Hak Din İslâm ve Muharref Dinlerde Kutsal Kitap Anlayışı
Hak din İslam ve muharref dinlerde kitap anlayışı nasıldır? İslam'da dört büyük kitap hangi peygamberlere geldi? Suhuf nedir? Yahudîlerin kutsal saydığı kaç kitapları var? Tevrât’ın üç meşhur nüshası ve bu kitapları kabul edenler kimler? Hristiyanların kabul ettiği Kitâb-ı Mukaddes nedir?
Yüce dînimiz İslâm’a göre, Cenâb-ı Hak peygamberlerine îtikad, ibadet, ahlâk ve dünya hayatına dâir pek çok hükümler ihtivâ eden metinler vahyetmiştir. Bunlara suhuf ve kitap denir.
Cenâb-ı Hak, ilk insan ve ilk peygamber Âdem -aleyhisselâm-’dan itibaren, beşeriyete emir ve nehiylerini önce suhuflar hâlinde, sonra nesiller çoğalıp içtimâî meseleler arttıkça da kitaplar hâlinde göndermiştir.
Suhuf ve kitapların hepsi, kendi dönemlerinin hak kitaplarıdır ve her mü’minin “âmentü” esasları içinde ifade ettiği “وَكُتُبِه۪” (ve kitaplarına da inandım) kısmına dâhildir.
Nitekim Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de bazı beyanlarından evvel; “Tevrat’ta ve İncil’de de yazdığımız gibi...” buyurmaktadır. Dolayısıyla her müʼmin, Allah’tan indirildiği aslî şekliyle bütün kitaplara îman eder.
Rivâyetlere göre suhufların onu Âdem -aleyhisselâm-’a, ellisi Şît -aleyhisselâm-’a, otuzu İdrîs -aleyhisselâm-’a, son onu da İbrahim -aleyhisselâm-’a gönderilmiştir.[1]
‒Büyük kitaplardan Tevrat Mûsâ -aleyhisselâm-’a,
‒Zebur Dâvud -aleyhisselâm-’a,
‒İncil Îsâ -aleyhisselâm-’a ve son olarak da
‒Kur’ân-ı Kerîm âhir zaman nebîsi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe lûtfedilmiştir.
İlâhî kitaplar, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına gönderdiği bir hidâyet mektubu gibidir. Beşerin hayatını düzenleyen ve iki cihan saâdetinin yolunu gösteren bu kitaplar, Cenâb-ı Hakk’ın kelâm sıfatının bir tecellîsidir. Bu bakımdan her bir âyet-i kerîme, verdiği mesajların yanı sıra, ayrıca bir kelâm mûcizesidir.
Fakat bugün tahrîfe uğramadan muhafaza olunan tek ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir. Zira diğer mukaddes kitaplar, peygamberlerinden sonra insanların tahrifâtına mâruz kalmış ve sonunda âdeta beşer mahsulü kitaplar hâline gelmişlerdir.
İlâhî kitapların sonuncusu olan Kur’ân-ı Kerîm, önceki bütün kitapları neshetmiş, yani hükmünü ortadan kaldırmıştır. Esâsen zamanın seyri içinde hem değişen ve gelişen beşerî ihtiyaçlar, hem de gaflet ve nefsâniyet erbâbının o kitaplara müdâhaleleri de bunu gerekli kılmıştır.
Şurası muhakkaktır ki, bir hüküm vaz eden (kânun koyan), aynı hususta birbiri ardından değişik zamanlarda hükümler bildiriyor ve eski hükümleri neshediyor / geçersiz kılıyorsa, geçerli olacak olan, elbette ki en sonuncusudur. Dolayısıyla bugün âhir zaman peygamberi Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indirilen Kur’ân-ı Kerîm’e değil de, daha önceden indirilmiş ve hükmü neshedilmiş kitap veya suhuflara tâbî olmaya devam etmek, artık Allâh’a itaat değil, bilâkis isyan mâhiyetindedir. Zira bugünden kıyâmete kadar hükmü geçerli olan yegâne ilâhî kitap, Kur’ân-ı Kerîm’dir.
Bütün ilâhî kitapların aslî menbaı, bir ve tek olan Allah Teâlâ’dır. Bütün peygamberler de aynı gâye ile gelmiş, kendilerinden önceki hak peygamberleri te’yid etmiş ve sonra gelecek peygamberleri müjdelemişlerdir. İslâm Peygamber’i Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kendinden önceki peygamberleri te’yid etmiş, fakat kendisinin son peygamber ve Kur’ân-ı Kerîm’in de son ilâhî kitap olduğunu tebliğ etmiştir.
Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indirilen, gerek mushaflara yazılarak, gerekse ezberlenerek tevâtür yoluyla nakledilmiş olan; okunmasıyla ibadet edilen ve insanlığın bir benzerini meydana getirmekten âciz kaldığı yegâne ilâhî kelâmdır.
Kur’ân-ı Kerîm, kendisinden önce gönderilen ilâhî kitapların bilgi ve hikmetlerini de ihtivâ eden en mükemmel ilâhî kitaptır. Her alanda akılları hayrette bırakan, gönüllere hayranlık veren ebedî bir mûcizedir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz zamanında şiir ve belâğat, altın çağını yaşıyordu. Ukaz, Zü’l-Mecâz, Mecenne gibi panayırlar tertipleniyor, buralarda devrin meşhur edîb ve şairleri birbirleriyle yarışıyordu. Dereceye giren eserler, atlas kumaşlar üzerine yazılarak Kâbe’nin duvarlarına asılıyordu. Bu şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar Kâbe duvarlarına yedi şiir asılmış ve bunlara “muallakāt-ı seb’a: yedi askı” adı verilmişti.
Lâkin Kur’ân-ı Kerîm’in hârika belâğat ve hitâbeti karşısında, asırlardan beri bir gelenek olarak devam eden bu edebiyat fuarları tarihe karıştı. Zira Kurʼân-ı Kerîm, Arapları zirvede oldukları fesâhat ve belâgatta âciz bıraktı. Artık hiçbir şâir, şiirini Kâbe’nin duvarına asamaz oldu.
Şâirlerin reisi olan Velîd bin Muğîre, Kurʼânʼın ihtişâmı karşısında hayran kalmış, fakat:
“‒Kureyş’in büyüğü ve efendisi olarak ben ve Sakîf’in efendisi Ebû Mes’ûd dururken Muhammed’e mi vahiy indirilecek?! Hâlbuki biz bu iki şehrin büyüğüyüz!” demişti. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 385)
Yani Velid, Kur’ân’ın Hak kelâmı olduğunu vicdânen kabul ettiği hâlde, nefsâniyeti ve kibri sebebiyle îtiraz etmiş, -hâşâ- Allâh’ın irâdesine yanlışlık izâfe edecek kadar ahmakça bir şaşkınlığa dûçâr olmuştu.
Kur’ân-ı Kerîmʼin Hak kelâmı olmadığını iddiâ edenlere, Allah Teâlâ yine Kurʼân-ı Kerîm ile meydan okudu:
“«Onu (Kurʼânʼı) kendisi uydurdu!» mu diyorlar? Hayır, onlar îmân etmezler! (İnanmadıkları için iftira ediyorlar.) Eğer doğru iseler, onun benzeri bir söz getirsinler!” (et-Tûr, 33-34)
Fakat bu meydan okumaya müşriklerden hiçbir cevap gelmedi.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, İslâm muârızlarının bu hususta yardımlaşmalarına da izin vererek, bu davetini on sûreye kadar hafifletti:
“Yoksa; «Onu (Kur’ân’ı) kendisi uydurdu!» mu diyorlar?
De ki: «Eğer doğru iseniz, Allah’tan başka çağırabildiklerinizi (yardıma) çağırın da siz de uydurulmuş, ona eşit on sûre getirin!»” (Hûd, 13)
Müşriklerden yine hiçbir cevap gelmedi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bir sûreye indirerek davetini tekrarladı:
“Eğer kulumuza indirdiklerimizden herhangi bir şüphe duyuyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin! Eğer iddiânızda doğru iseniz, Allah’tan gayrı şâhitlerinizi (yardımcılarınızı) da çağırın.” (el-Bakara, 23)[2]
Nihayet belâgatin altın çağını yaşadığı bir devirde, kimse bu meydan okumaya cevap veremeyince, Cenâb-ı Hak, bütün insan ve cin toplulukları bir araya gelse de bundan âciz kalacaklarını îlan buyurdu:
“De ki: Andolsun, bu Kur’ân’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya gelseler, birbirlerine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler.” (el-İsrâ, 88)
Bu meydan okumalara o günün Arap şâirlerinden hiçbir cevap gelmediği gibi, günümüze kadar da hiç kimseden bir cevap gelmemiştir. Kıyâmete kadar da gelmeyecektir. Zira Kurʼân-ı Kerîm, menşei Cenâb-ı Hak olan mûcizevî bir kitaptır.
Diğer peygamberlerin mûcizeleri, yaşadıkları döneme aittir ve kalıcı değildir. Mûcizeyi yalnız o dönemin insanları görebilir. Kur’ân-ı Kerîm ise böyle değildir, mûcizesi kıyâmete kadar devam edecektir.
Son ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakkʼın muhafazası altındadır. O, hiç değişmeden kıyâmete kadar insanlığa ebedî kurtuluş ve huzur reçetesi olmaya devam edecektir. Bu husustaki taahhüdünü Yüce Rabbimiz şöyle beyan buyuruyor:
“O Zikrʼi (Kur’ân’ı) kesinlikle Biz indirdik ve elbette onu yine Biz koruyacağız.” (el-Hicr, 9)
Kur’ân-ı Kerîm’in korunmuş hâlde günümüze ulaşmış olmasında, vahyedilmesinden itibâren müʼminlerin ona gösterdikleri büyük tâzim, hürmet, edep, muhabbet ve hassâsiyetin de mühim bir yeri bulunmaktadır. Zira Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gelen âyetleri hemen vahiy kâtiplerine yazdırmış, sahâbe-i kirâm bunları ezberlemiş ve namazlarında okumuşlardır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin vefatıyla da vahiy tamamlanmıştır.
Peygamber Efendimizʼin vefatının hemen ardından Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-ʼın halîfeliği döneminde (632-634) değişik parçalara yazılmış olan Kur’ân nüshaları, vahiy kâtiplerinden Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh-ʼın riyâsetinde kurulan özel bir heyet tarafından toplanıp, pek çok Kurʼân hâfızının kontrolü, teʼyîdi ve ittifâkı ile, yani her yönden sağlaması yapılarak, bugün bildiğimiz Mushaf-ı Şerîf hâline getirilmiştir.
İslâm fetihlerinin artmasıyla, Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼın halîfeliği döneminde (644-656) Kur’ân nüshaları çoğaltılarak dünyanın pek çok bölgesine gönderilmiştir.
Bugün elimizdeki Mushaf-ı Şerîfʼler, o dönemdeki nüshaların birebir kopyasıdır. Yine bugün dünyanın neresine giderseniz gidin, bütün Kurʼân-ı Kerîm nüshalarının metni aynıdır. İncilʼlerde görülen nüsha farklılıkları, Kurʼân nüshaları arasında aslâ görülemez.
Kurʼân-ı Kerîmʼin ezberlenebilen bir kitap olması da, onun kıyamete kadar korunması mûcizesinin bir başka tezâhürüdür. Kurʼân-ı Kerîmʼin baştan sonra ezberlenmesi demek olan hâfızlığa asr-ı saâdetten günümüze kadar bütün müslüman toplumlarda büyük bir ehemmiyet verilmiş, içlerinden bu bahtiyarlığa eren müʼminlere gıpta ile bakılmıştır. Günümüzde de İslâm dünyasında milyonlarca hâfız bulunmaktadır.
Dolayısıyla bir Kurʼân nüshası kasten veya sehven değiştirilecek olsa, onu okuyan ilk hâfız hemen hatayı bulup çıkarabilir. Tevrat ve İncilʼlerde ise böyle bir durum söz konusu değildir.
Velhâsıl Kurʼân-ı Kerîm, yazılmak ve ezberlenmek sûretiyle, her türlü îtiraz, münâkaşa ve tereddütten uzak bir şekilde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin tebliğ ettiği gibi, sapasağlam muhafaza edilmiştir.
Bugün mevcut olan diğer semâvî dinlerin kitaplarının, peygamberlerinden asırlarca sonra kaleme alındığı göz önünde tutulunca, Kur’ân’ın bu konudaki üstünlüğü tartışmasız bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu târihî gerçeklikten hareketle, diğer dinlerin muharref kitaplarıyla, bir harfi bile değişmeden günümüze kadar gelmiş olan Kur’ân-ı Kerîm’in sahihlik ve orijinallik derecesini mukâyese etmek dahî, aslâ mümkün değildir.
YAHUDİLİK'TE KİTAP ANLAYIŞI
Yahudîler kutsal kitap olarak Tanak (Tanah) ve onun tefsiri/yorumu olan Talmud’u kabul ederler. Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a indirilmiş olan Tevrat, bugünkü yahudî kutsal kitabı Tanak’ın ilk ve en önemli bölümüdür. Fakat İsrâiloğulları, Tevrât’ın Allah’tan gelen saf ve aslî şeklini koruyamamışlardır.
Tevrat; Tekvin, Huruç, Levililer, Sayılar ve Tesniye kitaplarından oluşur. Bu kitaplarda yaratılıştan Hazret-i Mûsâ’nın vefâtına kadar geçen devrelerden bahsedilir. Ayrıca bu kitaplar, dînî ahkâmı da ihtivâ eder.
Tanakʼın ikinci bölümünü “Neviim” (Peygamberler) kısmı oluşturur. Burada da 8 kitap vardır.[3]
Üçüncü kısım olan “Ketuvim” (Yazılar, Kitaplar) ise 11 bölümden oluşur.[4] Bizim “Zebûr” olarak bildiğimiz Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm-’a verilen kitap da “Mezmurlar” adıyla -ve elbette tahrif edilmiş hâliyle- bu kısımda yer alır.
Tevrat’tan sonraki bölümlerin, Hazret-i Mûsâ’dan sonra gelen peygamberlerin ardından eklenen bölümler olduğu ifade edilir. Meselâ Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonra Yeşu (Yûşâ) geldi ve “Yeşu Kitabı” eklendi; sonra “Samuel Kitapları” ve diğerleri şeklinde devam etti.
Yani yahudî kutsal kitabı Tanak; 5 Tevrat + 8 Peygamberler + 11 Kitaplar olmak üzere, toplam 24 bölümden müteşekkildir.[5]
Bu külliyâta yahudîler, şerîat mânâsına gelen “Tanak”[6] adını verirken, hristiyanlar “Eski Ahid” derler.
Mâlumdur ki, içinde Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’a verilen Tevrât’ın da tahrîfe uğramış şekliyle bulunduğu Eski Ahid metinlerinin tamamlanarak resmen kabul ve îlânı, mîlâdî 90 ve 100 yıllarında, yani Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan yaklaşık 1300 sene sonra olmuştur. Eski Ahid, bu tarihte toplanan yahudî meclisinde (Jamnia / Yavne Sinoduʼnda) standart hâle getirilmiştir.
Bugün Tevrât’ın üç meşhur nüshasından bahsedilir;
1 - Yahudîler ve Protestanların kabul ettikleri, İbrânîce ve “masoretik”[7] denilen nüsha.[8]
2 - Katolikler ve Ortodokslar tarafından kabul edilen ve Grekçeye (eski Yunancaya) çevrilen nüsha.
3 - Sâmirîlerce kabul edilmiş olan Sâmirîce nüsha.
Bunların dışında bir de Latinceye çevrilen nüsha vardır.
Fakat bunların arasında da pek çok farklar mevcuttur. Nitekim modern dönemdeki bazı çalışmalar, masoretik metinle Sâmirî Tevrâtı arasında tahminen 6000ʼe yakın fark bulunduğunu ve târihî gerçeklikler bakımından Sâmirî Tevrâtı’nın, bugün mevcut olan yahudî masoretik metninden daha doğru olduğunu ortaya koymuştur.[9]
Bütün bu nüsha farklılıkları yetmezmiş gibi, bir de bugün yahudîlerce kullanılan Tanak’ın kendi içinde dahî pek çok çelişki ve tahrif emâresi barındırdığı, açıkça görülmektedir. Bunlardan bazıları şöyledir:
‒Tesniye kitabının son bâbında Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’ın vefatı, defni ve kavminin yas merâsiminden bahsedilmektedir. Hâlbuki Tevrat, Mûsâ -aleyhisselâm- hayatta iken indirilmiştir. Dolayısıyla vukûundan evvel böyle bir hâdisenin nakledilemeyeceği, bunun sonradan Tevrât’a eklenmiş olduğu âşikârdır. (Bkz. Tesniye 34/4-12)
Yahudîler bunu da te’vil ederler: Bir kısmı; “Hazret-i Mûsâ’ya bunları Tanrı bildirdi. O da ölmeden önce bunları Tevrât’a yazdı.” derken, diğer bir kısmı da bunları; “Hazret-i Mûsâ’dan sonra İsrâîloğulları’nın başına geçen Yeşu’nun yazdığını” söylerler.
Ancak bu bölümde Hazret-i Mûsâ’nın teçhiz ve tekfin merâsimlerinin anlatılması, Tevrât’a yapılan beşerî müdâhalenin açık bir delili olarak görünmektedir.
‒Tekvin kitabının bir yerinde Nuh Tûfânıʼnın 40 gün devam ettiği bildirilirken, aynı kitabın bir başka yerinde tûfânın 150 gün devam ettiği ifade edilmiştir. (Bkz. Tekvin, 7/12, 17, 24; 8/2)
‒Yine Nuh Tûfânıʼndan önce gemiye alınan hayvan türleri bir yerde ikişer (Bkz. Tekvin, 7/9) başka bir yerde ise yedişer adet olarak zikredilir. (Bkz. Tekvin, 7/2-3)
‒Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- bir rivâyete göre Medyen’den tek başına, diğer bir rivâyete göre ise ailesiyle birlikte dönmüştür. (Çıkış, 4/18-23)
‒İnsanın yaratılışı ile ilgili olarak bir yerde, Tanrı’nın insanı erkek ve dişi olarak birlikte yarattığı (Bkz. Tekvin, 1/27), başka bir yerde ise önce erkeği daha sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yarattığı ifade edilmiştir. (Bkz. Tekvin, 2/21-23)
‒Ayrıca Tevrat’ta bazı yerlerde; “O günlerde orada Kenanlılar, Perizliler yaşıyordu.” (Tekvin, 12/6, 13/7) ifadeleri yer alır. Bu ifadelerde geçen “orada” ve “o günler” tâbirleri, aslında bu metnin Allah Teâlâ veya Hazret-i Mûsâ’nın beyanı olmadığını, Mûsâ -aleyhisselâm-’dan sonraki tarihlerde yaşamış birine ait anlatım tarzının bir yansıması olduğunu, açıkça ortaya koymaktadır.
Nitekim Batıʼda 17. yüzyıldan itibaren yapılan Kitâb-ı Mukaddes tedkikleri üzerine çalışanlar arasında, Tanak’ta birden çok kişinin rolü olduğu, dolayısıyla bugünkü metinlerin bir tek kişinin kaleminden çıkmadığı, farklı zamanlardaki kaynakların[10] bir araya getirilmesiyle oluştuğu fikri, daha çok kabul görmüştür.
Bunların dışında, “peygamber telâkkîsi” bahsinde de değineceğimiz gibi, yahudîlerin mukaddes saydığı muharref metinlerde daha pek çok tenâkuz ve tahrif misalleri karşımıza çıkacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’deki pek çok âyet de “ثَمَنًا قَلِيلًا : az bir dünyalık” karşılığında dînin hükümlerinin değiştirilerek mukaddes kitapların tahrif edildiği gerçeğine temas etmektedir.[11]
Tanak’tan sonra en kutsal kabul edilen yahudî metni Talmudʼdur. Talmud, tâlim (bilgi verme) demektir ve Tevrat’taki hükümlerin açıklamalarını ihtivâ eden tefsir ve içtihadlar külliyâtıdır. Çünkü Tevrât’taki hükümler umûmîdir. Meselâ Tanrı:
“Yedinci yılda tarlanı ekmeyeceksin!” der.
“Cumartesi günü iş yapmayacaksın!” der.
Fakat bunların tafsilâtını vermez. Tafsilâtı Talmud verir.
Yahudîler Talmud’un, yazılı Tevrât’ın yanında ayrıca Allah tarafından Hazret-i Mûsâ’ya indirilmiş sözlü bir vahiy olduğunu söylerler. Bunun için Talmud’u Tevrat’la aynı değerde tutar ve onu kabul etmeyeni gerçek yahudî saymazlar.
Nitekim sürgün sonrası dönemde ortaya çıkan Sadûkî Mezhebi ile İslâm hâkimiyeti dönemindeki Karâîler (Karaimler), Talmud’u kutsal saymadıkları ve onu kendileri için bağlayıcı kabul etmediklerinden, ana akıma mensup yahudîlerce tekfir edilmişlerdir. Günümüzde de reformist yahudîler, Talmudʼun otoritesini reddetmekle birlikte yalnızca din adamlarının yetiştirilmesi safhasında okutulmasını kabul etmektedirler.
Talmud, başlangıçta şifâhî olarak devam etmiş, sonraları yazıya aktarılmıştır ki buna da “tekrar” mânâsına gelen “Mişna” denilmiştir.
Mişna, başlangıçta dînî emirlerin tatbîki hususundaki açıklamaları ihtivâ etmekteydi. Filistin ve Bâbil’de bulunan yahudî mekteplerinde, Mişna üzerinde çalışmalar yapıldı ve neticede Talmud ismi ile bilinen metin teşekkül etti. Bugün, Kudüs Talmud’u ve Bâbil Talmud’u olmak üzere iki ayrı Talmud bulunmaktadır. Bunlar, M. S. 4. ve 5. yüzyıllarda tedvîn edilmiştir.
Ancak Talmud’un meydana geliş şekli dikkate alındığında, beşerî temâyüllerin ilâhî ifadelerden daha çok ortaya çıktığı, apaçık müşâhede edilir.
Talmud’un hâkim fikri, yahudîlerin üstün ırk olduğu iddiâsıdır. “On emir”, sadece yahudîler arasında geçerli olup yahudî olmayanlar için bir mânâ ifade etmez.
Hâsılı, yahudî kutsal kitaplarında, Tanrı’nın seçilmiş kavim olan İsrâiloğulları’nı esas aldığı vurgulanmaktadır. Dolayısıyla Eski Ahid’de târihî anlatım, verilmesi gereken mesajın önüne geçmiştir. Teferruatlı hâdiseler, sıkıcı ve uzun soy kütükleri, bunun en bâriz örneklerindendir.
Tek cümleyle ifade etmek gerekirse; yahudî kutsal kitabı, bir İsrâiloğulları tarihi ve onların Tanrı ile olan münâsebetlerinin hikâyesidir.
Burada müslümanlar olarak bilhassa şu hususa son derece dikkat etmeliyiz:
Bugünkü Tevrâtʼa bütünüyle hak kitaptır diyemeyeceğimiz gibi, içindeki hükümlerin tamamı bâtıldır da diyemeyiz. Zira bugünkü Tevrâtʼın içinde de Hak kelâmının bakıyyeleri mevcuttur.
Meselâ Kurʼân-ı Kerîmʼdeki Tâhâ Sûresiʼnin ilk sayfası ile Tevrâtʼın Çıkış kitabının üçüncü bâbının ilk sayfası neredeyse aynıdır. Fakat buradan hareketle -hâşâ- Kurʼân-ı Kerîmʼin Tevratʼtan kopyalandığı söylenemez. Bilâkis bu hâl, her iki kitabın da aynı kaynaktan geldiğinin delilidir.
Bunun dışında, Mâide Sûresiʼnin 45. âyetinde geçen “kısas” hükmü Tevratʼta da mevcuttur. Cumartesi yasakları hâriç 10 emrin muhtevâsı, Kurʼân-ı Kerîmʼin İsrâ Sûresiʼnde de yer almaktadır.
Dolayısıyla bugünkü Tevrâtʼta yer alan hükümlerin tamamına bâtıl damgası vuramayız. Fakat yahudîlerin âmentü esaslarını belirlemiş olan Musa bin Meymûnʼun (Maimonides) iddiâ ettiği gibi; “Tevrat, kelime kelime Hazret-i Mûsâʼya verildiği gibidir, asla değişmemiştir.” de diyemeyiz.
Bizler; Tevrâtʼın, Zebûrʼun ve İncîlʼin ancak Hak katındaki aslî muhtevasına îman etmekle mükellefiz; beşerî müdâhalelerle şekillendirilmiş hâline değil.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin bu husustaki beyanları, gayet açık ve nettir. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Ehl-i kitap (yahudîler) Tevrâtʼı İbrânîce olarak okuyorlar, Arapça olarak müslümanlara açıklıyorlardı. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
«Siz, ehl-i kitâbı (yahudîleri) ne tasdik edin ne de yalanlayın. (Ancak) şöyle deyin: «Biz, bize indirilene de size indirilene de îmân ettik.» (el-Ankebût, 46)” (Buhârî, İʻtisâm, 25)
Yani müslümanlar olarak Kurʼân-ı Kerîm geldikten sonra bütün eski kitapların hükümsüz kaldığını bilmekle beraber, ilk indirildiği hak şekliyle bütün ilâhî kitaplara îmân etmekle de mükellefiz.
Bu husustaki İslâmî tavrın nasıl olması gerektiğine dâir, şu hâdise de çok mânidardır:
Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, elinde Tevrat sayfaları olduğu hâlde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar… Onları Zuraykoğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım.” dedi.
Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e:
“–Allah senin aklını başından mı aldı? Rasûlullâh’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?” dedi.
Hatâsını anlayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- derhâl:
“–Rab olarak Allah’tan, dîn olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, imam (önder ve rehber) olarak Kur’ân’dan râzı olduk.” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün hüznü dağıldı, gül yüzünün rengi yerine geldi. Sonra da Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ -aleyhisselâm- aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.” (Heysemî, I, 174)
HRİSTİYANLIK'TA KİTAP ANLAYIŞI
Hristiyanlar, ilâhî kitap olarak Kitâb-ı Mukaddes’i kabul ederler. Kitâb-ı Mukaddes; “Eski Ahid” ve “Yeni Ahid”den oluşmaktadır.
Eski Ahid, yahudîlerin kutsal kitabıdır ve hristiyanlarca da mukaddes sayılır. Ancak hristiyanlar, Eski Ahidʼdeki şerîatin, Tanrıʼnın, oğul Îsâ ile yaptığı yeni ahid sebebiyle geçersiz olduğunu, dolayısıyla şerîat yerine artık Îsâ’ya îman ve sevginin yeterli olacağını söylerler. Yani metnin doğru ve mukaddes olduğunu kabul edip kiliselerinde okurlar, fakat oradaki dînî hükümlerin, kendileri için bağlayıcı olmadığına inanırlar.
Yahudîler ise kendi kutsal metinlerine “Eski Ahid” denilmesini kabul etmeyip buna -daha önce ifade ettiğimiz gibi- “Tanak” derler ve onlar da hristiyanların “Yeni Ahid”ini kabul etmeyip Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ı -hâşâ- sapkın biri olarak görürler.
Hristiyanlara göre, Tanrı ile insan arasında yapılan son ahid, Hazret-i Îsâ vâsıtasıyla gerçekleşmiştir. Dolayısıyla son ahdin yazılı belgeleri olan külliyâta “Yeni Ahid” adı verilmiştir. Ancak “Yeni Ahid” tâbiri, mîlâttan sonra 2. yüzyılın sonlarına doğru kullanılmaya başlanmıştır.
Yeni Ahid’i oluşturan kitapların sayısı 27’dir. Bunların 4ʼü; Markos, Matta, Luka ve Yuhanna İncilʼleridir. Rasullerin İşleri 1 kitap, Pavlusʼun Mektupları 14 kitap, genel mektuplar 7 kitap ve Yuhanna’nın Vahyi 1 kitap olarak kabul edilmektedir.
Dört İncil, kendi içerisinde birtakım farklılıklar ihtivâ eder. Bunların en eskisi, mîlâttan sonra 63-70 yılları arasında yazılan Markos’tur. Son yazılan İncil olan Yuhanna’nın ise mîlâttan sonra 100. yılda yazıldığı kabul edilir.
Hazret-i Îsâ’nın mîlâttan önce 5 yılında doğduğu ve 33 yaşında -hristiyanlara göre- çarmıha gerildiği dikkate alınırsa, en erken yazılan İncil’in, Hazret-i Îsâ’dan 30 küsur yıl sonra kaleme alındığı ortaya çıkmaktadır.
Hristiyanlığa göre Hazret-i Îsâ hayatta iken kendisine gelen vahiyleri ne yazmış ne de başkalarına yazdırmıştır. O, kendinden önceki mukaddes kitaplara bağlı kalmış; ancak onlara yeni îzahlar getirerek bir ıslahatçı gibi hareket etmiştir. Hristiyanlara göre Hazret-i Îsâ yazmadığı ve yazdırmadığı için, bu dönemde Yeni Ahid veya İncilʼlerin varlığı söz konusu değildir.
Hazret-i Îsâ’dan sonra ilk hristiyanlar, onun yakında geri döneceğini düşündükleri için, sözlerini yazıya geçirmeye gerek görmemişlerdir. Ancak Îsâ -aleyhisselâm- geri gelmemiş, onun yanında bulunup tebliğini anlayanlar zamanla azalmış, bu sebeple önde gelen din adamları, çeşitli bölgelerde Hazret-i Îsâ’nın vaazlarını yazıya geçirmeye başlamışlardır. Böylece her cemaatin kendi inanç ve görüşlerini yansıtan çeşitli İncilʼler ve mektuplar ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla, İncil adı verilen kitaplar, müslümanlar olarak bizim anladığımız türden bir “vahiy” mahsulü değildir. Ancak hristiyanlar, İncil yazarlarının, Tanrı’nın ve Kutsal Rûh’un himâyesi altında bulunduğuna inandıkları için, bu yazıların doğruluğuna ve vahiy mahsulü olduğuna inanmışlardır. Ne var ki asırlar boyunca İncilʼin Hazret-i Îsâʼya verildiği şekliyle ellerinde bulunduğunu iddia eden Kilise, yakın zaman önce bu iddiâsından vazgeçmek zorunda kalarak, metin farklılıklarından, İncil yazarlarının mesʼûl olduğunu söylemeye başlamıştır.
Öte yandan, bugünkü Hristiyanlığın temellerini atmış olan Pavlus, Hazret-i Îsâ’yı görmediği ve onu dinlemediği hâlde, Hazret-i Îsâ’nın hem şahsiyeti hem de fikirleri hakkında kendi görüşlerini kaleme alarak muhtelif hristiyan cemaatlerine göndermiştir. Böylece Pavlus’un Mektupları, Yeni Ahid külliyâtının ilk yazılı dokümanlarını oluşturmuş ve onlara kaynaklık etmiştir.
Bugünkü Yeni Ahid’in teşekkülü de çok sonraları olmuştur. Mîlâdî 311’deki Milano Fermanıʼyla Hristiyanlığa Roma Devleti tarafından serbestlik verildi. Bunun ardından, akîdeyi netleştirme çalışmalarına başlandı. İşte bu esnada İncilʼe ihtiyaç duyuldu. Fakat elde pek çok İncilʼin bulunduğu görülünce, bunların sayısını tespit etmek için çeşitli konsiller düzenlendi. Konsillerde, onlarca İncil ve yüzlerce risâle içerisinden -hiç de âdil olmayan bir usûlle- sırf Hazret-i Îsâ’nın ulûhiyetini destekleyecek mâhiyette olanlar seçilerek, Yeni Ahid oluşturulmaya çalışıldı.
Bazı kaynaklar, bu işin 325ʼteki İznik Konsili’nde gerçekleştiğini söylese de, diğer bazıları bunun daha geç dönemde, yani 4. yüzyılın sonlarında yapılan Hippo (393) ve Kartaca (397 ve 417) Konsilleri’nde tamamlandığını söylemektedir.
Kilise, Hazret-i Îsâ’nın bir beşer olduğunu ve Allâhʼın peygamberi olarak gönderildiğini vurgulayan çok sayıdaki İncilʼi “apokrif” yani “sahte” sayarak onların imhasına karar vermiştir. Yahuda İncili, Barnaba İncili, Nasaralılar İncili, Ebionitler İncili, İbrânîler İncili, Tomas İncili, Petrus İncili, Filip İncili ile Hazret-i Îsâ’nın çocukluğunu anlatan ve yer yer Kur’ânʼın anlatımına da uygun olan Yakub İncili, İbrânî Tomas İncili gibi çocukluk İncilʼleri de bulunmaktadır.[12]
Bunlardan bir kısmı 1947’de “Ölü Deniz Yazmaları” içinde bulunmuş ve neşredilmiştir. Fakat bu İncil’lerin gün yüzüne çıkmasından rahatsız olan Kilise, bunların apokrif (sahte) olduğu konusundaki ısrarını, bugün de sürdürmektedir.
Kitab-ı Mukaddes’teki en büyük problemlerden biri de; Hazret-i Îsâ’dan önceki döneme âit kitapları ihtivâ eden “Eski Ahid” bölümünün orijinal dilinin İbrânîce, Hazret-i Îsâ’dan sonraki döneme âit kitapları ihtivâ eden “Yeni Ahid” bölümünün orijinal dilinin Yunanca olmasıdır. Hristiyan kaynaklar ise, Hazret-i Îsâ’nın İbrânîce-Ârâmîce konuştuğunu ve vaazlarını bu dille yaptığını haber vermektedir.
O hâlde İncilʼlerin dili ve Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’ın sözleri göz önüne alındığında, bunların -en azından orijinal nüshalarının- Hazret-i Îsâ’nın dili ile yazılmış olması ve muhafaza edilmesi gerekmez miydi?..
Ayrıca bugünkü İncilʼler ile ilmî hakîkatler arasında da büyük uçurumlar bulunmaktadır. Nitekim Dünyaʼnın döndüğünü müslümanların eserlerinden öğrenerek buna kanaat getiren Galileo (1564-1642), İncil’deki bilgilerle tezat teşkil eden bu görüşü sebebiyle engizisyon mahkemesine verilmiş ve ömür boyu hapse mahkûm edilmişti. Galileo, cezadan kurtulmak için ifadesini değiştirdi. Mahkeme kapısından çıkarken;
“‒Siz dönmüyor deseniz de Dünya dönüyor!” diye sessizce mırıldanmaktan başka bir şey yapamadı.
Galileo canını kurtarabilmişse de dönemlerinin ünlü fikir adamları ve ilâhiyatçıları olan Jan Huss (ö. 1415), Giordano Bruno (ö. 1600) ve daha pek çok ilim adamı, onun kadar şanslı olamamış ve kimi diri diri, kimi de mezarlıktan cesedi çıkarılarak yakılmıştır.[13]
İncilʼlerin hem ilmî hakîkatlerle ters düşen ifadelerini, hem de kendi içindeki çelişkileri saklama telâşından olsa gerek, Hristiyanlığa âit din bilgisi el kitapları çoğunlukla “seçme parçalar” hâlindedir. İncilʼlerin hepsi, bir bütün hâlinde okunmaz. Hattâ mezhep ve cemaatlere göre kitap seçimi yapılır. Sırf bu durum bile, Kutsal Kitap pasajlarının, nakil bakımından da asılsız olduğunu kabul etmekten başka mantıkî bir yol bırakmamaktadır.
Velhâsıl, kilise tarafından ne kadar gizlenmeye çalışılsa da, artık mızrak çuvala sığmamakta, günümüzdeki İncilʼlerin Hazret-i Îsâʼya verilmiş olan İncilʼle pek bir alâkasının kalmadığı, açıkça anlaşılmaktadır.
Nitekim E. Jacob, İncilʼlerdeki rivâyet akışının, sonraları âdeta bir masal şeklini aldığını ifade eder.
Yine vaktiyle Fransız Bilimler Akademisi üyesi hristiyan bir profesör iken Kurʼân üzerine yaptığı araştırmalar neticesinde İslâmʼla şereflenen Maurice Bucaille de (1920-1998) şöyle der:
“...Kitab-ı Mukaddes, canlarının istediği gibi metin değiştiren insanların, bize bırakmayı arzu ettiklerinden ibârettir. Bunun içindir ki, kitapların kaleme alınışı ile alâkalı en temel mevzûların üzerinde bile hiç durulmaz, geçiştirilir. Bu kitaplar, insanlar tarafından pek çok defa beşerî süzgeçten akıtılmış bir nesne gibi birçok müdâhalelere uğramıştır.
Nitekim sayısız derecedeki yanlış bilgilerin tahlili yapılamaz, hepsi sükût ile geçiştirilir. Lâkin bir beşer kitabında bile tasvip edilemeyecek olan bu durum, mukaddes sayılan bir kitap için ne kadar da elem vericidir!”
Hristiyanların mukaddes kabul ettiği dört İncil’in ortaya çıkış hikâyesi de bu kitapların gerçek İncîl-i Şerîf ile alâkası olmadığının bir başka delilidir.
Matta, Roma İmparatorluğu adına vergi toplayan bir yahudî olarak, İncil’ini yahudî asıllı hristiyan cemaat için yazmıştır. Mîlâdî 65 yıllarında yazıldığı söylenen bu İncil, bir bakıma Hazret-i Îsâ’nın İsrail tarihini tamamladığını ispatlamak gâyesiyle kaleme alınmıştır.
Ancak birtakım araştırmacılar, eldeki Matta İncili’ni yazan şahsın Matta olmadığını ve onun, ismi meçhul Filistinli bir yahudî tarafından yazıldığını ileri sürmektedirler. Gerçekten de dikkatlice incelendiğinde görülmektedir ki bu İncil, Hristiyanlıkʼtan daha çok Yahudîliğin düşünce sistemini aksettirmektedir.
Markos, önce kısa bir İncil yazmış, sonra bunu genişletmiştir. Ancak daha sonraları bu İncil’in dörtte üçü kaybolmuş ve Markos, tekrar daha önceki koleksiyonlardan istifade ederek şimdiki İncil’ini yazmıştır. Bu durum karşısında hristiyan müelliflerin, onu Petrus ve Pavlus’a öğrenci yaparak, yazmış olduğu bu İncil’e îtimat ve îtibar kazandırmaya çalışmaları boşunadır.
Şüphesiz Markos İncili’nin gerçek müellifi hakkında da birçok istifhamlar mevcuttur. Bazılarına göre bu İncil’i Markos değil, Petrus yazmıştır.
Aslında Markos, Hazret-i Îsâ’yı görmemiş ve dinlememiştir. Yazdıkları da, duyup öğrendiklerinden aklında tutabildikleridir. Bunlar, düzensiz bir şekilde olup sayısız hatâlarla doludur. Cümlelerindeki ifade ve kuruluş, en ufak bir kronoloji kaygısı taşımaz.[14]
- S. 63-70 yılları arasında yazıldığı söylenen bu İncil’in yazarı hakkında M. P. Roguet şöyle der:
“Markos, acemi bir yazardır. Bütün İncil yazarlarının en bayağısıdır.”
Luka İncili’nin yazarının asıl mesleği hekimliktir. Rasullerin İşleri kitabını da bu şahıs yazmıştır.
Luka, yazdığı İncil’i Yunanlılar için kaleme almıştır. Ancak kitabı, ciddî ölçüde târihî yanlışlık ve hatâlarla doludur. Luka, İncilʼini yazarken, Markos’tan istifâde etmiş, ayrıca ilâhî olmayan başka eserlerden, hattâ sözlü kaynaklardan da faydalanmış, birçok meseller eklemiştir. Bu sebeple M. P. Kannengiesser onun hakkında; “Gerçek bir romancı!” demektedir.
Nitekim Yunan asıllı olan Luka’nın, Hazret-i Îsâ’yı anlatırken, Yunan bir tarihçinin hayâlinde tasarladığı bir Yunan kahramanından bahsedercesine bir üslup kullanması ve kitabındaki romancı mantığı, onun ilâhî bir kitap olamayacağını, ilk bakışta ele vermektedir.
Ayrıca Luka da Hazret-i Îsâ’yı görmemiş, dolayısıyla havârîler içinde yer almamıştır. Bütün bildiklerini, genç yaşta peşinden gittiği Pavlus’tan öğrenmiştir.
Yuhanna İnciliʼni, Hazret-i Îsâ’nın arkadaşı ve havârîsi olan Yuhanna’nın yazdığı ileri sürülür. Ancak araştırmacılar, bu İncil’de İskenderiye felsefe mektebinden alınmış ve temeli yine Yunan felsefesine dayanan “mantık” fikrinin açıkça görülmesine bakarak, onun Yuhanna isimli başka biri tarafından yazıldığını ifade etmektedirler. Çünkü havârî Yuhanna’nın, Yunan felsefesiyle yetişmiş olmasına imkân yoktur. Dolayısıyla bu felsefenin tesirinde kalarak bunu İncil’e aksettirmiş olması da mümkün değildir.
Öte yandan, bu İncil’i yazan Yuhanna’nın gâyesinin, Hazret-i Îsâ’nın ulûhiyetini ispatlamak olması da, onun Îsâ -aleyhisselâm-ʼa gerçekten îman etmiş bir havârî olmadığını ortaya koymaktadır.
- S. 90-110 yıllarında yazıldığı söylenen Yuhanna İncili’nde vahiyle alâkalı hiçbir bilgiye rastlamak mümkün değildir. Bu İncil’de havârîler, Hazret-i Îsâ’ya; “Yâ Rab!” şeklinde hitâb ederler. Bu itibarla Yuhanna, Hristiyanlığı tahrif eden yahudî Pavlus’un bıraktığı yerden işe devam eden bir kimse hüviyetindedir.
Nitekim M. P. Roguet, Yuhanna’nın kaleme aldığı bu İncil hakkındaki fikrini şöyle açıklar:
“Sinoptik İncilʼler, (birbirine benzeyen ilk üç İncil; Matta, Markos ve Luka) Îsâ’nın sözlerini, çarpıcı ve konuşma üslûbuna yakın bir tarzda naklettikleri hâlde, Yuhanna’da her şey (müellifin) tefekkür(ün)e boğulur. O derecede ki, bazen kendi kendimize; «–Konuşan Îsâ mıdır, yoksa O’nun sözleri İncil yazarının mütâlaaları ile belli olmadan genişletiliyor mu?» diye sormak durumunda kalırız!”
İncilʼlerde bir ilâhî kitapla aslâ kābil-i teʼlif olmayan garip durumların bulunduğuna dair ifadeler, müslümanların hristiyanlara yönelik bir isnat veya ithâmı aslâ değildir. Bilâkis bazı hristiyan din adamları ve kutsal metin uzmanları da bu vaziyeti bizzat îtiraf etmektedirler. Nitekim İncil yazarı Lukaʼnın mektubunda, yazdığı İncilʼi mevcut İncilʼlerden derlediği, bizzat kendi ağzından ifade edilmektedir.
Üçüncü asırda Mâneviyye mezhebine mensup olan Tauste, İncil müellifleri hakkında şöyle demektedir:
“İncilʼlerin ne Îsâ, ne de havârîler tarafından yazılmayıp çok zaman sonra meçhul bazı şahıslar tarafından yazıldığı ve bu adamların, görmedikleri şeylere başkalarınca inanılmayacağını bildiklerinden, hikâyelerinin başlarına havârîlerin yahut onlara mensup kimselerin isimlerini koydukları, herkesin mâlumudur.”
Dört İncil arasındaki pek çok tenâkuzdan birkaçı şöyledir:
* Markos ve Yuhanna İncilleri, Hazret-i Îsâ’nın nesebinden hiç bahsetmezken, Matta ile Luka, onun soy kütüğünü vermektedir. Fakat Matta, Hazret-i Îsâ’dan Hazret-i İbrahim’e kadar 40 kişi sayarken; Luka, 55 kişi saymaktadır. Ayrıca Luka, Hazret-i Âdem’e kadar 20 kişi daha ilâve ederek sayısını 75’e çıkarmıştır. Matta ise Hazret-i İbrahim’den önceki soy kütüğü ile ilgili hiçbir bilgi vermemektedir. (Bkz. Matta, 1/1-17; Luka, 3/23-38)
Îsâ -aleyhisselâm-’ın soy kütüğünü Matta’nın İbrahim -aleyhisselâm-’a kadar 40 olarak sayması, Luka’da geçen 15 kişiyi unutmuş olmasından kaynaklanmaz. İsimler incelendiğinde, hepsinin birbirinden farklı oldukları ve benzer isimlerin de ayrı sıralarda bulundukları, kolaylıkla göze çarpar.
* Matta İncili’ne göre Hazret-i Îsâ’nın diliyle Hazret-i Yahyâ’nın “İlya” (beklenen kurtarıcı İlyas Peygamber) olduğu belirtilirken (Bkz. Matta, 11/14) Yuhanna İncili’nde ise Yahyâ’nın dilinden kendisinin beklenen İlya olmadığı ifade edilmektedir. (Bkz. Yuhanna, 1/21)
* Îsâ -aleyhisselâm-’ın, havârîleri ile karşılaşması ve onları yanına alması hususunda Yuhanna ile diğerleri arasında, birbirinden uzak ve çok farklı açıklamalar bulunmaktadır. (Bkz. Luka, 5/1-17; Yuhanna, 1/35-51; Matta, 4/18-22)
* Hazret-i Îsâ’nın Sur ve Sayda bölgesine geldiği sırada, cine tutulan kızını iyi etmesi için ondan yardım isteyen bir kadının milliyeti ve memleketi hususunda açık bir şekilde çelişkili bilgiler vardır. Kadının, Matta’ya göre Kenanlı (Bkz. Matta, 15/21-22), Markos’a göre Suriyeli-Fenikeli olması (Bkz. Markos, 7/26), ilâhî addedilen bu kitaplar için pek tuhaf bir vaziyettir.
* Hazret-i Meryem’in kocası olduğu söylenen Yusuf, Luka İncili’ne göre Helin’in oğludur, Matta İncili’ne göre ise Yâkub’un oğludur. (Bkz. Luka, 3/23; Matta, 1/16)
* Matta, Markos ve Luka İncili’nde Hazret-i Îsâ’nın Hazret-i Yahyâ tarafından vaftiz edildiği bildirilirken, Yuhanna’da vaftiz işinden hiç söz edilmez. Hazret-i Yahyâ’nın öldürülmesi, Matta ve Markos’ta genişçe anlatılırken, (Bkz. Matta, 3/17; Markos, 1/9-12; Luka, 3/21-22) Yuhanna’da bu mevzuya hiç değinilmemiştir.
* Matta ve Markos İncili’nde Hazret-i Îsâ’nın vazifesine, Hazret-i Yahyâ hapse atıldıktan sonra, Yuhanna’da ise hapsedilmesinden önce başladığı bildirilmektedir. (Bkz. Matta, 4/12-17; Markos, 1/14-15; Yuhanna, 3/22-26, 4/1-3)
* Hazret-i Îsâ’nın tutuklanma gecesinde meydana gelen hâdiseleri, dört İncil de teferruatlı olarak anlatmaktadır. Ancak bu hususta da birinin beyânı, diğerinin beyânına ters düşmekte; büyük farklılıklar ve çelişkiler arz etmektedir. (Bkz. Matta, 26/47-56; Markos, 14/13-52; Luka, 22/47-53)
Velhâsıl İncil’lerde, Allah kelâmı ile beşer kelâmı ve bâtıl düşünceler, iç içe ve girift bir hâldedir. Aynı hâdiseler bile, farklı İncil’lerde, hattâ aynı İncil’de dahî birbirinden farklı ve çelişkilerle dolu bir sûrette nakledilmektedir. Bir İncilʼin verdiği bir hükmü, diğer bir İncil ya değiştirmekte ya da tekzip edebilmektedir.
İncil’ler, birbirinden habersiz kişilerin, kendi kültür seviyelerine, şahsî temâyüllerine ve mahdut akıllarına göre te’lif ettikleri çelişkili bilgilerle doludur. Bu nevî tenâkuzlar, beşer kitaplarında bile kabul edilemeyecek kadar ciddî noksanlıklardır. Hâl böyle iken, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Cenâb-ı Hakk’ın, kullarına bu kadar karışık ve birçok eksikliklerle dolu bir beyanda bulunmayacağı muhakkaktır.
Öte yandan, peygamberleri görerek daha onların sağlıklarında ilâhî kitaplara şâhid oldukları hâlde, yine de bu kitapların Allah katından olduğuna dâir “mûcize” kabîlinden birtakım deliller isteyen insanoğlunun, bugünkü delilsiz, mesnedsiz ve çelişkilerle dolu muharref kitapları körü körüne kabullenmeye devam etmesi, acabâ nasıl değerlendirilmelidir?!.
Burada ancak bir kaçına yer verdiğimiz İncil’lerdeki tenâkuzların sayısı elbette çok daha fazladır. Bu mevzuya dâir tafsilâtlı mâlumat için ilgili kaynaklara bakılabilir.[15]
Daha evvel de bahsettiğimiz gibi, dört İncil’in dışında başka İncilʼler de mevcuttur. Fakat bunların Hazret-i Îsâ’nın ulûhiyetine karşı oldukları için, Kilise tarafından apokrif (sahte) sayıldığını da ifade etmiştik. Bunlar içinde belki de en meşhur olanı, Barnaba İncili’dir.[16]
Barnaba İncili’ni diğerlerinden ayıran başlıca farklılıklar şunlardır:
- Hazret-i Îsâ, ne Tanrı, ne de Tanrıʼnın oğludur. O, Allah Teâlâ’nın insanlara gönderdiği bir peygamberdir.
- Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’ın kurban etmek istediği oğlu İshak -aleyhisselâm- değil, İsmail -aleyhisselâm-’dır.
- Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- çarmıha gerilmemiştir.
- Beklenen Mesih, Faraklit’tir, yani Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.
Barnaba, Hazret-i Îsâ’nın ashâbının ileri gelenlerindendir ve tevhîd akîdesine bağlıdır. Bu yüzden ilk dönemlerde tevhîd inancını savunan Yâkub ve Barnaba gibi mühim şahsiyetlerle, tevhidden ayrılıp teslis akîdesine sapan Pavlusçular arasında büyük mücadeleler olmuştur. Bu mücadeleden her ne kadar Pavlus ve taraftarları galip çıkmış olsa da Hristiyanlık tarihi içinde Pavlus muhâlifi gruplar da her zaman var olmuştur.[17]
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a indirilen, ancak şu an bulunmayan gerçek İncîl-i Şerîf’in bütün bu tenâkuz ve kusurlardan berî olduğu muhakkaktır. Üstelik onun takvâ sahibi müʼmin kullar için bir hidâyet rehberi olduğunu, yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm şöyle beyan buyurmaktadır:
“Kendinden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı olarak peygamberlerin izleri üzerine, Meryem oğlu Îsâ’yı da arkalarından gönderdik. Ve ona, içinde doğruya rehberlik ve nur bulunan, ondan evvelki Tevrât’ı tasdîk etmek, müttakîlere bir hidâyet ve öğüt olmak üzere İncîl’i verdik.” (el-Mâide, 46)
Cenâb-ı Hak, ehl-i kitâbı, yegâne hak dîn olan İslâm’ı kabul edip ilâhî emir ve yasaklarına riâyet etmeleri hâlinde bağışlayacağını şöyle beyan buyurmaktadır:
“Eğer ehl-i kitap îman edip ittikā etselerdi, herhâlde (geçmiş) kötülüklerini örter ve onları, nîmetleri bol Cennetʼlere koyardık.” (el-Mâide, 65)
Dipnotlar:
[1] İbn-i Kesîr, Tefsîr, [en-Nisâ, 163]; İbn-i Nedîm, Fihrist, Tahran 1966, s. 24.
[2] Ayrıca bkz. Yûnus, 38.
[3] Hristiyanlar aslında aynı olan bu kitapları, birkaç parçaya bölerek ve her birini müstakil sayarak hesapladıkları için bu rakamı 21 olarak verirler.
[4] Yine yahudîlerden farklı hesaplamaları sebebiyle hristiyanlarca bu sayı 13’tür.
[5] Kitaplar aynı olmasına rağmen yine farklı hesaplama sebebiyle hristiyanlara göre bu sayı 39’dur.
[6] “Tanak” kelimesi içindeki sessiz harfler, ihtiva ettiği kitapların adının baş harflerine karşılık gelir: T=Tevrat, N=Neviim/Nebîler, K=Ketuvim/Kitaplar.
[7] İbrânîce ve Ârâmîce yazılmış Tanakʼın 24 cildini de ihtivâ eden metne masoretik metin denilir. Yahudî kutsal metinlerinin düzenli bir şekilde kaydedilmesini ve gelecek nesillere aktarılmasını sağlamak için oluşturulmuş ve Masoretler denilen yahudî kâtipler ile mukaddes metin uzmanlarından oluşan bir grup tarafından M. S. 7. ve 10. yüzyıllar arasında hazırlanmıştır. İbrânîce’de Masoretik mefhumunun kaynağı olan “mesorah” kelimesi, “geleneğin aktarılması”nı ifade eder.
[8] Yukarıda bahsettiğimiz gibi bu metin mîlâdî 90-100 yılları civarında standart hâle getirilmiş olsa da, bugün mevcut olan en eski masoretik metin nüshası mîlâdî 820-850’lerde istinsah edilen nüshadır ki, bu da sadece Tevrât’ı ihtiva etmektedir. Buna mukâbil, yahudî mukaddes kitaplarının tamamı demek olan Tanak’ın en eski tam nüshası, ancak mîlâdî 10. asrın ilk yıllarında istinsah edilen Halep kodeksidir.
[9] Bkz Baki Adam, Yahudî Kaynaklarına Göre Tevrat, sf. 126-130.
[10] Bu kaynakların, kronolojik sıra itibârıyla, J (Yahvist), E (Elohist), D (Deuteronmy = Tesniye) ve P (Priestly = Kohenler Metni) olmak üzere, dört ayrı kaynaktan beslenerek oluşturulduğu söylenmiştir. Wellhausen adlı araştırmacıya göre, bunlar sırasıyla M. Ö. 9, 8, 7 ve 5. yüzyıla ait metinler olup sonradan bir araya getirilerek bugünkü Tanak oluşturulmuştur.
[11] Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Allah, kendilerine kitap verilenlerden, «Onu mutlaka insanlara açıklayacaksınız, onu gizlemeyeceksiniz» diyerek söz almıştı. Onlar ise bunu kulak ardı ettiler, onu az bir dünyalığa değiştiler. Yaptıkları alışveriş ne kadar kötü!” (Âl-i İmrân, 187)
Ayrıca bkz. el-Bakara, 41, 79, 174; Âl-i İmrân, 77; en-Nisâ, 46; el-Mâide, 13, 41, 44; el-Aʻrâf, 157...
[12] Geniş bilgi için bkz. Ekrem Sarıkçıoğlu, Diğer İnciller (Apokrif İnciller), Fakülte Kitabevi, Isparta 2009.
[13] Bkz. Şinasi Gündüz, Dinsel Şiddet -Sevgi Söyleminden Şiddet Realitesine Hristiyanlık-, sf. 44 vd. Etüt Yay. Samsun 2002.
[14] Geniş bilgi için bkz. DİA, İncil ve Ahd-i Cedid Maddeleri.
[15] Bkz. Şaban Kuzgun, Dört İncil Farklılıkları ve Çelişkileri, Ankara, 1996.
[16] Barnaba İnciliʼnin çeşitli Türkçe tercümeleri bugün elde mevcuttur.
[17] Ayrıca Pavlusʼtan sonra geçen üç asır sonrasında bile, Hazret-i Îsâʼnın ulûhiyetine hâlâ itiraz eden, oldukça da üst seviyelerde vazife alan, hatırı sayılır miktarda din adamı bulunmaktaydı. Nitekim İznik Konsiliʼnde aforoz edilen İskenderiyeli Aryüs, yine o günkü İstanbul Kilisesiʼnin en üst makamında olduğu sırada Efes Konsiliʼnde aforoz edilen İstanbul Patriği Nestoryus, ilk akla gelen isimlerdir. Ayrıca günümüzde Unitarian Cemaati gibi, Hristiyanlık içinde teslîsi reddeden gruplar hâlâ bulunmaktadır.