Hak Din İslâm ve Muharref Dinlerde İlah Anlayışı
Hak Din İslâm ve muharref dinlerde ilah anlayışı nedir?
İslâm tevhid dînidir. Allah -celle celâlühû-, zaman ve mekândan münezzeh olan tek bir ilâhtır. Yine Allah Teâlâ, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh, bütün kemâl sıfatlarla muttasıf ve müteâl, yani hayal ve idrâk ötesi bir mükemmellik sahibidir.
İnsan aklı; kâinâtı yoktan var eden Allah Teâlâ’yı kâmil mânâda idrâk edemez. Zira beşerî ilmin yolu; beş duyu, akıl ve kalptir. Bütün bu idrak kâbiliyetlerinin kudreti ise sınırlıdır. Nasıl ki uçsuz bucaksız bir okyanus, küçücük bir bardağa sığmazsa; kudret ve salâhiyeti sınırlı olan vâsıtalarla, bâkî, mutlak, ezelî ve ebedî olan bir varlık da bütünüyle kavranamaz. Sınırlı vâsıtalarla olan idrak, ancak sınırlı olarak gerçekleşebilir.
Nitekim Kurʼân-ı Kerîmʼde şöyle buyrulmaktadır:
“Gözler O’nu idrâk edemez ama O, gözleri idrâk eder. O, en gizli şeyleri bilendir, (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.” (el-Enʻâm, 103)
Bu sebeple Cenâb-ı Hakk’ı zâtı itibârıyla düşünüp tefekkür etmeye kalkışmak, birtakım ham hayaller ve evhamlardan öte bir şey kazandırmaz. Zira gözün bir görme mesafesi vardır, kulağın işitme mesafesi vardır, vücuttaki her âzânın mahdut bir güç ve tâkâti vardır. Aynı şekilde aklın da bir hududu vardır ve onun ötesinde başka âlemler de bulunmaktadır. Aklın mesâfesi aşılırsa cinnet hâli meydana gelir.
Bu sebeple Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“Allah Teâlâ’nın yarattıkları ve nîmetleri üzerinde tefekkür edin, fakat Zât’ı üzerinde düşünmeyin! Zira siz, O’nun kadrini (lâyık olduğu şekilde) aslâ takdîr edemezsiniz.” (Bkz. Deylemî, II, 56; Heysemî, I, 81; Beyhakî, Şuab, I, 136)
İbn-i Arabî Hazretleri de (v. 1240) şöyle buyurmuştur:
“Allah Teâlâ ile alâkalı olarak aklına hangi düşünce gelirse gelsin, bilesin ki Allah Teâlâ onun çok çok ötesindedir.”
Allah Teâlâ, zâtı itibârıyla müteâl, yani idrâk ötesi ve zamandan-mekândan münezzeh olmakla birlikte, kudretiyle kullarına şah damarından daha yakın[1] olduğunu, nerede olurlarsa olsunlar kullarıyla beraber[2] bulunduğunu, kişi ile kalbi arasına girdiğini[3] Kur’ân-ı Kerîm’de beyan buyurmaktadır. Böylece biz kullarına ihsan duygusu, yani biz O’nu göremesek de O’nun bizi her an görüp gözetmekte olduğu[4] şuurunu telkin etmektedir.
Yani İslâm’ın Allah tasavvuru, hem yücelik ve aşkınlık hem de yakınlık ve beraberlik bakımından dengeli bir mâhiyet arz eder. Bu sayede mü’min kendini her an Allâh’ın huzûrunda hisseder.
Diğer taraftan, dikkat edilirse, beşerî veya semâvî bütün bâtıl dinlerde muhakkak bir ulûhiyet inancı vardır. Ancak bu inanç, zaman içinde tevhid muhtevâsının dışına çıkmış olup çeşitli yanlışlıklar arz etmektedir. Bu sebeple İslâm nazarında geçerli kabul edilmezler. Zira onların inancı; kâinâtın yegâne Yaratıcı’sının, noksan sıfatlardan münezzeh, kemâl sıfatlarla muttasıf ve müteâl oluşuyla bağdaşmaz.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin Cenâb-ı Hakʼtan naklettiği şu hadîs-i kudsîde, bu yanlışlıkların bir kısmı şöyle zikredilir:
“Allah Teâlâ şöyle buyurdu:
Âdemoğlu Ben’i yalanladı. Hâlbuki Ben’i yalanlamaya hakkı yoktu.
Âdemoğlu Bana hakaret etti, hâlbuki buna hakkı yoktu.
Ben’i yalanlamasına gelince; öldükten sonra onu tekrar diriltemeyeceğimi iddiâ etmesidir.
Hakaret etmesine gelince; o da bana çocuk isnâd etmesidir. Hâlbuki Ben, eş ve çocuk edinmekten münezzehim.” (Buhârî, Tefsîr, 2/8)
Allah'ın (c.c) Sıfatları
Allah Teâlâ hakkında yegâne sahih îtikad, ancak İslâm’dan öğrenilebilir. İslâm, Allâh’ın ve Peygamberʼinin beyânına bağlı olarak Cenâb-ı Hakk’ın zâtına dâir birtakım sıfatlar bildirir ve bu sıfatlardan herhangi birinin noksanlığını veya bunlara uygun olmayan bir başkasının ilâvesini kabul etmez. Bu sıfatlar şunlardır:
Vücûd: Allah vardır ve varlığı hiçbir şeye muhtaç değildir. Bu itibarla O’na vâcibu’l-vücûd denir. Yani O’nun, var olmama ihtimâli yoktur. Cenâb-ı Hakk’ın dışında bütün varlıklar ise, O’nun yarattığı mahlûkattır ve mümkinü’l-vücûddur. Yani olsalar da olur, olmasalar da…
Kıdem: Varlıkların sebep-netice münâsebetlerine bağlı olarak bir ilk sebepten başlaması, mantıkî bir zarûrettir. Öyle bir sebep ki, var edilmeye muhtaç olmaktan münezzeh ve bizzat var etmeye muktedir olmalıdır. İşte bu sebep, Allah Teâlâ’dır. Dolayısıyla O’nun yüce varlığının başlangıcı yoktur. Her şeyin başlangıcı O’dur. O, kadîm ve ezelîdir.
Bekā: Varlığının sonu yoktur, ebedîdir.
Vahdâniyet: Allah Teâlâ tektir. O’nun; zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde, şerîki (ortağı) ve nazîri (benzeri) yoktur.
Kâinâtın yaratıldığı andan itibâren akıp giden âhenkli seyri, hiç aksamayan hassas nizâmı ve iç içe sonsuz hikmet ve esrârı, her şeyin sadece tek bir kudretin eseri olduğunu göstermektedir. Şayet bu kudret, tek değil de birden fazla olsaydı, irâdeler arasındaki farklılık sebebiyle kâinattaki sonsuz âhenk, emsalsiz nizam ve hikmetler birbirine karışır ve hayat imkânsız hâle gelirdi.
Âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:
“Allah evlât edinmemiştir; O’nunla beraber hiçbir ilâh da yoktur. Eğer öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve mutlakâ onlardan biri diğerine galebe çalardı (birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı). Allah, o (müşriklerin) yakıştırdığı şeylerden münezzehtir.” (el-Mü’minûn, 91)
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de kesinlikle bozulup gitmişti. Demek ki Arş’ın Rabb’i olan Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan münezzehtir.” (el-Enbiyâ, 22)
Kur’ân-ı Kerîm baştanbaşa dikkatli bir nazarla gözden geçirildiğinde görülür ki, Allâh’ın, kullarını mükellef kıldığı hususların en mühimi, zâtı hakkındaki doğru inançtır. Bu inancın en hassas noktası da vahdâniyettir. Bu sebeple İslâm nazarında Allâh’a şirk koşmak, ilâhî gazabı celbeden en büyük günahtır. Kur’ân-ı Kerîm, îtikadda böyle bir sefâlete sürüklenmekten korunmayı sağlayacak îkaz ve irşadlara bilhassa yer vermiştir. Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“(Rasûlüm!) Şüphesiz Sana da Sen’den öncekilere de şöyle vahyolundu: Yemin ederim ki eğer Allâh’a şirk koşarsan, amellerin mutlakâ boşa gider ve hüsrana düşenlerden olursun!” (ez-Zümer, 65)
“Doğrusu Allah Teâlâ, kendisine şirk koşulmasını aslâ mağfiret etmez; bundan başkasını, dilediği kimse için mağfiret buyurur. Kim Allâh’a şirk koşarsa, o büyük bir günah (ile) iftirâ etmiş olur.” (en-Nisâ, 48)
Vahdaniyet İnancı Nedir?
Vahdâniyet inancına dair en küçük bir kusur veya noksanlık, fazîlet ifade eden sayısız amelle dahî telâfî olunamaz. Tıpkı şunun gibi ki, bir insana çokça maddî iyilikler yapılsa, bunun yanında onun şeref ve haysiyetine yönelik bir hakâret veya iftirâda bulunulsa, ona yapılmış olan iyiliklerin, onun nazarında hiçbir kıymeti kalmaz.
Allâh’a şirk koşmak, yani Oʼnun ortağı veya benzeri bir başka ilâh bulunduğunu iddiâ etmek de, O’nun izzet-i ilâhiyyesine karşı affedilmez bir kusur işlemektir. Affedilmeyişinin sebebi de taşıdığı bu mânevî ağırlıktır.
Muhâlefetün li’l-havâdis: Allah Teâlâ’nın eşi ve benzeri yoktur. O, yaratılmış olan, sonradan meydana gelen hiçbir şeye benzemez. Dolayısıyla O, her türlü beşerî sıfatlarla tavsif edilmekten münezzehtir.
Kıyâm bi-nefsihî: Allah Teâlâ, bizâtihî vardır. Ezelden ebede kendi zâtıyla kāimdir. Varlığında hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değildir. Bilâkis var olmak ve varlığını devam ettirebilmek hususunda, her şey O’na muhtaçtır.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak, âlemlerin Rabbi, kâinâtın mutlak Yaratıcıʼsıdır. Her şey, Allah’tan gelir ve nihâî noktada yine O’na döner. Oʼnun bir bedeni veya müşahhas bir şekli olmadığı gibi, -erkeklik veya dişilik gibi- herhangi bir cinsiyeti de yoktur. Zira bunlar, beşerî vasıflardır.
Allahʼtan başka bir varlığa veya eşyaya ilâhlık isnâd etmek, İslâm’ın özü olan tevhîde aykırıdır. En büyük günah da şirktir. Zira tevhîd inancının ortaklığa aslâ tahammülü yoktur.
Rabbimiz, İhlâs Sûresi’nde tevhîd inancının bütün husûsiyetlerini şöyle hulâsa eder:
“(Ey Rasûlüm!) De ki: O Allah (eşsiz, benzersiz) bir tektir. Allah Samed’dir. (Yani her şey Oʼna muhtaçtır, fakat O hiçbir şeye muhtaç değildir.) O doğurmamıştır (hiç kimsenin anası-babası değildir) ve doğurulmamıştır (hiç kimsenin evlâdı değildir). Ve hiçbir şey Oʼna aslâ denk ve benzer olmamıştır.” (el-İhlâs, 1-4)
YAHUDİLİKTE ALLAH ANLAYIŞI
Yahudîlikʼte Allâh’ın isimleri, Yahve (Yahova) ve Elohim’dir. Yahve ismi çok mukaddes kabul edildiği için, yahudîler onun yerine “Efendimiz” mânâsına gelen “Adonay” ismini kullanırlar.
Bugünkü Tevrat’ta Yahve adının geçtiği kısımlara “Yahvist metinler” denilir. Bu metinlerde beşerî hislerle dolu, antropomorfik bir tanrı telâkkîsi açıkça görülür.
Elohim isminin geçtiği metinler de “Elohist metin” diye adlandırılır. Burada, göklerin ardından vahiy gönderen, daha müteâl bir tanrı telâkkîsi mevcuttur.
Yahudîlere göre Yahova, cihan-şümûl bir ilâh değil, sadece yahudî kavminin millî Tanrıʼsıdır. Diğer varlıkları ve insanları da yaratmıştır; lâkin onların yahudîler gibi bir değeri yoktur. Efendi kavim, yahudîlerdir. Zira yahudî din adamlarının yorumuna göre; Tanrı, Tevrâtʼı başka kavimlere de teklif etmiş, fakat onlar bunu kabule yanaşmamış, sadece yahudîler kabul etmiştir. Bunun üzerine Tanrı da yahudîlerle ebedî bir ahit yaparak, onları üstün bir ırk ve seçkin bir halk kılmıştır.
Yahudî din adamlarının kendi yorumlarıyla bozup aslından uzaklaştırdıkları bu “ahit” inancının hak ve hakîkat olan aslî muhtevası, Kurʼân-ı Kerîmʼde şöyle beyân ediliyor:
“Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (sorumluluğundan) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulblerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» demişti. Onlar da, «Evet, şahit olduk (ki Rabbimizʼsin)» demişlerdi…” (el-Aʻrâf, 172)
Yani ilâhî emâneti bütün insanlık kabul etmiştir. Her milletten insan Cenâb-ı Hak ile yapılan ahitleşmenin muhâtabıdır. Yahudîlerin bu ilâhî ahitleşmeyi kendilerine tahsis etme çabaları, yine ırkçı zihniyetlerinin dışa vurmuş şeklinden başka bir şey değildir…
İşte bu bâtıl inancın yahudîler nezdinde revaç bulması, onların ırkî asabiyetleriyle gurur, kibir ve ucba kapılmalarına, dolayısıyla da kendilerinden olmayan milletleri hor ve hakir görmelerine sebebiyet vermiştir.
Hâlbuki gurur, kibir ve enâniyet, mânevî hayatın kanseridir, birçok günah ve isyânın kaynağıdır. Zira kibre kapılan insanlar âdeta ahmaklaşır, nâdanlaşır, ilâhî hakîkatlere karşı sağır ve âmâ kesilirler.
Şeytan da Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-ʼa saygı secdesinde bulunulmasına dâir ilâhî emri işittiği hâlde, bunu gururuna yediremeyip nâkıs aklıyla güyâ bir mantık yürütmüştü. Suçuna kılıf uydurmak için; “Beni ateşten, onu ise topraktan yarattın, ben ondan üstünüm!” diyerek ilâhî emre îtiraz etmişti. Böylece, yaratılıştan gelen hususiyetlerle övünüp başkalarına üstünlük taslamaya dayanan ırkçılık hastalığının da atası olarak ilâhî lânet ve gazaba dûçâr olmuştu.
Bu kibrin âdeta ete-kemiğe bürünerek müşahhas hâle geldiği topluluk, şüphesiz ki kendilerini “seçilmiş millet” ve “Allâh’ın sevdikleri” olarak görüp kendilerinden olmayanları aşağılayan, onlara her türlü zulüm, haksızlık, ezâ ve cefâyı revâ gören “Siyonist Yahudîler”dir.
Bugün Filistin ve Gazzeʼde yaptıkları zulümlerin, işgal ve haksızlıkların, işledikleri insanlık suçlarının, insanlıkla îzah edilemeyecek bir vahşet ve katliam raddesine ulaştığını, yeryüzündeki bütün vicdan, iz’an ve insaf sahipleri görmektedir.
Vaktiyle peygamberleri katledecek kadar haddi aşarak lânetlenmiş olan, kendi hayallerini gerçekleştirmek için dünyayı ateşe vermekten çekinmeyecek kadar kibirden gözü dönmüş bulunan bu eli kanlı kavim, tarih boyunca birçok defa kahr-ı ilâhîye uğramasına rağmen yine de akıllanmamış, günümüzde aynı azgınlıklara yeniden dönmüştür.
Zira Ahmed bin Hanbel Hazretleriʼnin buyurduğu gibi;
“Kibir taşıyan kafada, akla rastlayamazsınız!”
Yeri gelmişken şunu da belirtelim ki; günümüzde yahudî sermayesine ait bazı firmaların pahalı ürünlerini, sırf marka ve moda düşkünlüğüyle satın almak, siyonist vahşetine destek vermek mâhiyetindedir. Müʼminler olarak bu gafletten de titizlikle sakınmalıyız.
Bu hususla ilgili olarak, şu misal ne kadar mânidardır:
Şâfiî fakihlerinden olan İbn-i Abdüsselâm (v. 1262), İslâm dünyasına savaş açmış olan haçlılara silah ve silah yapımında kullanılacak malzeme satışının haram olduğuna ve bunu yapanların zâlim olacaklarına dair bir fetvâ yayınlamıştı. Bu fetvâyı duyan terzilerden biri, İbn-i Abdüsselâm’a gelerek;
“–Haçlılar, bana elbise diktirmeye geliyorlar. Ben haçlılara elbise dikersem bu zulme ortak olur muyum?” diye sordu.
İbn-i Abdüsselâm ise şu ibretli cevâbı verdi:
“–Hayır, sen onların zulümlerine ortak olmazsın. Sana iğne iplik satan zulme ortak olur, sen ise zâlimin ta kendisi olursun!”
Zâlimleri boykot hususunda, Nemrudʼun ateşindeki Hazret-i İbrahimʼe bir damla su taşıyan karınca misâli, en azından safını belli eden hiçbir gayreti küçük görmemek gerekir. Hiç kimse; “Benim yapabileceğim boykottan ne olur ki?!” demeyip, herkes -gücü nisbetinde- mazlumların haklı mücâdelesini dünyaya duyurmaya çalışmalıdır. Zulme sessiz kalmamalı, zâlimleri protesto etmelidir.
Kâfirlere ve zâlimlere karşı çetin ve tâvizsiz olmak, bir îman alâmetidir. Zira Rabbimiz, âyet-i kerîmede, Peygamberʼin yanında bulunanların, dolayısıyla günümüzde O’nunla gönül birlikteliği içinde olanların;
“…İnkârcılara karşı şedîd…” olduklarını bildiriyor. (Bkz. el-Fetih, 29)
Bu tavrı bizim de göstermemiz lâzım.
Namaz kılarken her rekâtta:
“Kendilerine lûtuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yoluna (ilet)…” (el-Fâtiha, 7)
“…Gazaba uğramışların ve sapmış olanların yoluna değil!” (el-Fâtiha, 7) diyerek Rabbimiz’e ilticâ ediyoruz.
Bazı rivâyetlerde, “sapmış olanlar”ın “hristiyanlar”, “ilâhî gazaba uğramış olanlar”ın da “yahudîler” olduğu beyan ediliyor. (Bkz. Müsned, IV, 378; Tirmizî, Tefsîr, 2)
Yahudîlerin ilâhî gazaba uğramalarının sebeplerinden biri, Rabbimiz’in kendilerine gönderdiği bazı peygamberleri hunharca katletmeleridir.
Bugün de, kadın, çocuk, yaşlı demeden, her yaştaki mâsum ve savunmasız mazlumları pervâsızca katleden, hattâ Gazze’de nefes alan her varlığı düşman olarak gören gaddar siyonistler, bütün Dünyaʼya ne kadar zâlim bir yürek taşıdıklarını ifşâ ettiler.
Bu sebeple, bu zâlimlerle en ufak bir ticârî münâsebette bulunmaktan titizlikle kaçınalım. Onlara gidecek her bir kuruşun, müslüman kardeşlerimize bir kurşun olarak döndüğünü, hiçbir zaman unutmayalım. Onların hiçbir şeyine en ufak bir heves duymayalım.
Yahudîlerden ve onlara müzâhir firmalardan, aslâ ve aslâ bir şey satın almayalım. Onların moda, marka, ürün ve hizmetlerini boykot ederek, onlara buğzumuzu fiilen de sergileyelim. Bedava verseler bile onların ürünlerini almayalım ki kalbimiz o zâlimlere meyletmesin…
Diğer taraftan yahudîler, tek ve bir olan Allâh’a inandıklarını söylemektedirler. Fakat bugün mevcut olan Tevrât’ın bazı bölümlerine bakıldığında, Allah inancının birtakım antropomorfik (insansı, beşerî) özellikler taşıdığı açıkça görülmektedir. Her ne kadar yahudî din adamları bu ifadeleri; Tanrıʼnın gücü, kuvveti, meleği vb. şekillerde yorumlasalar da Tevratʼta bu ifadeler o kadar çoktur ki, bu hâliyle tevhidden, müteâl ve âlem-şümûl bir Allah tasavvurundan bahsedebilmek mümkün değildir.
Tevrât’ın da içinde bulunduğu yahudî kutsal kitap külliyâtı olan “Tanak”ta, bu tahrifin birkaç misali şöyledir:
- İsrâîloğulları, Rabʼlerine isyân edip başkaldırdıkları zaman Tanrı, onları bütünüyle helâk etmeye karar verir. Fakat araya peygamberler girerek, Tanrı’yı bu kararından vazgeçirmeye çalışırlar: “Yapma, etme!” derler. Bunun üzerine Tanrı, verdiği karardan vazgeçer. Öyle ki Tanrı’nın, vermiş olduğu helâk kararı ve daha birçok kararından dolayı, sonradan derin bir pişmanlık duyduğu ifade edilir. (Bkz. Tekvin 6/5-7; I. Samuel 15/10, 34; Yeremya, 15/6; Amos, 7/2-6)
- Tevrât’ın Tekvîn bölümünde Tanrı’nın, yanında iki melekle birlikte bir insan sûretinde İbrahim’in yanına gidip ona misafir olduğu ve onlarla birlikte yiyip içtiği, ayaklarını yıkayıp istirahat ettiği anlatılır. Daha sonra Tanrı, meleklerini, Lût Kavmi’ni helâk etmek üzere Sodom ve Gomore’ye gönderir. Fakat bunu İbrahim’e anlatıp anlatmama konusunda tereddüt geçirir, sonunda anlatır. Bunun üzerine İbrahim, içinde bulunan iyi insanlardan dolayı, Lût Kavmiʼni helâk etmemesi konusunda, Rab’le uzun süren bir pazarlığa girişir. (Bkz. Tekvîn 18/1-33)
- Tanrı, insanların çok kötülük yaptığını görünce, onları yarattığına pişman olur ve onları tûfanla helâk eder. Bu sefer de onları helâk ettiği için çok üzülür ve bir daha bu şekilde dünyayı helâk etmeyeceğini söyler. (Bkz. Tekvîn 6/5-7; 8/21-22)
- Yeremya kitabında, İsrâiloğullarıʼnın bitmek bilmeyen isyanları üzerine Tanrıʼnın; “Seni yok edeceğim, artık nedâmet[5] ede ede (sürekli pişman olmaktan) yoruldum!” dediği ifade edilmektedir. (Bkz. Yeremya, 15/6)
- “Tanrı, kâinâtı altı günde yarattı. Yedinci günde de dinlendi.” (Tekvîn, 2/2-3)
- “Git ve kulum Dâvud’a söyle; Rab şöyle diyor: «Oturmam için sen mi bana ev yapacaksın? Çünkü İsrâiloğullarıʼnı Mısır’dan çıkardığım günden bugüne kadar bir evde oturmadım, fakat çadırda ve meskende olarak yürüdüm... Niçin bana Erz ağacından bir ev yapmadınız?»” (II. Samuel, 7/5-7)
- “Ey Sion kızı, büyük bir sevinçle coş! Ey Yeruşalim kızı, bağır! İşte kralınız Rab âdildir ve kurtarıcıdır ve alçak gönüllüdür ve bir eşek üzerine, evet eşek yavrusu sıpa üzerine binmiş, sana geliyor.” (Zekarya, 9/9)
- Tevrat’ta anlatıldığına göre Hazret-i Yâkub, bir adamla karşılaşmış, daha birbirleriyle tanışmadan hemen güreşe başlamışlar; tan yeri ağarıncaya kadar güreşmeye devam etmişler. Sonunda Yâkub -aleyhisselâm- adamı yenmiş ve:
“‒Bırak beni gideyim!” dediği hâlde, güreş tuttuğu kimse onu bırakmamış. Daha sonra o kişi:
“‒Artık sana Yâkub değil, İsrâil denilecek. Çünkü sen, Allah ile ve insanlarla uğraşıp onları yendin!” demiştir.
Bunun üzerine Hazret-i Yâkub:
“‒Tanrıʼyla yüz yüze görüştüm, ama canım bağışlandı.” diyerek o yerin adını “Peniel” (Tanrıʼnın yüzü) koymuştur. (Bkz. Tekvîn, 32/22-30)
Yahudî din âlimleri, Eski Ahid’de yer alan bu tür kıssaları, değişik şekillerde yorumlama ve te’vil etme yoluna gitmişlerdir. Nitekim bu hâdise, Tevrat tefsirlerinde; “Yâkub’un güreştiği kişi Tanrı değil, Tanrı şeklinde gözüken bir melektir.” denilerek te’vil edilmiştir. Durum böyle olsa bile, bu sefer de yaratılmış bir varlığın Tanrı şekline girebileceği düşüncesi ortaya çıkar ki, bunun da te’vili mümkün değildir.
Buna benzer bir düşünce Hinduizm’de de vardır. Orada da Tanrı, bir insan veya hayvan şekline bürünerek yeryüzüne inmiştir. Bu inanç Hinduizm’de “Tanrı’nın Avatarası” şeklinde ifade edilmektedir.
Görüldüğü üzere, yahudî kutsal kitaplarında, Allâh’a açıkça; hatâ etmek, pişman olmak, âcizlik, yorulup dinlenmeye ihtiyaç duymak gibi insanlara ve mahlûkâta âit pek çok vasıf izâfe edilmektedir. Bu ise, kemâl sıfatlardan mahrum ve noksan sıfatlara sahip bir ulûhiyet inancının ifadesidir.
Bütün bu konular, yahudî din adamlarınca ne kadar te’vil edilirse edilsin, tahrîfin te’vil götürmediği, kendiliğinden anlaşılmaktadır.
Bugün birçok kutsal metin uzmanı, Tevrat kıssalarındaki antropomorfik tanrı inancının arka planında, eski Mısır ve Bâbil’de görülen putperest ve efsânevî tanrı inançlarının tesirleri bulunduğunu ve bu inançların hem yahudîleri hem de Tevrat yazarlarını etkilediğini ifade etmektedir.
Yahudîlikʼteki ilâh telâkkîsiyle ilgili bir başka mesele de, Kurʼân-ı Kerîm’de de ifade edildiği üzere; “Üzeyir, Allâh’ın oğludur!” demeleridir. (Bkz. et-Tevbe, 30-31)
Yahudîler bugün bunu kabul etmeseler de yahudî tarihinde İbrânîce telâffuzuyla “Ezra” denilen çok önemli bir dînî şahsiyet bulunmakta ve Eski Ahid külliyâtı içinde Ezra adıyla bilinen bir kitap yer almaktadır.[6]
Mîlattan önce 6. yüzyılda yahudîlerin sürgün döneminde kaybolmuş olan Tevrât’ı tekrar derleyip topladığı için, yahudîler Üzeyir’e aşırı bir tâzimde bulunmuşlardır. Kimileri Ezra’ya “ikinci Mûsâ” demişler ve hattâ bazıları daha da ileri giderek, “Üzeyir Allâh’ın oğlu olmasaydı, Tevrat kendisine verilmezdi.” diyerek kendisine “Allâh’ın oğlu” yakıştırmasında bulunmuşlardır. Kurʼân-ı Kerîm, yahudî tarihindeki bu hâdiseye atıfta bulunarak onların iddiâlarını reddetmiştir.[7]
HRİSTİYANLIKʼTAKİ İLAH ANLAYIŞI
Hristiyanlıkʼta ise teslis inancı vardır. Teslis, hristiyanların “Baba, Oğul ve Rûhu’l-Kudüs” üçlüsünden oluşan ulûhiyet inancını ifade etmektedir.
“Üçleme” mânâsına gelen “teslîs”in Batı dillerindeki karşılığı, “trinite”dir. Trinite kelimesi, İncil’lerin hiçbir yerinde geçmez. Bu tâbir, Hristiyanlık tarihinde ilk defa M. S. 2. asırda Tertüllian tarafından kullanılmıştır.
Hristiyanlığın dayandığı Eski Ahid’de var olan tevhîd inancı, İskenderiye, Hint ve Yunan kültürlerinin etkisiyle, zaman içinde tevhîde aykırı bir şekle dönüşmüştür. Bu hususta Hristiyanlık ilk darbeyi de Pavlus’tan yemiştir. Zira Pavlus, Hazret-i Îsâ sonrasında Hristiyanlığı Yunan felsefesinin tesiri altında yorumlamış ve bir bakıma bugünkü Hristiyanlık anlayışının da mimarı olmuştur. Pavlus, şerîati kaldırarak;
“İnsanın, Mukaddes Yasa’nın, yani şerîatin gereklerini yaparak değil, Îsâ Mesîh’e îman ederek kurtuluşa erebileceğini”, dolayısıyla Hazret-i Mûsâʼnın şerîatine uymak gerekmediğini söylemiştir. (Bkz. Yeni Ahid, Galatyalılara Mektup 2/16)
Yine o, şerîatin bir hükmü olan sünnet olma konusunda da;
“Bakın, ben Pavlus size diyorum ki, sünnet olursanız Mesîh’in size hiç yararı olmaz. Yararlı olan şey, sevgiyle etkisini gösteren îmandır.” demiştir. (Yeni Ahid, Galatyalılara Mektup 5/2, 4, 6)
Yani tahrif edilmiş Hristiyanlık, âdeta Îsâ Mesîhʼin, Tanrıʼnın oğlu olduğuna inanmayı, ebedî kurtuluş için kâfî görme fikri üzerine inşâ edilmiştir. Yeni Ahid’de bulunan bu inanca göre, Îsâ Mesih hem Tanrıʼnın oğlu, hem de insanlığın kurtarıcısıdır. Tanrı, insanlığı Hazret-i Âdem ile Hazret-i Havvâ’nın işlediği günahtan kurtarmak üzere, biricik oğlunu yeryüzüne göndermiş ve o, bu günahın kefâreti olmak üzere çarmıha gerilmiştir.
Günümüzde hristiyanlar, teslîse dâir yapılan îtirazlar karşısında birtakım te’villere başvurmaktadırlar. Baba, Oğul ve Rûhuʼl-Kudüs adı altında “üç kişilikte tek bir Tanrı”nın varlığını tasdik ettiklerini söylemektedirler. Buna göre;
‒Baba, kâinâtı yaratmıştır.
‒Oğul, insanlığın günahına kefâret olmak üzere insan bedenine girip kendini çarmıhta fedâ etmiştir.
‒Rûhuʼl-Kudüs ise ilâhî sevgi ve yardımı, Tanrıʼnın mesajlarını insanlara iletmekle vazifeli sayılmıştır.
Bu izahlar, var olan şirk problemini çözüme kavuşturamayacağı gibi, teslîsi de tevhîde dönüştüremez. Zira onlar; “Tanrı, üç şahısta tek bir tabiata/cevhere sahiptir.” derler ve bu üç unsurun her birini ilâhlıkta müşterek kabul ederler.
Nitekim 4. yüzyılın başlarında yapılan konsillerde, bir insan olan Hazret-i Îsâ’nın nasıl tanrı olacağına dair pek çok tartışma yaşanmıştır. 325’teki İznik Konsili’nde alınan kararla Hazret-i Îsâ’nın, biri tamamen ilâhî, diğeri de bütünüyle beşerî iki ayrı tabiata sahip olduğu (diofizit) kabul edilmiştir. Bunun aksini savunan ve Hazret-i Îsâ’nın beşer olduğunu vurgulayan Aryüsçüler aforoz edilmişlerdir.
Rûhuʼl-Kudüsʼün ilâhlığı hususu ise 381’deki İstanbul Konsili’nde kabul edilerek teslis inancı tamamlanmıştır.
Yani dînin özünü ve esâsını teşkil eden ulûhiyet inancı, Hristiyanlıkʼta, bu dîni tebliğ eden Hazret-i Îsâ’dan ancak dört asır sonra, insanlar eliyle tespit edilmeye çalışılmıştır. Yani Hristiyanlıkʼta tanrının kemmiyet ve keyfiyetine kullar karar vermiştir.
Ancak bu husustaki tartışmalar bitmek bilmemiş, ilerleyen yıllarda bu sefer de teslîsin unsurlarının mâhiyeti, birbirleriyle münâsebetleri gibi meseleler, birçok ihtilâf ve ayrılıkları tetiklemiştir.
Nitekim 451ʼdeki Kadıköy Konsili’nde Hazret-i Îsâ’da tek bir tabiatın bulunduğu (monofizit), onun da tanrılık tabiatı olduğunu savunan Doğu Kiliseleri (Ermeni, Habeş, Kıptî ve Süryanî Kiliseleri)ʼnin sapkın olduğu îlân edilmiştir.
Buna mukâbil İstanbul ve Roma Kiliseleri, Hazret-i Îsâ’da hem insanî hem de ilâhî olmak üzere iki tabiatın (diofizit) aynı anda var olduğunu kabul etmişlerdir. Monofizit ve diofizit olarak ayrılan bu iki grup, birbirlerini kâfir îlan etmişlerdir.
Bundan beş asır sonra 1054’de, bu defa da Rûhuʼl-Kudüsʼün kimden çıktığı meselesi, büyük bir tartışma mevzuu olmuştur. İstanbul Kilisesi onun “baba tanrı”dan çıktığını savunurken, Roma Kilisesi hem “baba”dan hem de “oğul”dan çıktığını iddiâ etmiş, bu ihtilâf ve münâkaşa, papa ile patriğin birbirilerini “sapkınlık ve küfürle” suçlayıp aforoz etmesiyle neticelenmiştir.[8] Hristiyanlık tarihinde Ortodoks ve Katolik şeklindeki büyük bölünme, bu ihtilâfın ardından meydana gelmiştir.
Yine beş asır sonra, 16. yüzyılda Katolik papaların din üzerindeki tasarrufları, bilim, sanat, fikir ve siyaset üzerindeki aşırı baskıları ve para karşılığında Cennetʼten arsa satışı (Endüljans) gibi uygulamaları, hristiyan toplumlar nezdinde büyük bir nefrete sebep olmuş,[9] bu da Protestanlık adıyla bir başka bölünmeyi ve bütün bir Avrupaʼyı saran kanlı mezhep savaşlarını beraberinde getirmiştir.
Hristiyan din adamları, büyük tartışmalara, bölünmelere ve kafa karışıklığına yol açan teslis inancının akılla kavranamayacağını, bunun ancak olduğu gibi kabul edilmesi gereken “ilâhî bir sır”(!) olduğunu savunmuşlardır.
Neresinden bakılırsa bakılsın, bugünkü muharref Hristiyanlığın, kendi içinde tenâkuzlarla dolu ve problemli bir ulûhiyet inancına sahip olduğu, reddedilemez bir hakîkattir.
Bu hususla ilgili olarak muharref İncilʼlerde yer alan şu misalleri verebiliriz:
- “Ve Îsâ vaftiz olunup hemen sudan çıktı. Ve işte gökler açıldı ve Allâh’ın rûhunun güvercin gibi inip üzerine geldiğini gördü ve işte göklerden bir ses dedi: «Sevgili oğlum budur, ondan râzıyım.»” (Matta 3/16-17)
Hristiyanların Allâhʼa izâfe ettikleri “baba” olma sıfatı da çok alçaltıcıdır. Zira baba mefhumu, beşerî keyfiyetler olan cinsî alâkaları, nesil teselsülünü, kendisinden sonra bir vâris bırakma düşüncesini ve ölümü hatırlatır. Ayrıca insan nazarında, kötü intibâlar uyandıran bazı baba tipleri de yok değildir. Allah Teâlâ ise bütün bunlardan münezzehtir.
- Muharref İncil’lerde Hazret-i Îsâ gibi bütün hristiyanlar için de “Allâh’ın oğlu” tâbiri kullanılır. Meselâ Îsâ -aleyhisselâm- havârîlerine der ki:
“Düşmanlarınızı sevin! Size zulmedenler için duâ edin! Öyle ki, göklerde olan babanızın oğulları olasınız!..” (Matta, 5/44-45, 6/1; Luka, 6/35)
Yine Hazret-i Îsâ’nın şöyle dediği rivâyet edilir:
“Ne mutlu sulh edicilere! Çünkü onlar, Allah oğlu diye çağrılacaklar!” (Matta, 5/9)
Hristiyan kültürüne de “Allah Baba” tâbiriyle yansımış olan bu bâtıl inanç, Hristiyanlıkʼtaki şirk gerçeğini gözlerden saklama mâhiyetindeki bütün te’vil perdelerini yırtıp atacak kadar âşikârdır.
Diğer taraftan ehl-i kitap, bu nevî ifadeleri diğer insanlara karşı bir üstünlük sebebi olarak zikretmektedirler. Fakat Allah Teâlâ, Kurʼân-ı Kerîmʼinde onların bu yanlış tavırlarına karşı şöyle buyuruyor:
“Yahudîler ve hristiyanlar;
«–Biz Allâh’ın oğulları ve sevgilileriyiz!» dediler.
De ki:
«–Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azâb ediyor?
Doğrusu siz de O’nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azâb eder…»” (el-Mâide, 18)
- Hristiyanlar, Îsâ -aleyhisselâm-’a ulûhiyet isnâd ederler. Fakat Yeni Ahid’in hiçbir yerinde Hazret-i Îsâ “Ben Tanrıʼyım.” demez. Bilâkis İncilʼlerde tam zıddını, yani onun “kul” olduğunu vurgulayan ifadeler mevcuttur.
Meselâ kendisine;
“‒Ey iyi efendim!” diye hitap eden birine çıkışarak;
“‒Bana neden iyi diyorsun? İyi olan yalnız biri var, O da Tanrı’dır.” demiş ve tek Tanrıʼya vurgu yapmıştır. (Bkz. Markos, 10/18)
Hazret-i Îsâ devamlı olarak, hattâ geceleri sabahlara kadar Allâh’a ibadet ederdi. Onun ibadet ve tâate olan bu büyük iştiyak ve rağbeti, tevâtür yoluyla da sâbit olmuştur. Şayet o bir tanrı olsaydı, ibadet etmesi abes olurdu. Zira ibadet etmek, ulûhiyet şiârı değil, bilâkis kulluğun tescilidir.
- Îsâ -aleyhisselâm-, İncil’lerde ulûhiyet isnâdıyla zikredilmesine rağmen, birçok yerde de “insanoğlu” ve “Rabbin kulu” olarak ifade edilmektedir. (Matta, 12/17-18; Elçilerin İşleri, 3/13, 4/27-28)
Bir kimsenin, hem Allâh’ın oğlu, hem de insanoğlu olması nasıl îzâh edilebilir? Bu durumda -hâşâ- “insan = Allah” olması gerekirdi ki, bunun tartışılması bile imkânsızdır.
Nitekim bu garâbetin farkında olan bazı hristiyanlar, İncil’lerde geçen “Allâh’ın oğlu” tâbiri ile Allâh’ın Hazret-i Îsâ’ya hulûl edip bedenine girdiğini ve oraya yerleşip onun vücûdunda insanlara temessül ederek göründüğünü, işte bu sebeple Îsâ -aleyhisselâm-’ın ilâhlaştığını, câhilâne bir sûrette iddiâ ederler. Oysa bunu kabullenmek, Allâh’ın kemâl sıfatlarla muttasıf, noksan sıfatlardan münezzeh ve müteâl, yani idrâk ötesi mükemmellikte, tek bir ilâh olma husûsiyetleri ile hiçbir şekilde bağdaşmaz.
- Başlangıçta pürüzsüz bir tevhîd inancına sahip olan hristiyan akîdesine sonradan girmiş bulunan teslîsin, İncil’lerde ciddî bir delîline rastlanmamaktadır. Hattâ İncilʼlerde bunun tam zıddına, tevhîd inancını destekleyen birçok ifade mevcuttur. Meselâ Hazret-i Îsâ şöyle demiştir:
“Dinle ey İsrâil! Allâh’ımız Rab, bir olan Rab’dır.” (Markos 12/29)
Yine başka yerlerde de Hazret-i Îsâʼnın bir ilâh değil, peygamber olduğunu bildiren ifadeler bulunmaktadır:
“Herkesi korku aldı ve «Aramızdan büyük bir peygamber çıktı.» dediler.” (Luka, 7/16)
“İmdi Îsâ’nın yapmış olduğu alâmeti halk görünce; «Dünyaya gelecek peygamber budur.» dediler.” (Yuhanna, 6/14)
Hristiyanlar, sadece Matta İncili’nde tek bir yerde geçen;
“Gidin onları (insanları) Baba, Oğul ve Mukaddes Ruh ismiyle vaftiz edin.” (Matta, 28/19) şeklindeki sözünü, teslîse dayanak olarak kullanmaktadırlar.
Burada bile teslîse îman edilmesini emreden açık bir ifade yoktur. Onların, bu bir tek ifadeyi kendi bâtıl inançlarına dayanak olarak görmelerine rağmen, Hazret-i Îsâʼnın beşer oluşuna işaret eden pek çok ifadeyi görmezden gelmeleri, başlı başına büyük bir haksızlık ve bile bile gerçeği gizlemektir. Üstelik Hazret-i Îsâ’nın bir insan olduğunu ifade eden, onlarca İncil metni ve rivâyeti, sırf kilisenin resmî teslis görüşüne aykırı bulunduğu için, sahte (apokrif) sayılmış ve imha edilmiştir.
Kurʼân-ı Kerîm, hristiyanları teslis yanlışından vazgeçerek bir ve tek olan Allâhʼa kulluk etmeye davet sadedinde, şöyle buyurmaktadır:
“Ey ehl-i kitap! Dîninizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, hakîkatten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Îsâ Mesih, ancak Allâhʼın Rasûlʼüdür. (O,) Allâhʼın Meryemʼe ulaştırdığı «كُنْ: Ol!» kelimesi(nin eseri)dir, Oʼndan bir ruhtur. (Oʼnun tarafından gönderilmiş, yahut teʼyid edilmiş, yahut da Cebrâil tarafından üfürülmüş bir ruhtur). Şu hâlde Allâhʼa ve peygamberlerine îman edin. «(Tanrı) üçtür.» demeyin! Sizin için hayırlı olmak üzere bundan vazgeçin! Allah ancak bir tek Allahʼtır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Oʼnundur. Vekil olarak Allah yeter.” (en-Nisâ, 171)
“Mesih de Allâhʼa yakın melekler de, Allâhʼın kulu olmaktan geri durmazlar. Oʼna kulluktan geri durup büyüklenen kimselerin hepsini, (Allah) yakında huzûruna toplayacaktır.” (en-Nisâ, 172)
“Hiçbir insanın, Allâhʼın kendisine kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: «Allâhʼı bırakıp bana kul olun!» demesi mümkün değildir. Bilâkis (şöyle demesi gerekir): «Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz kitap muktezâsınca, Rabbe hâlis kullar olunuz.»
Ve size: «Melekleri ve peygamberleri ilâhlar edinin.» diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç size kâfirliği emreder mi?!” (Âl-i İmrân, 79-80)
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, İslâm’a dâvet için hristiyan krallara gönderdiği mektuplarda, bilhassa bu husus üzerinde durmuştur. Bizans İmparatoru Herakliyüs’e gönderdiği mektup şöyledir:
“Allâh’ın kulu ve Rasûlʼü Muhammed’den, Romalıların büyüğü Herakliyüs’e!
Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun!
Ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmete eresin ve Allah da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabul etmezsen, (tebaan olan) çiftçilerin günahı senin boynunadır.
“Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze geliniz: Allah’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman: «Şâhid olun ki, biz müslümanlardanız!» deyiniz!” (Âl-i İmrân, 64) (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 5, 6; Müslim, Cihâd, 74)
Şu hâdise de çok mânidardır:
Hicretin 9. yılında Necran hristiyanlarından 60 kişilik bir heyet Medîne’ye gelmiş ve Mescid-i Nebevî’de bir ay kadar misafir olmuştu. Onlar İslâm’ı, pek çok mezhebe sahip olan Hristiyanlığın içinden çıkan yeni ve ayrılıkçı bir mezhep zannetmişlerdi. Bu sebeple inanç hususundaki pek çok meseleyi Peygamber Efendimiz’le tartıştılar. Bu hususlardan biri sadedinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe:
“–Kur’ân-ı Kerîmʼde Hazret-i Îsâ’nın babasız doğduğu kabul edildiğine göre, O Allah’tır!” dediler.
Bunun üzerine şu mübâhele (haklının ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşme) âyeti nâzil oldu:
“(Ey Rasûlʼüm!) Sana bu ilim geldikten sonra Sen’inle bu hususta çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler dâhil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı biz de kendi kadınlarımızı çağıralım. Sonra duâ edelim de, Allah’tan yalancılar üzerine lânet dileyelim.” (Âl-i İmrân, 61)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âyet-i kerîme muktezâsınca teklifini yaptığında, Necranlı hristiyanlar buna yanaşmadılar. Müslümanların himâyesine girmeyi kabul eden bir anlaşma imzalayarak memleketlerine döndüler.
Allah Teâlâ’nın Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ı babasız olarak yaratması, elbette büyük bir mûcizedir. Fakat bu durum, onun ilâh olmasını gerektirmez. Zira Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- da babasız olarak yaratılmıştır. Üstelik onun yaratılışında bir anne de mevcut değildir. Hem anasız, hem de babasız yaratılan Hazret-i Âdem’e bu vasfından dolayı nasıl ki ulûhiyet izâfe edilmiyorsa, Hazret-i Îsâ’ya da izâfe edilemez. Şâyet Allah Teâlâ bir bâkireden babasız olarak bir çocuk yaratıyorsa bu, çocuğa değil, bizzat onu yaratan Allâh’a kulluk etmeyi gerektirir.
Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼinde teslîse inananları şiddetli bir şekilde îkaz ederek şöyle buyurmaktadır:
“«Şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesih’tir!» diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: «Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesîh’i, anasını ve yeryüzündekileri yok etmek isterse, Allâh’a karşı kim ne yapabilir?!
Göklerde, yerde ve ikisi arasında ne varsa hepsinin mülkiyeti Allâh’a âittir. O dilediğini yaratır ve Allah, her şeye hakkıyla kâdirdir.»” (el-Mâide, 17)
“Andolsun ki «Allah, kesinlikle Meryem oğlu Mesih’tir!» diyenler kâfir olmuşlardır. Hâlbuki Mesih:
«–Ey İsrâiloğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allâh’a kulluk edin! Bilin ki, kim Allâh’a ortak koşarsa, muhakkak Allah ona Cennetʼi haram kılar; artık onun yeri ateştir ve zâlimler için yardımcılar yoktur!» demişti.” (el-Mâide, 72)
“Andolsun «Allah, üçün üçüncüsüdür!» diyenler de kâfir olmuşlardır. Hâlbuki bir tek Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse, içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isâbet edecektir.” (el-Mâide, 73)
“Meryem oğlu Mesih, ancak bir Rasûl’dür. Ondan önce de birçok rasûller gelip geçmiştir. Anası da çok doğru bir kadındır. Her ikisi de yemek yerlerdi. Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz; sonra bak ki (bunları görüp bildikleri hâlde ehl-i kitap) nasıl (da hakîkatten) yüz çeviriyorlar!” (el-Mâide, 75)
Âyet-i kerîmede buyrulan “ikisi de yemek yerlerdi” ifadesi, Îsâ -aleyhisselâm-’ın ve annesi Hazret-i Meryemʼin birer beşer olduklarını vurgulamak içindir. Çünkü onların yemek yemeleri, açlık ve tokluk gibi beşerî hâlleri ifade eder ki, Cenâb-ı Hak elbette bunlardan münezzehtir.
- Hindistanlı müslüman âlim Rahmetullah el-Hindî (1818-1891), Hristiyanlığa reddiye mâhiyetinde kaleme aldığı İzhâruʼl-Hak adlı eserinde şunları söylemektedir:
“Zaman zaman Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼın tanrı olduğuna, onun mûcizelerini delil getirirler ki bu da zayıf bir delildir. Çünkü onun mûcizelerinin en büyüğü, ölüleri diriltmektir. Bu mûcizenin bize göre sâbit olduğunu göz ardı edecek olursak, eldeki İncilʼden bu mûcizenin uydurma/asılsız olduğu anlaşılmaktadır. Zira İncilʼe göre Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, çarmıha gerilene kadar ancak üç kişiyi diriltmiştir…
Hezekiel ise binlerce kişiyi diriltmiştir. (Bkz. Hezekiel, 37/1-14) Şu hâlde tanrı olmaya o daha lâyıktır.
İlyas -aleyhisselâm- da bir ölüyü diriltmiştir. (Bkz. I. Krallar, 17/17-24)
Elişa da (Elyesaʻ) bir ölüyü diriltmiştir. (Bkz. II. Krallar, 4/8-37)
Üstelik Elişa, bu mucizeyi vefatından sonra da göstermiştir. Bir ölüyü onun kabrinin üstüne atmışlar ve Allâhʼın izniyle o ölü dirilmiştir. (Bkz. II. Krallar, 13/20-21)
Yine o, deri (alaca) hastalığına yakalanan bir kimseyi iyileştirmiştir. (Bkz. II. Krallar, 5/1-14)”[10]
- Hristiyanlıkʼta hem Hazret-i Îsâʼnın insanlığı kurtarmak için kendini fedâ ettiği iddiâ edilirken hem de İncilʼlerde, onun istemeyerek ve zorla çarmıha götürüldüğünü ifade eden cümleler vardır. Bu beyanlara göre Hazret-i Îsâ, çarmıha götürülürken:
“‒Allâh’ım, Allâh’ım! Beni niçin terk ettin?!” (Matta 27/46) diye yüksek sesle bağırmıştır. Oysa bu ifadeler, hem insanlığın günahına kefâret olmak üzere kendini fedâ edecek kadar yüce gönüllü birinden beklenmeyecek sözlerdir, hem de bir tanrıdan sâdır olamayacak kadar âcizlik ve isyan dolu beşerî zaaflardır.
Yine Rahmetullah el-Hindî, hristiyan misyoner Karl G. Pfander ile yaptığı münâzarada, rakibinden gelen “Hazret-i Îsâʼnın tanrı olduğu” iddiasına verdiği bir cevapta şöyle der:
“İlâh; varlığı kendisinden olan, zorunlu bir varlıktır. Onun cisim, mekân tutan ve araz olmaması zorunludur. Hazret-i Îsâ ise yokken var olan, -sizin iddianıza göre- diriyken öldürülen, beşerî ve cismânî bir şahıstan ibârettir. Önce çocukken sonra büyümüş, sonra da genç olmuştur. O, yerdi-içerdi, tuvalete giderdi, uyur ve uyanırdı. Akıllar bedihî olarak kabul eder ki, sonradan var olan kadîm olamaz, muhtaç olan müstağnî olamaz, mümkin olan vâcib olamaz, değişen de devamlı olamaz.
Bu sözün (Hazret-i Îsâʼnın tanrı olduğu iddiasının) geçersiz olmasının ikinci sebebi de şudur:
Siz; yahudîlerin onu yakalayıp çarmıha gerdiklerini, çarmıhın üzerinde diri diri bıraktıklarını, kaburga kemiğini parçaladıklarını, kendisinin onlardan kaçmayı ve gizlenmeyi planladığını ve kendisine bu muâmeleleri yaptıkları zaman, çok sızlandığını söylüyorsunuz. Eğer tanrı idiyse veya tanrı ona hulûl ettiyse ya da tanrının bir cüzʼü ona hulûl ettiyse, niçin onlara karşı kendini savunmadı? Niçin onları tamamen helâk etmedi? Onlardan sızlanmasına ve kaçmayı planlamasına ne gerek vardı?..
Aklı başında biri, böyle bir sözü (yani Hazret-i Îsâʼnın tanrı olduğunu) nasıl söyler ve bunun doğru olduğuna nasıl inanır, ben çok şaşırıyorum! Neredeyse aklın bedâheti bu sözün çürük olduğuna tanıklık edecek…
Bu sözün geçersiz olmasının üçüncü sebebi de şudur:
Tanrıʼnın bu görülen cismânî şahıs (Hazret-i Îsâ) olduğu veya Tanrıʼnın bütünüyle ona hulûl ettiği ya da Tanrıʼnın bir kısmının ve parçasının ona hulûl ettiği nasıl söylenebilir?! Bu üç kısım da şu sebeplerle bâtıldır:
- Eğer âlemin tanrısı bu cisim olsaydı, yahudîler onu öldürdüğü vakit; «Yahudîler âlemin tanrısını öldürdü!» denilecekti. O hâlde bundan sonra âlem nasıl tanrısız kaldı?
Sonra insanların en zelil ve hakir olanları yahudîlerdir. Yahudîlerin öldürdüğü bir tanrı da çok âcizdir. (Âciz bir varlığın tanrı olamayacağı âşikârdır!)
- Tanrının bütünüyle bir cisme hulûl etmesi de bâtıldır. Çünkü tanrı, eğer cisim ve araz değilse, cisme hulûl etmesi imkânsız olur. Eğer tanrı cisim ise, o zaman da başka bir cisme hulûl etmesi, kendi cüzlerinin o cismin cüzlerine karışmasından ibârettir. Bu ise o tanrının cüzlerinin birbirinden ayrılmasını gerektirir. Eğer tanrı araz ise bir yere ihtiyaç duyar. Bu durumda tanrı başkasına muhtaç olmuş olur... (Başkasına muhtaç olan bir varlığın tanrı olamayacağı âşikârdır!)
- Tanrının kısımlarından bir kısmın ve parçalarından bir parçanın Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼa hulûl etmesi de imkânsızdır. Çünkü bu cüz, tanrı olmak bakımından önemliyse o, tanrıdan ayrıldığı zaman zorunlu olarak, tanrı, tanrı olmaktan çıkar. Tanrılığın gerçekleşmesi konusunda önemli değilse, tanrının bir cüzʼü olamaz.
Böylece bu üç kısmın da yanlış olduğu sâbit oldu ve hristiyanların iddiâsı bâtıl/geçersiz oldu…
Sonra hristiyana:
«‒Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼın tanrı olduğu konusunda senin delilin nedir?» diye sordum.
«‒Ölüleri diriltmesi, anadan doğma körü ve alacalıyı iyileştirmesi gibi hârikulâde şeylerin onda görülmesi buna delildir. Bunların olması ancak tanrı kudretiyle mümkündür.» dedi.
(Rahmetullah el-Hindî, burada birçok mantık kâidesiyle bunun imkânsızlığını îzah ettikten sonra, sözlerini şöyle tamamlar:)
«Asâyı yılan hâline getirmek, ölüyü tekrar diri hâle getirmekten akla daha uzak görünür. Çünkü dirinin bedeniyle ölünün bedeni arasındaki benzerlik, bir tahta parçası olan asâ ile yılanın bedeni arasındaki benzerlikten daha çoktur. Asâyı yılan hâline getirmek, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın tanrı veya tanrının oğlu olmasını gerektirmediğine göre, ölüleri diriltmenin, tanrılığa delâlet etmemesi daha uygun olur.»
İşte burada hristiyanın sesi kesildi ve söyleyecek sözü kalmadı…”[11]
Dipnotlar:
[1] Bkz. Kāf, 16.
[2] Bkz. el-Hadîd, 4.
[3] Bkz. el-Enfâl, 24.
[4] Bkz. Müslim, Îmân, 1.
[5] Nedâmet kelimesi, son tercümelerde merhamet olarak çevrilmiştir.
[6] Bkz. Ezra 1-10. Ayrıca bkz. Nehemya 8/1-18.
[7] Bazı İslâm âlimleri ise Kurʼân-ı Kerîm’de bahsedilen bu kişinin, “Merkaba” inancında adı geçen “Metatron” denilen baş melek olduğunu söylemişlerdir. Merkaba, yahudî mistisizminde, Hicaz yahudîleri arasında da bilinen ve derin tefekkür yoluyla rûhen semâya yükselmeyi ifade eden bir anlayıştır. Burada adı geçen Metatron’un, aslında Tevratʼta semâya yükseltilen “Enoh” (İdris Peygamber) olduğuna, onun semâya yükseltildikten sonra Tanrıʼnın yanındaki başyardımcısı mevkiine geldiğine ve Yahova’dan sonra âdeta ikinci bir tanrı olduğuna inanılmıştır. Buradan hareketle bazı âlimler, Kur’ân’ın işaret ettiği “Tanrıʼnın oğlu Üzeyir”in aslında bu Metatron olduğunu söylemişlerdir. Nitekim yahudîler, Ezra’ya Tanrıʼnın oğlu dediklerini reddetseler de, Merkaba inancında var olan Tanrıʼnın yanındaki kutsal varlık Metatron, onlar arasında bilinen bir inançtır. (Baki Adam, “Yahudîlik” Yaşayan Dünya Dinleri, sf. 216-220, Diyanet İşleri Başk. Yay. Ankara 2007)
[8] Bu aforoz kararını, 9 asır sonra, 1965’te kaldırmışlardır.
[9] Toplumların maddî-mânevî terakkîsine/ilerlemesine dîni engel olarak görme fikri de, hristiyan din adamlarının bu baskıları sebebiyle Batıʼda ortaya çıkmış ve müslüman ülkelerdeki dinden uzak birtakım Batı hayranları vâsıtasıyla, İslâm coğrafyasına da belli ölçüde yayılmıştır. Hâlbuki bu görüşün yanlışlığı; müslümanların dinlerine sımsıkı sarıldıkları asırlarda dünyanın en ileri medeniyetlerini kurmuş olmalarıyla da sâbittir.
[10] Bkz. Rahmetullah el-Hindî, İzhâruʼl-Hak, c. 1 (terc. Ali Namlı), sf. 456, İSAM Yay. Ankara 2020.
[11] Bkz. Rahmetullah el-Hindî, a.g.e., c. 1, sf. 458-460.