muharref Hristiyanlık, nefislerin istediği gibi yaşamaya zemin hazırlamak sûretiyle de insanlığı âdeta ifsâd etmektedir.[8]

Velhâsıl, muharref Hristiyanlık, beşerî müdâhaleler neticesinde içi boşaltılmış bir din olduğu için; onun inanç, ibadet ve muâmelât gibi her sahası, âdeta tenâkuzlar, boşluklar ve nizamsızlıklar sergisi hâlindedir.

İnsanların günahkâr olarak doğup vaftizle o günahtan temizleneceğine inanılması ve kendileri bile günahtan sâlim olamayan papazların, başkalarının günahlarını çıkarmaları gibi uygulamalar, bu tuhaflık ve mantıksızlıkların belki de en basit tezâhürleridir.

Burada, Necip Fâzıl Kısakürek’ten dinlediğim bir hâtırayı nakletmek isterim:

Meşhur İngiliz tarihçi Toynbee, Mısır’a gider. Kendisi aynı zamanda sosyolog olduğu için, garip bir dilencinin yanına yaklaşır ve:

“‒Sana para versem ne yaparsın?” diye sorar. Dilenci de:

“‒Senin için Allâh’a duâ ederim.” der.

“‒Peki, senin duânı Allah kabul eder mi?” diye tekrar sorar Toynbee. O dilenci de der ki:

“‒Beyim; ben duâ ederim, gerisine karışmam. Allah dilerse kabul eder, dilerse etmez.”

Toynbee bunun üzerine şöyle der:

“‒Bizim tahsilli dediğimiz papazlar kendileri gibi bir insanın günahını çıkardıklarını söylüyorlar. Burada ise bir dînin en garip insanı; «Allah dilerse kabul eder, dilerse kabul etmez.» diyor.”

İşte İslâm’ın muharref dinlerden farkı... Hem de her ferdine kazandırdığı şuur ile...

Bir başka misal:

Bir kilise mensubuna sorulur:

“–Bir insan, günah işleyince ne yapmalı?”

“–Papaza gitmeli, para vermeli ve günah çıkarmalı.”

“–Peki ya tekrar işlerse?”

“–Yine gelir, yine para verir. Papaz onu yine affeder.”

“–Peki, eğer işlediği günahın içinde kul hakları, kamu hakları da varsa? Bunu papaz nasıl affedecek?”

Cevap yok!..

Sormak gerek:

Bir kul, diğer bir kulun Allâh’a karşı işlediği günahını nasıl affedebilir? Kendisine karşı yapılmış bir haksızlığı, hırsızlığı, saldırıyı, ağır bir zulmü, bir başkasının cezasız bir şekilde affetmesine kim râzı olabilir?

İşte bugünkü tahrif edilmiş Hristiyanlık, böyle mantık dışı uygulamaların kendine alan bulabildiği bir yapıya bürünmüş hâldedir. Fakat Hristiyanlığın bu mes’ûliyetsiz hâli, nefsânî hayatı rahatça yaşayabilmeye imkân tanıdığı için de, pek çok mensubuna câzip gelmeye devam ediyor.

Fransız bir misyoner iken İslâm’la şereflenen, hattâ daha sonra kitaplarımızı Fransızca’ya tercüme eden Musa Belfort, bir görüşmemizde şöyle anlatmıştı:

Ben, Afrika’da bir câminin önünde İncil dağıtıyordum. Câmiye gelip giden müslümanlara:

“–Bakın, siz câmiye gidiyorsunuz ama esas din budur.” diyerek onları Hristiyanlığa çağırıyordum. Bana bir müslüman geldi ve:

“–Burada bu İncil’leri teşhir ediyorsun ama, sen hiç Kur’ân-ı Kerîm’i okudun mu?” dedi. Ben:

“–Hayır, okumadım.” deyince;

“–O zaman git câmiden Kur’ân-ı Kerîm’in Fransızca meâl ve tefsirini al ve onları okuduktan sonra bu İncil’leri dağıt.” dedi.

Ben de kendi kendime;

“–Doğru, İslâm hakkında düzgün bir mâlumâtım yok.” dedim ve Kur’ân-ı Kerîm’i incelemeye başladım.

Hristiyanlık’ta kafama takılan bazı meseleler vardı. Biri günahın teselsül etmesiydi.

“Nasıl olur da Hazret-i Âdem u ile Havvâ Vâlidemiz’in günahı sonraki nesillere teselsül eder, niye her insan günahkâr doğar? Bir insan başkasının günahından dolayı nasıl suçlanabilir? Vaftiz ve günah çıkarma nasıl insanı temizleyebilir? Bu mantıken nasıl olabilir?..” gibi birçok sual, zihnimi meşgul ediyordu.

Kur’ân-ı Kerîm’in sayfalarını çevirdikçe kalbimi ve zihnimi kurcalayan daha pek çok suâlin cevaplarıyla karşılaştım. Çok etkilendim ve müslüman olmaya karar verdim.

Sonra eve gittim. Hanımım da misyonerdi. Kararımı açıklayınca bana bağırıp çağırdı; “Senin içine şeytan girmiş!” dedi. Beni evden kovdu. Ben de teşkilâta gittim ve müslüman olduğumu söyleyip misyonerlik vazifemi bıraktığımı bildirdim. Bana;

“–Sen aklını mı kaçırdın? Seni bir psikiyatriste gönderelim.” dediler. Ben de;

“–Bilâkis şimdi aklım başıma geldi.” dedim.

Hanımı iknâ ederim ümidiyle tekrar eve gittiğimde, eşyalarımı kapıda buldum. Afrika’da bir garip gibi kalıvermiştim.

İşte hidâyet yolculuğunu bize böylece hulâsa eden bu kardeşimize sordum:

“–Bugün Hristiyanlığın içi boşaldı; doğru-dürüst bir akîde, ibadet, muâmelât, ukûbat yok, âdeta bir tabela dîni hâline geldi, ismi var cismi yok, cemaatsiz kalan kiliseler satışa çıkarılıyor. Evet, belli bir zümrede İslâmiyet’e yöneliş oluyor ama, bu niye büyük kitleler hâlinde gerçekleşmiyor?”

Dedi ki:

“–Çünkü İslâm rûha huzur veriyor ama tatbikâtı için de bazı gayret ve fedakârlıklar gerekiyor. Hristiyanlık ise bomboş! Ne doğru dürüst bir ibadet hayatı var, ne de günahları önleyici herhangi bir müeyyidesi. Her şey serbest.

Müslümana ise günde beş vakit namaz var, sonra oruç var, zekât var, infak var, cömertçe paylaşmak var. Bunun yanında içki, kumar, iffetsizlik yasak; ahlâkî, ticarî, hukukî hükümler var. Bunların hiçbiri bugünkü Hristiyanlık’ta yok. Bu da nefse hoş geliyor…”[9]

Bugün Hristiyanlık’taki boşluk ve tenâkuzlar, ruhlarda tatminsizlik doğuruyor. Bilhassa mütefekkir dimağları tatmin edemiyor. İnsanlar Hristiyanlık’ta birtakım defolar bulmaya başlayınca, bu sefer ateizm, deizm ve agnostisizme kaymaya başlıyorlar.

Bununla birlikte, hakikî saâdeti arayan ve sırât-ı müstakîme tâlip olan nice insan da, dünyanın öbür ucunda bile olsa İslâm’ı araştırıyor, inceliyor, onun dünya nizâmındaki üstünlüğünü, hayat ve kâinâtı îzah tarzındaki mükemmelliğini görerek hidâyetle şerefleniyor.

Dipnotlar:

[1] Nitekim yahudîlerin mâbedlerindeki bu düzensiz tavırlarına izâfeten, her kafadan ayrı bir sesin çıktığı gürültülü mekânları ifade sadedinde “havraya çevirmek” tâbiri Türkçemizde de meşhur olmuştur.

[2] “Yahudîlerde ibadetlerin bir kısmı mâbed merkezli idi. Bu mâbed (Süleyman Mâbedi) M. S. 70 yılında Romalılar tarafından yıkılınca, birçok ibadet askıya alınmıştır. Meselâ mâbedde vazifeli din adamları sınıfı ortadan kalkmış, kurban ibadeti terk edilmiş, yine malın onda birini (öşür) verme zorunluluğu ortadan kalkmış, mâbede dayalı teferruatlı ibadetler sona ermiş, hac yapılamamış, mâbed yerine küçük sinagoglar ihdâs edilmiştir.

Bugün İsrâil’de mâbedin yeniden yapılacağını bekleyen ve kendilerine «Tapınak Dağı İnananları» adını veren bir grup Ortodoks yahudî, mâbedde kurbanlarını yeniden kesmek için kesim kurallarını öğrenmekte ve kesimde kullanılacak âletleri üreterek hazırlık yapmaktadırlar.” (Yasin Meral, “Yahudîlik”, Dünya Dinleri, sf. 79-80)

[3] Yahudî hukukuna (halacha) göre anne-babası yahudî olan veya sadece annesi yahudî olan bir çocuk, doğuştan yahudî sayılır. Annesi yahudî olmayan bir çocuk, yahudî olabilmek için hahamların belirlediği usul ve kâideler çerçevesinde, yahudîliğe giriş merâsimine katılmak zorundadır.

[4] Yahudî geleneğine göre bir yahudî ebediyyen yahudî sayılır. Sonradan deist, ateist, agnostik de olsa, yahut İslâm, Hristiyanlık, Budizm gibi farklı dinlere de girse, yine de “etnik yahudî” sınıfında görülür. Fakat bugünkü reformist / yeniden yapılanmacı yahudîlik anlayışına göre, bir yahudînin yahudî kalabilmesi için, bu dîni benimsemesi gerekir. Başka bir dîne geçtiğinde artık yahudî sayılmaz. Yahudî geçmişine sahip olduğu hâlde artık Yahudîliği yaşamayan, fakat kendisini yahudî kültürüne mensup gören, dindar olmayan, laik yahudîler de bulunmaktadır. Dindar yahudîler, bu tip yahudîlerin diğer kültürler tarafından asimile edileceklerine inanırlar. Bunların dışında bir de Karaim yahudîleri vardır ki bunlar Tevrat’tan başka kaynak tanımazlar, Talmud’u reddedip bidʼat kabul ederler.

[5] “İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Latince ve Farsça bilen Abdülehad Dâvud, müslüman olduktan sonra yazdığı eserlerden İncîl ve Salîbʼde (İstanbul h. 1329) Hristiyanlık’tan ayrılmasının sebeplerini açıklarken, araştırmaları neticesinde, Hazret-i Îsâ’nın çarmıha gerildiği ve daha sonra ölüler arasından kıyâm ettiği şeklindeki telâkkînin sadece bir masal olduğu, ayrıca dört İncil’in Hazret-i Îsâ’nın eseri olmadığı gibi onun zamanında da yazılmadığı, havârîlerin ölümlerinden uzun zaman sonra meydana getirildiği, günümüze de tahrîf edilmiş olarak ulaştığı kanaatini belirttikten sonra; “Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin, Allâhʼın hak peygamberi olduğuna bütün vicdanımla kāil ve mûterif olmaya mecbur kaldım.” diyerek samimî bir îtirafta bulunmuştur.” (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, c. I, sf. 177-178; “Abdülahad Davud” maddesi)

[6] Katolik kiliselerinde her gün yapılan bu âyini, Ortodokslar haftada bir defa yapmayı yeterli görürler.

[7] Bkz. Şinasi Gündüz, “Hristiyanlık” Dünya Dinleri, sf. 138.

[8] Nitekim bu mantıksızlığı kabullenemeyen Protestan hristiyanlar; Papa’nın yanılmazlığını, papazların günah affetme yetkisini, papazlara günah îtirafında bulunmayı reddetmiş, günahları ancak Tanrıʼnın bağışlayabileceğini savunmuşlardır.

[9] Mühtedî kardeşimiz Musa Belfort ile yapılmış olan röportaj için bkz. Altınoluk Dergisi, sayı 217, Mart 2004.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslâm ve Muharref Dinler | 2024, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.