Hak Din İslâm ve Muharref Dinlerde Kutsal Peygamber Anlayışı

Hak din İslam'da peygamber anlayışı nasıldır? İslam'da peygamberlerin sıfatları nelerdir? Yahudilik'te peygamber anlayışı nasıldır? Yahudilik'te ismi geçen peygamber kimdir? Hristiyanlık'ta peygamber anlayışı nasıldır? Hristiyanlık'ta ismi geçen peygamber kimdir?

Peygamberler, insanları hak ve hakîkate dâvet etmek için Allah tarafından gönderilen, vahyin muhâtabı olmakla şereflenen, mümtaz ve sâlih kullardır.

İlk insan Hazret-i Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan nübüvvet, son peygamber Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kadar devam etmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de;

(Rasûlüm!) Biz Sen’i müjdeleyici ve uyarıcı olarak hak ile gönderdik. Her topluluğa mutlaka bir uyarıcı (peygamber) gelmiştir.” (Fâtır, 24)

“Her ümmetin bir peygamberi vardır…” (Yûnus, 47) buyrulmaktadır.

Peygamberlerin sayısı hususunda bilgi verilmemekle birlikte;

“Daha önce kıssalarını Sana anlattığımız peygamberler gönderdik. Sana anlatmadığımız (nice) peygamberler de gönderdik…” (en-Nisâ, 164) âyetine göre, Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçmeyen peygamberlerin de bulunduğuna şüphe yoktur. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde peygamberlerin sayısının 124.000 küsur olduğunu haber vermiştir.[1]

Bunlardan kimine müstakil bir şerîat verilmiş, kimi de evvelki peygamberin şerîatini devam ettirmiştir.

Peygamberlerden sadece 24 tanesinin ismi Kur’ân-ı Kerîm’de geçmektedir. Bunların dışında ismi geçen üç şahsın peygamber mi, velî mi olduğu hususu ihtilâflıdır.[2]

İslâm; aralarında ayrım yapmadan, bütün peygamberlere ve getirdiklerine inanmayı farz kılmıştır. Dolayısıyla Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-ʼdan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe kadar gelmiş olan bütün peygamberler, İslâm peygamberleridir.

Nitekim Kurʼân-ı Kerîmʼde şöyle buyrulmaktadır:

“Şüphesiz, Allâh’ı ve peygamberlerini inkâr edenler, Allâh’a inanıp peygamberlerine inanmayarak ayrım yapmak isteyenler, «(Peygamberlerin) kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!» diyenler ve böylece bu ikisinin (îmanla küfrün) arasında bir yol tutmak isteyenler var ya; işte onlar, gerçekten kâfirlerdir. Biz de kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırlamışızdır.

Allâh’a ve peygamberlerine îman edenler ve onlardan hiçbirini diğerlerinden ayırmayanlara gelince, işte onlara Allah mükâfatlarını verecektir. Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.” (en-Nisâ, 150-152)

Bu itibarla bir müʼminin gönül ve zihin dünyasında, bazı peygamberleri sanki yahudî ve hristiyanların peygamberiymiş gibi kodlayıp onları “peygamberlere îman” dairesinin dışında tutması, aslâ câiz değildir. Hristiyan ve yahudîler ise bu hususta İslâmʼın sahih ve engin bakış açısından tamamen mahrumdurlar. Onlar sadece kendi kabul ettikleri peygamberlere inanır, diğerlerini reddederler.

Hâlbuki Kurʼân-ı Kerîmʼde;

“…Allâhʼın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız…” (el-Bakara, 285) buyrulmaktadır. Yani peygamberler arasında, tebliğ ettikleri inanç esasları bakımından hiçbir farkın bulunmadığı bildirilmektedir.

Fakat diğer bir âyet-i kerîmede:

“O peygamberlerin bir kısmını diğerlerinden üstün kıldık. Allah onlardan bir kısmı ile konuşmuş, bazılarını da derece derece yükseltmiştir…” (el-Bakara, 253) buyrularak, peygamberler arasında ancak fazîlet farkları bulunduğu haber verilmektedir.

Bu itibarla Âhir Zaman Nebîsi, Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, “Allâh’ın Habîbi” ve peygamberlerin imâmıdır.

Diğer taraftan, peygamberler ne kadar yüce şahsiyetler olurlarsa olsunlar, İslâm’da Allahʼtan başkasına aslâ ulûhiyet isnâd edilemez. Peygamberler, Allâh’ın elçileri ve kullarıdır. Allâh’ın izni ve dilemesi dışında herhangi bir fayda sağlayamaz, zararı gideremezler. Allâh’ın bildirdikleri dışında gaybı bilemezler.

Fakat hristiyanlar, peygamberlerini yüceltmede haddi aşmaları sebebiyle, Hazret-i Îsâʼya ilâhlık isnâd etmiş, böylece dînin temeli olan tevhîd akîdesini kaybetmişlerdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini böyle bir dalâlete sürüklenmekten sakındırmak için, pek çok tembihte bulunmuştur. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir:

“Hakkımda, hristiyanların Meryem oğlu Îsâ’ya yaptıkları aşırı övgülerde bulunmayın. Şurası muhakkak ki ben, Allâh’ın bir kuluyum. Benim için: «Allâh’ın kulu ve elçisi» deyin.” (Buhârî, Enbiyâ, 48)

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer bir hadîs-i şerîfinde ise kendisine aşırı tâzim gösteren kimseleri, şu şekilde îkaz buyurmuştur:

“Siz beni, hakkım olan derecenin üzerine yükseltmeyiniz! Çünkü Allah Teâlâ beni rasûl edinmeden önce kul edinmişti.” (Hâkim, III, 197/4825; Heysemî, IX, 21)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, insanların en şereflisi olup Allâh’ın medhine nâil olduğu hâlde, peygamberliğini tasdik cümlesinin başına, bilhassa ve ısrarla “عَبْدُهُ : Allâh’ın kulu” ifadesini ilâve ederek, ümmetinin -geçmiş toplumlarda olduğu gibi- insanları ilâhlaştırma sapıklığına düşmesine mânî olmak istemiştir.

Hakîkaten, Krişna ve Buda’ya “Allah”, Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a da “Allâh’ın oğlu” demekte tereddüt göstermeyenler ve hiç sıkılmadan Firavun ve Nemrud’u tanrı kabul edenler, hayvanlara veya ateş, su ve hava gibi tabiat kuvvetlerine bile tapan bir kısım zavallılar, böyle fevkalâde bir kişiyi, seve seve “ilâh” olarak kabul edebilirlerdi.

Fakat Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilâhî emirle, kendi mevkiini şöyle îlân ediyordu:

“Ben de sizler gibi bir insanım. (Ne var ki) bana; «Sizin İlâhʼınız ancak bir tek İlâhʼtır.» diye vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, sâlih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” (el-Kehf, 110)

Şüphesiz ki peygamberler, Cenâb-ı Hakkʼa en yakın kullardır. Dolayısıyla peygamberlik, bir insanın nâil olabileceği en üst mertebedir. Fakat peygamberlik, Allah vergisidir; çalışma, ibadet ve tâatle elde edilemez. Bir kula peygamberlik vazifesinin lûtfedilmesinde, onun sahip olduğu mal, mülk, şan, şöhret ve makamın da herhangi bir tesiri yoktur.

Yüce dînimiz İslâmʼa göre peygamberlerde muhakkak bulunması gereken beş vasıf vardır:

Sıdk, emânet, fetânet, ismet ve tebliğ.

Sıdk: Peygamberler söz ve fiillerinde dâimâ doğruluk üzeredirler. Onların yalan söylemeleri muhâldir. Onların doğrulukları kendilerine îman etmeyenler tarafından dahî tasdik edilmiş bir yüceliktedir.

Emânet: Peygamberler, beşeriyetin en emîn, en güvenilir kimseleridir.

Fetânet: Peygamberler, insanlar içinde her yönden -bilhassa da akıl ve zekâ bakımından- en üst seviyededirler.

İsmet: Gizli ve âşikâr her türlü mâsiyet ve günah işlemekten uzaktırlar. Bu hususta ilâhî himâye altındadırlar. Kararlarında yanıldıkları zaman ilâhî îkaz ve yardım ile teʼyid ve tashîh edilirler.[3]

Ancak onların da acziyeti tatmaları ve beşer oldukları unutulup kendilerine ulûhiyet izâfe edilmemesi için, bazen “zelle” denilen gayr-i irâdî hatâlara düştükleri vâkîdir. Zira peygamberler, örnek alınabilmesi mümkün olan davranışlar sergilemek durumundadırlar. Aksi hâlde insanlar, “Peygamberlerin emrettiği şeyler bizim tâkatimizin üstündedir.” diyerek ilâhî emir ve nehiyleri îfâya mâzeret bulurlardı.

Tebliğ: Peygamberler, ilâhî emirleri dosdoğru olarak, emredildikleri şekilde insanlara bildirirler. Onların tebliğlerinde, kendilerinden ne bir ilâve ne de bir eksiltme vardır.

İnsanları Allâh’a îman edip O’nun emirlerine uymaya davet eden her bir peygamber, muayyen bir zaman için ve belli bir topluma gönderilmiştir. Fakat Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bundan müstesnâdır. O, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir.

Bu hakîkati Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifade buyurur:

“Bana, benden önceki peygamberlerden kimseye verilmemiş olan beş husûsiyet verildi:

  • Bir aylık mesafeden düşmanın kalbine korku salmakla yardım olundum.
  • Bana yeryüzü mescid ve temiz kılındı. Binâenaleyh ümmetimden herhangi bir mü’min, namaz vakti gelince, hemen olduğu yerde namazını kılsın!
  • Benden önce hiçbir peygambere helâl kılınmayan ganimet, bana helâl kılındı.
  • Şefaat izni verildi.
  • Benden önceki peygamberler, sadece milletlerine gönderilirlerdi. Ben ise, bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim.” (Buhârî, Teyemmüm, 1)

Yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in peygamber olarak gönderilişinden itibâren kıyâmete kadar gelecek bütün insanlık, O’nun ümmetidir. O’na inanıp ebedî kurtuluş davetine uyanlar “ümmet-i icâbe”, diğerleriyse “ümmet-i gayr-i icâbe” diye adlandırılırlar.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kendi devrine kadar insanlığın tefekkür ve yaşayış bakımından kaydettiği gelişmeye ilâveten, beşeriyetin kıyâmete kadar vâkî olabilecek ihtiyaçlarını da karşılayacak bir şahsiyet olmak üzere “Âhir Zaman Nebîsi” olarak gönderilmiştir. O, “Hâtemü’n-Nebiyyîn”dir, yani nebîler silsilesinin mührü, nübüvvet takviminin son yaprağıdır.

Bugün elimizde Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Îsâ ve diğer peygamberlerin sünnetleri, yani fiilî uygulamalarına dâir güvenilir bilgiler yoktur. Fakat kıyâmete kadar gelecek bütün insanlığa gönderilmiş son peygamber olmasından dolayıdır ki, tarihte hayatının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilebilen tek peygamber ve tek insan, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nun bütün fiil, söz ve duyguları anbean kaydedilerek tarihe bir şeref levhası hâlinde nakşedilmiştir. Efendimiz’in bütün davranışları, İslâm’ın ideal mânâda hayata tatbîki için fiilî bir kıstas hükmündedir.

Bu hakîkati zaman zaman ehl-i kitap bile kabul etmek mecburiyetinde kalmıştır. Nitekim Amerikalı ilim adamı Michael Hart, 1979 yılında dünyanın gelmiş geçmiş en tesirli 100 büyük insanını seçme çalışması yaptı. Büyük insanların kabiliyetlerini, mücadelelerini, icraat ve başarılarını bilgisayara kaydetti. Aylar süren çalışmadan sonra bilgisayar, verilen bilgiler ışığında dünyanın en büyük ismini seçti. Bu isim, Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- idi.

Michael Hart, Peygamber Efendimizʼin her hususta insanlığa rehberliğini ve örnekliğini şu sözlerle ifade etti:

“Bir hristiyan olarak gönlüm Hazret-i Îsâ’nın birinci sırada gelmesini isterdi. Fakat dürüst olmak gerekirse, bazı kategoriler vardı ki onu seçmem mümkün olamadı. Meselâ Îsâ Mesih bir baba değildi, ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) iyi bir babaydı. Îsâ koca olamadı, ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) iyi bir koca oldu. Îsâ Mesih devlet adamı olamadı, ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) bu hususta da örnek oldu. Îsâ Mesih bir savaşçı değildi, ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) büyük bir savaşçı idi. Îsâ Mesih bir yönetici olamadı, ama Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) oldu.”

Araştırmanın ardından Fransız dergisi Le Point, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i 1979’da “Yılın Adamı” seçti. 29 Aralık 1979 tarihli gazeteler, habere yer verirken bunun gerekçesi olarak şunları yazdılar:

Hazret-i Muhammed, 571-632 yılları arasında yaşamış olmasına rağmen, dünyadaki tesiri çığ gibi büyüyor ve milyonlarca insan, hâlâ O’nun gösterdiği yolda yürüyor.”

Böylesine müstesnâ bir hayat ve ahlâka sahip olmak, şüphesiz büyük bir mûcizedir. Peygamber Efendimiz’in bir mûcizesi de, yirmi üç sene gibi kısa bir sürede, câhiliye insanını fazîletler medeniyeti inşâ eden bir sahâbe-i kirâm kıvamına ulaştırmış olmasıdır. Bu hakîkat, birçok âlim tarafından ifade edilmiştir. Meselâ, İslâm hukuk metodolojisinin en mühim sîmâlarından biri olan Şehâbeddîn Karâfî (v. 1285) şöyle der:

“Peygamber Efendimiz’in hiçbir mûcizesi olmasaydı, (yetiştirmiş olduğu) ashâb-ı kirâm, O’nun nübüvvetine delil olarak kâfî gelirdi.”[4]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hayâtındaki fazîlet tezâhürleri, bütün insanlığa kıyâmete kadar bir numûne-i imtisâldir. O eşsiz kandilin âleme saçtığı nûru seyredebilen insaflı hiçbir göz, O’nun hakîkatini inkâr edemez. Nitekim îman etmediği hâlde akl-ı selîmin gereği olarak nice yabancı ilim erbâbı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in fazîlet ve muvaffakıyetini vicdânen tasdik etmişlerdir.

Meselâ, Fransız tarihçi ve mütefekkir Lamartine (ö. 1869) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkındaki hayranlığını şöyle dile getirmiştir:

“Şayet gayenin büyüklüğü, vasıtaların küçüklüğü ve neticenin azameti, insan dehâsının üç ölçüsü ise; modern tarihin en büyük şahsiyetlerini Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-)ʼle kıyaslamaya kim cesaret edebilir?

O şahsiyetlerin en meşhurları ancak ordular teşkil ettiler, kânunlar çıkardılar, imparatorluklar kurdular. Fakat neticede, çoğu kez gözleri önünde ufalanan maddî kuvvetler meydana getirebildiler.

Hâlbuki O (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-); sadece orduları, hukuk sistemlerini, imparatorlukları, kavimleri ve hânedanları değil, dünyanın üçte biri üzerindeki milyonlarca insanı da harekete geçirdi.” (A. de Lamartine, L’histore de la Turquie)

Fikirleriyle pek çok mütefekkiri ve Fransız ihtilâlcilerini bir hayli etkilemiş olan Cenevreli filozof ve yazar Jean Jacques Rousseau da (ö. 1778) şöyle demiştir:

“Her insan taş tabletleri oyabilir, bir kâhini satın alabilir, kendini herhangi bir tanrıyla gizli bir irtibâtı varmış gibi gösterebilir, kulağına konuşacak şekilde bir kuşu eğitebilir ya da kendini halka dayatacak başka kaba metotlar bulabilir. Sadece bu kadarını yapabilen biri bile, tesadüfen de olsa bir grup kaçağı etrafına toplayabilir, fakat asla bir imparatorluk kuramaz ve oluşturduğu eser kısa süre içinde kendisiyle birlikte yok olup gider.

Hâlâ varlığını sürdüren yahudî kanunları, on asırdan beri dünyanın yarısını yöneten İsmâilʼin oğlunun (yani onun soyundan gelen Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin) kanunları, bu kanunları buyurmuş büyük insanları bugün de hâlâ bize göstermektedir.

Kibirli felsefe ya da kör yandaşlık zihniyeti, bu insanları sadece tâlihi yâver gitmiş düzenbazlar olarak görürken; gerçek siyâset, onların attığı temellerde, kalıcı yapılara öncülük eden o büyük ve güçlü dehâyı görüp hayranlık duyar.”[5]

Yine, 1789 Fransız İhtilâli’nin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan La Fayette (ö. 1834); meşhur “İnsan Hakları Beyannâmesi” neşredilmeden, bütün hukuk sistemlerini tedkik etmiş ve İslâm hukukunun üstünlüğünü görünce -Peygamber Efendimiz’i kastederek- şöyle demekten kendini alamamıştır:

“Ey şanlı ve büyük insan! Sen ne kadar takdîr edilsen azdır! Zira Sen adâletin ta kendisini bulmuşsun. (Bugüne kadar hiç kimse, Sen’in tevzî ettiğin adâlet seviyesine ulaşamadı!)”[6]

İskoç asıllı İngiliz yazar Thomas Carlyle da (ö. 1881) hayranlık dolu bir îtirafta bulunmuştur:

“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar saygı ve îtibar görmemiştir.”

“O’nun doğuşu, nûrun zulmetten sıyrılışıdır.”

Alman ediplerden Johann Wolfgang von Goethe ise (ö. 1832) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkındaki takdirlerini şöyle dile getirmiştir:

“Hiç kimse Hazret-i Muhammed’in prensiplerinden daha ileri bir adım atamaz. Avrupa’ya nasîb olan bütün başarılara rağmen, Avrupalıların koymuş olduğu bütün kanun ve nizamlar, İslâm kültürüne göre eksiktir. Biz Avrupa milletleri, medenî imkânlarımıza rağmen Hazret-i Muhammed’in son basamağına varmış olduğu merdivenin daha ilk basamağındayız. Şüphe yok ki, hiç kimse bu yarışta O’nu geçemeyecektir. Ve bu kitap (Kur’ân) da son derece pratik (hayata tatbik edilebilir) olduğundan, ebediyyen tesirini kaybetmeyecek ve diğer milletleri etrafında toplayacaktır.”

Yine Hâfız-ı Şîrâzî’nin dîvânını okuyarak epeyce tesirinde kalmış olan bu meşhur şair, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben şu mânâya gelen mısrâları yazmıştır:

“Sen koca bir dağ pınarısın! Sen’den herkes istifâde eder. Kardeşlerini bağrına alarak, yakıcı çöllerin kumlarından kurtarırsın. Çağlayarak dağlar aşar, ebediyet ummânına ulaşırsın…”

Alman devlet adamı Otto von Bismarck da (ö. 1898) asırlar ötesinden Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe şu hürmetkâr ifadelerle seslenmiştir:

“Muhtelif devirlerde, insanlığı sevk ve idâre etmek için Allah tarafından gönderilmiş olan semâvî kitapları tam ve etraflıca inceledim. Fakat insanlar tarafından tahrif olundukları için, hiçbirinde aradığım hikmet ve isâbeti göremedim. Bu kitaplardaki kanunlar, değil bir toplumun, bir hâne halkının bile saâdetini temin edebilecek mâhiyete sahip değildir. Fakat Hazret-i Muhammedʼe tâbî olanların ellerinde bulunan Kur’ân, bundan müstesnâdır.

Ben Kur’ân’ı her yönüyle inceledim ve her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm. Muhammedʼe tâbî olanların düşmanları, bu kitabı Hazret-i Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-)’in yazdığını iddiâ ediyorlarsa da, en mükemmel bir dimağdan bile, böyle bir hârikanın ortaya çıktığını iddiâ etmek, gözlerini hakîkatlere kapatıp, kin ve garaza âlet olmak mânâsına gelir. Bu da ilim, hikmet ve hakkâniyetle bağdaşmaz.

Ben şunu iddiâ ediyorum ki: Hazret-i Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) mümtaz/seçkin bir kuvvettir. Yüce Yaratıcı böyle bir şahsı bir daha dünyaya göndermeyecektir.

Yâ Muhammed! Sen’inle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı mahzunum!..

Senʼin muallimi ve tebliğcisi olduğun bu kitap (Kurʼân-ı Kerîm), Senʼin eserin değildir. O lâhûtîdir/ilâhîdir. Bu kitabın ilâhî olmadığını iddiâ etmek, bilinen müsbet ilimlerin bâtıl (gerçek dışı ve yanlış) olduğunu ileri sürmek kadar gülünçtür.

İnsanlık Sen’in gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra da bir daha görmeyecektir. Bundan dolayı, yüksek huzûrunda tam bir hürmetle eğilirim…”

YAHUDÎLİKʼTE PEYGAMBER ANLAYIŞI

Yahudîlikʼte Allah inancı gibi, peygamberlik anlayışı da kendilerine has bir keyfiyet arz etmektedir ve pek çok çelişkili telâkkî ile doludur.

Tevrât’a göre, sahte ve hakikî olmak üzere iki çeşit peygamber vardır. Talmud yazarları, peygamberlerin sayısına dâir farklı rakamlar zikrederler. Bir anlatıma göre Hazret-i İbrahim’den başlamak üzere toplam 55 peygamber vardır ve bunların 7ʼsi kadındır.[7]

Diğer bazı Talmud yazarlarına göre ise peygamberlerin sayısı Mısır’dan çıkan yahudîlerin sayısı kadardır ki bu da 600.000 küsur peygamber demek olur. Tabiî ki bu, oldukça mübâlağalı bir rakamdır. Bunu iddiâ edenler, bütün peygamberlerin mesajlarının yazıya dökülmediğini ve bundan dolayı da unutulup gittiklerini söyleyerek bu abartılı ifadelerini teʼvil etmeye çalışmışlardır.

Yahudî kutsal kitabı Eski Ahidʼin; “Tevrat, Nebîler ve Kitaplar” olmak üzere üç bölümden oluştuğunu daha önce ifade etmiştik. Yahudîlik’teki peygamber anlayışı da Eski Ahidʼin bu bölümlerine uygun olarak üç kısımda mütâlaa edilebilir:

1- En büyük peygamber, kendisine Tevrat verilmiş olan Hazret-i Mûsâ’dır. Ondan önce ve sonra böyle büyük bir şahsiyet gelmeyecektir. Tanrı onunla yüz yüze ve aracısız konuştuğu için, nübüvvetin en üst noktasında o vardır.

2- Tanrı diğer peygamberlere Hazret-i Mûsâ’dan farklı olarak emirlerini ancak aracılar vâsıtasıyla (melek, rüya, ilham vb.) bildirmiştir. Bunlar da nübüvvetin ikinci kısmını oluştururlar ki bunlar da Eski Ahid’in “Nebîler” diye bilinen bölümünde yer alırlar.

3- Yahudîlikʼte Tanrı Yahova, peygamberler dışında bazı önemli kişilere, krallara, sâdık kullarına, peygamber sayılmasalar dahî, kalp gözlerinin açık olması sebebiyle, ilham yoluyla bazı mesajlar iletmiştir. Fakat onlar, umûmî kanaate göre aldıkları mesajları insanlara tebliğ ile mükellef değildirler. Bu sebeple de peygamber olarak görülmezler. Bunlar da Eski Ahid’in üçüncü kısmı “Kitaplar” diye bilinen bölümde yer alırlar.

Hazret-i Dâvud -aleyhisselâm- ile Hazret-i Süleyman -aleyhisselâm- da böyledir. Onlar yahudîlerin tarihteki en büyük iki kralıdır. Kendileri peygamber olmasa da, Rab Yahova onlara da kimi zaman, peygamberlerine bildirdiği gibi, emirlerini bildirmiştir. Ayrıca yahudîlerin âhir zamanda ortaya çıkmasını bekledikleri Mesih de Hazret-i Dâvudʼun soyundan gelecektir.

Mûsâ bin Meymun gibi, yahudîlerin önde gelen bazı âlimleri, Hazret-i İbrahim’den öncekilerin ve Hazret-i Dâvud ile Hazret-i Süleyman’ın düşük dereceli (3. dereceden) peygamberler olduklarını söylemişlerdir.

Yahudîlere göre Hazret-i Âdemʼden Hazret-i İbrahimʼe kadar gelen bütün peygamberler de, tam bir peygamber sayılmazlar. Onlar ancak İsrâiloğullarıʼnın ataları olan, mühim ve mukaddes şahsiyetlerdir. Onlarda yine de alt derecede bir nübüvvet sıfatı vardır. Zira Eski Ahid’in Tekvin Kitabı’nda Rab Yahovaʼnın onlarla da zaman zaman konuştuğu ifade edilmektedir.

İslâmʼda peygamberler için vâcib olan beş sıfat, Yahudîlikʼte yoktur. Bu sebeple peygamberler -hâşâ- hîle yapabilir, zânî ve zâlim olabilir, yalan söyleyebilir, sırf kendisini düşünen bencil bir karakter sergileyebilirler.

Yahudîlikʼte, hakikî bir peygamberde bulunması gereken sadece iki sıfat vardır:

1) İnsanları Allâh’a kulluğa çağırmalı ve Allah’tan başka ilâhların peşinden gitmemelidir. (Bkz. Yeremya, 14/14-16, 23/21, 25-32)

2) İstikbâle dâir haberler vermeli ve söyledikleri de tahakkuk etmelidir. (Bkz. Tesniye, 18/20-22)

Fakat yahudîlerin, peygamberlerinden bahsediş şekilleri, kendi koydukları bu iki şartla dahî tenâkuz hâlindedir.

Yahudîlikʼte peygamberlerin mesʼûliyetleri sadece ilâhî mesajları insanlara eksiksiz olarak ulaştırmak olduğundan, geri kalan davranışlarında onlar da diğer insanlar gibidirler. İyi insanlar olsalar da günah işleyebilirler. Bu hususta Tanrı tarafından özel bir himâye altında değildirler.

Bu sebeple yahudîler, peygamber veya mukaddes şahsiyet olarak kabul ettikleri insanlara, son derece garip ve aslâ kabul edilemeyecek sıfatlar yakıştırmakta herhangi bir mahzur görmezler. Meselâ onlara göre:

  • Hazret-i Yâkub’un kayınpederi ile yapmış olduğu anlaşmada bir hîleye başvurarak sürünün en iyi koyunlarını kendisine ayırdığı söylenir. (Bkz. Tekvîn, 30/32-42, 31/7-16)
  • Yine Hazret-i Yâkub, babasının duâsını alma hususunda, ikiz kardeşi Iys’a (Esavʼa) hîlekârlık yapar. Babası İshâk’ın, gözlerinin görmediği yaşlılık döneminde bir gün canı av çeker ve oğlu Esav’dan bir av getirmesini ister. Bunu fırsat bilen Yâkub, annesiyle birlikte kurduğu bir entrika neticesinde babasına kendisini Esav olarak tanıtır, ona bir av sunar. Babası da onu Esav zannederek kutsar ve böylece mukaddes soy, Yâkubʼun neslinden devam eder. (Bkz. Tekvîn, 27/1-45)

İşin garibi; kendilerini seçilmiş halk olarak tanıtan yahudîler, bu seçilmişliği Hazret-i Yâkub ve oğullarına dayandırırken, diğer oğulları ve soyları hep dışlamışlardır. Nitekim bazı yorumcular, Tevratʼta kendilerine birtakım ahlâkî zaaf atfedilenlerin, aslında İsrâiloğullarıʼnın diğer soyları kötülemek için uydurup Tevrâtʼa kattıkları rivâyetler olduğunu söylerler.

Bu sebeple Tevratʼta Hazret-i Nûh’un oğlu Sâm seçilmiş, Hâm lânetlenmiş; Hazret-i İbrahim seçilmiş olarak övülmüş, yeğeni Hazret-i Lût çok çirkin bir vaziyetle ithâm edilmiş, yine Hazret-i İsmail karşısında Hazret-i İshak seçkin sayılmıştır. Yine Yâkub’un 12 oğlu içinden Yehuda, Levi ve Yusuf, diğerlerine göre hep öne çıkarılmıştır.

  • Yine muharref Tevrât’a göre Hazret-i Nûh, Tûfan’dan sonra üzüm yetiştirip şarap üreten ve içki içen bir alkoliktir. Üstelik Nûh, sarhoş olduğunda kendinden geçip çıplak olarak çadırında uzanırken, kendisini bu hâlde gören oğlu Hâmʼı ve onun soyundan gelecek olan Kenan’ı lânetler. Kenan adı, Yahudîlik’te en kötü isimlerden biri olarak kabul edilir. (Bkz. Tekvîn, 9/20-27)
  • Yine yahudîlere göre Hazret-i Lût, kızlarıyla zinâ etmiştir. Lût Kavmi helâk olunca Lût’un kızları soylarının devamı için gizlice babalarına içki içirip sarhoş etmişler ve onunla zinâ etmişlerdir. (Bkz. Tekvîn, 19/30-36)
  • Hazret-i Eyyub da şarap içmiştir. (Bkz. Eyyub, 1/13)
  • Hazret-i Mûsâ, Rabbine kulluk hissiyâtı içinde niyazda bulunacağı yerde -hâşâ- O’na zulüm isnâd eden, isyankâr tavırlar içerisinde tasvir edilmektedir. Nitekim Tevrâtʼın Sayılar kitabında Hazret-i Mûsâʼya izâfe ettikleri isyankâr tavır, şöyle dile getirilmektedir:

“Ve Mûsâ, kavmin, aşîretlerine göre herkesin, çadırının kapısında ağlamakta olduğunu işitti; ve Rabbin öfkesi çok alevlendi; ve Mûsâ’nın gözünde kötü oldu. Ve Mûsâ Rabb’e dedi:

«–Niçin kuluna kötülükle davrandın? Ve niçin senin gözünde lûtuf bulmadım ki, bu kavmin bütün yükünü benim üzerime yüklüyorsun? Bütün bu kavme ben mi gebe kaldım? Onları ben mi doğurdum ki, bana: “Lala, emzikli çocuğu taşıdığı gibi, atalarına andettiğim diyara kucağında onları taşı.” diyorsun? Bütün bu kavme vermek için ben nereden et bulayım? Çünkü bana; “Bize et ver de yiyelim.” diyerek ağlıyorlar. Bütün bu kavmi ben yalnız taşıyamam, çünkü bana çok ağırdır. Ve eğer bana böyle davranırsan, niyâz ederim, eğer gözünde lûtuf buldumsa, beni hemen öldür ki sefâletimi görmeyeyim!»” (Sayılar, 11/10-15)

  • Hazret-i Mûsâ, Allah ile görüşmek için Tûr-i Sînâ’ya gittiğinde, yahudîler için altın buzağıyı yapan, Hazret-i Hârun’dur. (Bkz. Çıkış, 32/1-20)

Yahudîler, Hârun -aleyhisselâm-’ı bir peygamberden ziyâde Hazret-i Mûsâ’nın yardımcısı ve bir kâhin olarak kabul ederler. Onlar hâdiseyi, “Hârun (-aleyhisselâm-), putu kavminin baskısıyla yaptı.” şeklinde te’vil etseler de bu cürmün, peygamber yardımcısı bir şahsın da yapabileceği bir şey olmadığı âşikârdır.

İslâm ise, peygamberlerin te’yîd-i ilâhîye mazhar olmuş yüksek şahsiyetler olduğunu beyân eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Hârunʼa yapılan bu çirkin iftirâyı şiddetle reddederek, hâdisenin doğrusunu haber vermiştir. Buna göre buzağıyı yapan kişi, Sâmirî adlı biridir. Hazret-i Hârun -aleyhisselâm-, buzağı putunu yapan değil, bilâkis yapılmasını engellemeye çalışan, hattâ bu yüzden putperestliğe meyilli bir kısım İsrâiloğulları tarafından linç edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bir peygamberdir.[8]

Yine yahudîlere göre;

  • Hazret-i Dâvud, pek çok karısı olan bir kraldır. Buna rağmen komutanı Urya’nın karısını görünce gönlü ona kayar ve onunla zinâ eder. (Bkz. II. Samuel, 11/2-5) Daha sonra da o komutanı katlettirmek maksadıyla en ön safta savaşa sürer ve öldürülmesine sebep olur. Cezâ olarak da doğan ilk çocuğu vefât eder. İkinci çocuk, Hazret-i Süleyman’dır. Yahudî kutsal kitabında bu hâdise anlatılır ve Hazret-i Dâvud için sadece; “Rabbin gözünde kötü olanı yaptı.” denilir. (Bkz. II. Samuel, 11/14-16, 26; 12/9-25)
  • Hazret-i Süleyman’ın 700 karısı, 300 de câriyesi vardır. Hattâ o, âhir ömründe putperest kadınların peşinde koşarak, onları memnun etmek için putlara tapar. (Bkz. I. Krallar, 11/1-12) Böylece Hazret-i Süleyman’ın da “Rabbin gözünde kötü olanı yaptığı” nakledilir. (Bkz. I. Krallar, 11/1-7)

Elbette bütün bunlar, Allâhʼın insanlığa ahlâk ve takvâda örnek olmak üzere gönderdiği en temiz insanlar olan peygamberlere yahudîlerin süflî arzuları ve nefsânî menfaatleri uğruna attıkları çirkin iftiralardan ibârettir. Hattâ bu lânetli kavim, bu iftirâlarla da yetinmemiş, peygamberlerini öldürme cürmünü dahî işlemiştir. Nitekim Hazret-i Zekeriyyâ -aleyhisselâm- ve oğlu Hazret-i Yahyâ -aleyhisselâm-, yahudîler tarafından öldürülen iki mazlum peygamberdir.

Yahudîlerin bu hâlini, Kur’ân-ı Kerîm şöyle açıklar:

“Sözlerinden dönmeleri, Allâh’ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere peygamberleri öldürmeleri ve «kalplerimiz kılıflanmıştır» demeleri sebebiyle (onları lânetledik! Onların kalpleri kılıflı değil) tam aksine küfürleri sebebiyle Allah, o kalpler üzerine mühür vurmuştur; pek azı müstesnâ, artık îmân etmezler.” (en-Nisâ, 155)

Diğer taraftan, yahudîlerin Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼa bakış tarzları da son derece çirkindir. Mâlum olduğu üzere Îsâ -aleyhisselâm- İsrâiloğullarıʼna gönderilmiş bir peygamberdir. Yahudîler ise kendilerini ıslah etmek üzere gönderilmiş olan bu peygambere de eziyet etmişler, hattâ onu katletmek istemişlerdir.

Yahudîlerin umûmî kabûlüne göre Hazret-i Îsâ, kendi içlerinden çıkmış sahte bir Mesihʼtir ve sapkın biridir. Bu sebeple bir kısım yahudî din âlimleri, eserlerinde Hazret-i Îsâ’yı görmezlikten gelip yok saymışlardır.

Yahudîlerin husûmet duydukları toplumlara çok kolay bir sûrette yalan ve iftira atarak onları insanlık nezdinde îtibarsızlaştırmak ve hakîkatleri çarpıtmak gibi bir huyları bulunduğu bilinmektedir. Îsevîlik, halk nezdinde alâka görüp yayılmaya başlayınca, bu durum yahudîlerin kin, haset ve husûmetlerini celbetmiş, bazı yahudî din adamları “bâkirelik” meselesini tartışmaya açarak Hazret-i Meryem ve oğlu Îsâ -aleyhisselâm-ʼa çok ağır bir iftirâ atmışlardır. Hazret-i Meryemʼin bâkire olmadığını, Romalı bir askerden hâmile kaldığını iddiâ etmiş; Hazret-i Îsâ hakkında, evlilik dışı doğmuş bir çocuk mânâsına gelen “mamzer” tâbirini kullanmışlardır.[9]

Kurʼân-ı Kerîmʼde, yahudîlerin bu çirkin iftirâsı “büyük bühtân” olarak ifade edilmektedir.[10]

Ayrıca İslâmʼın Hazret-i Îsâ ve annesi Hazret-i Meryemʼe sahih ve nezih bakışı sebebiyledir ki hristiyanlar, müslümanlarla bir yakınlık kurmak istediklerinde, kendilerinin de Hazret-i Meryem’in iffetine çok saygı duyduklarını dile getirerek, yahudîlerin bu husustaki iftiralarına karşı kendilerini müslümanlara daha yakın gördüklerini söylemişlerdir.

Hristiyanlıkʼta son derece ehemmiyet verilip yüceltilen Hazret-i Meryemʼin adı, Yeni Ahidʼin bütün kitaplarında ve mektuplarda sadece 19 defa geçerken, Kurʼân-ı Kerîmʼde ise tam 34 yerde geçmekte, ayrıca bir sûre de onun adıyla anılmaktadır.

Şunu bilhassa hatırlatalım ki, yeryüzündeki bütün dinlerden sadece İslâmiyet, Hristiyanlığın temel inanç esaslarından biri olan Hazret-i Îsâ’nın babasız olarak, iffetli ve dindar bir bâkireden doğduğu hakîkatini kabul etmektedir. Peygamber Efendimiz Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ümmetine; Hazret-i Îsâ’nın, Allâh’ın büyük bir peygamberi olduğunu ve cehâlet bataklığına saplanan İsrâiloğulları’na doğru yolu göstermek için gönderildiğini öğretmiştir. İslâm, Îsâ -aleyhisselâm-’a, annesi Hazret-i Meryem’e ve tahrîf edilmeden önceki hâliyle İncîl-i Şerîf’e inanılması ve hürmet edilmesi gerektiğini bildirmiştir.

Tevrat tefsîri olan Talmudʼda ise Hazret-i Meryem, “soysuz ve kötü bir kadın” olarak tasvir edilirken, Hazret-i Îsâ hakkında da “yalancı, büyücü, İsrâilʼin günahkârı, Yahudîliğin utancı, öldürülmeye müstahak tehlikeli bir suçlu” gibi, çirkin yakıştırmalar bulunmaktaydı.[11]

Fakat yahudîler uzun müddet hâkimiyetleri altına yaşadıkları hristiyanların hışmına uğramaktan çekindikleri için, bu tür iftirâları açık bir şekilde dillendiremediler.

1520ʼde Papaʼnın izni ile Bâbil Talmud’u, üç sene sonra da Kudüs Talmud’u basılınca, yahudîlerin Hazret-i Îsâ ve annesi Hazret-i Meryem hakkındaki çirkin iftirâları ve Hristiyanlığa yönelik hakâretleri iyice gün yüzüne çıktı. Bundan otuz sene sonra yahudîler için büyük felâketler zuhûr etti. 1553ʼte Romaʼda ele geçirilen bütün Talmud nüshaları yakıldı. Bu hâl, diğer İtalya şehirlerinde de tatbik edildi. 1554ʼte Talmud ve diğer İbrânîce kitaplara sansür getirildi. 1563ʼte Papa, Talmud kelimesinin kullanılmasını dahî yasakladı.

1578-1581 seneleri arasında Talmud, Basel şehrinde yeniden basıldıysa da bu baskıda bazı risâleler çıkarıldı, Hristiyanlığı kötüleyen birçok cümle kaldırıldı, birçok kelime de değiştirildi. Fakat bu tarihten sonra bile, papaların emriyle Talmud yine de toplattırıldı.[12]

1631ʼde Polonya’da toplanan bir yahudî meclisi, Talmudʼda Hazret-i Îsâ’dan söz eden bütün pasajların çıkarılmasını emreden bir karar yayınladı…

Velhâsıl, kendilerini içine düştükleri bâtıllardan kurtarmak için îkâz eden Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼa son derece kötü davranan yahudîler, yine kendilerini hak ve hakîkate davet eden âhir zaman nebîsi Hazret-i Muhammed Mustafa -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe de menfî bir tavır takındılar.

Esâsen yahudîler, okudukları kitaplardaki hakîkat bakıyyelerinden, bir peygamber geleceğini öğrenmişlerdi. Oʼnun vasıflarını da çok iyi biliyorlardı. Fakat kendilerini diğer milletlerden üstün gördükleri için, o peygamberin de kendi kavimlerinden olacağını bekliyorlardı.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ortaya çıkışı, bir Mesih / Kurtarıcı bekleyen yahudîleri son derece heyecanlandırmıştı. Bu sebeple Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin Medîne’ye hicretiyle birlikte, farklı bölgelerdeki yahudîler, Medîne yahudîlerine mektuplar yazarak ya da bizzat gelerek, Oʼnun bekledikleri Mesih olup olmadığını sordular. Medîne yahudîleri ise Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in İsrâiloğullarıʼndan değil de İsmâiloğullarıʼndan geldiğini öğrenince, kendilerine sorulan bu suallere menfî cevaplar vererek onlara eski inançlarında sâbit kalmalarını söylediler.

Kurʼân-ı Kerîm, bu hususta yahudî ve hristiyanların garazkâr tavrını şöyle ifşâ etmektedir:

“Kendilerine kitap verdiklerimiz (yahudî ve hristiyanlar), O’nu (o kitapta haber verilen Rasûlullâh’ı), öz oğullarını tanıdıkları gibi (çok iyi) tanırlar. Buna rağmen (yine de) içlerinden bir grup, bile bile gerçeği gizlerler!” (el-Bakara, 146)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vasıflarını kitaplarından öğrenmiş olan yahudîler, Oʼnun geleceği vakti beklemekteydiler. Nitekim Medîneli putperest Evs ve Hazrec kabîleleri ile yahudîler ne zaman birbirlerine düşüp araları açılsa, yahudîler:

“–Şu sıralarda bir peygamber gönderilmek üzeredir. O’nun gelmesi pek yakındır. O peygamber gelince, biz O’na tâbî olacak, İrem ve Âd kavimleri gibi sizi öldürüp kökünüzü kazıyacağız!” derlerdi. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 95-96)

Nitekim bi’setin 10. senesinde Medîneli altı kişi Mekke’ye gelmiş ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onlara Kur’ân-ı Kerîm’den âyetler okuyup İslâm’ı anlatmıştı. Onlar da;

“–Arkadaşlar! Vallâhi bu, yahudîlerin geleceğinden bahsettikleri peygamberdir! Sakın yahudîler O’na îmân etmekte bizi geçmesinler!” diyerek müslüman oldular.[13]

Peygamber Efendimiz’in zevcesi Safiye bint-i Huyey -radıyallâhu anhâ-’nın anlattığına göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hicret esnasında Kuba Köyüʼne geldiğinde, babası yahudî Huyey bin Ahtab ile amcası Ebû Yâsir hemen oraya gitmişler, Güneş batarken de çok bitkin ve üzgün bir hâlde eve dönmüşlerdi. Ebû Yâsir, kardeşine:

“–Bu zât, geleceği beklenen Peygamber midir?” diye sordu. Huyey:

“–Evet, vallâhi odur!” dedi. Ebû Yâsir:

“–Bunun o Peygamber olduğundan emin misin? İyice tespit ettin mi?” diye sordu. Huyey:

“–Evet!” karşılığını verdi.

“–O hâlde, O’na karşı kalbinde ne var?” diye sorunca da Huyey:

“–Vallâhi hayatta olduğum müddetçe O’na hep düşmanlık besleyeceğim!” dedi. (Ebû Nuaym, Delâil, I, 77-78)

Yahudîler, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-ʼın zevcesi Sâre Vâlidemizʼden doğan Hazret-i İshak ve onun oğlu Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm-ʼın soyundan gelmekle övünüyor, yine Hazret-i İbrahimʼin hanımı Hacer Validemizʼden doğan İsmail -aleyhisselâm-ʼın soyundan gelen Araplara karşı üstünlük taslıyorlardı. Bunu da Hacer Vâlidemizʼin, güyâ Sâre Vâlidemiz’in evinden kovularak Arabistan çöllerine sürülmüş bir câriye, Sâre Vâlidemizʼin ise hür bir kadın olmasına bağlıyorlardı. Bu sebeple bekledikleri peygamberin İsmail -aleyhisselâm-ʼın neslinden gelmesini gururlarına yediremediler. Müslümanları aşağılamak için onlara “İsmâilîler”, “Hagarîler” (Hacer’in çocukları), “Sarazenler” (Sâre Vâlidemiz’in köleleri) gibi isimler yakıştırdılar.

Yani ırkî asabiyet, yahudîlerin âdeta gözlerini kör ettiği için, önlerindeki hidâyet güneşine âmâ kesildiler.

Bununla birlikte yahudîler içinde -az da olsa- kalbi mühürlü olmayan, insaflı, firâset sahibi kimseler de vardı. Bunlardan biri olan Abdullah ibn-i Selâm, yahudîlerin önde gelen âlimlerindendi. O da, hicrette merakla Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i sormuş, mübârek yüzüne bakınca da:

“Bu yüz yalan söylemez!” diyerek müslüman olmuştu. (Tirmizî, Kıyâmet, 42/2485; İbn-i Mâce, Et‘ime 1, İkāmet 174)

Fakat asr-ı saâdette müslümanlar, en büyük düşmanlığı yahudîlerden gördüler. Zira yahudîlerin karakteristik tavırları olan gurur, kibir ve haset şaşkınlığı, onları hakkâniyet yerine garazkârlığa sürükledi. Bile bile hakîkati inkâr edip şiddetli bir düşmanlık sergilediler. Mekkeli müşrikler gibi, onlar da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında son derece yakışıksız itham ve iftirâlarda bulundular.

Medîne’de Rasûlullah Efendimiz’e suikast teşebbüsünde bulundular, yapılan anlaşmaları bozarak müslümanları savaşta arkadan vurmak için düşmanla iş birliği yaptılar, her fırsatta müslümanları zayıf düşürmeye çalıştılar.

Yahudîler, sihirbazlıkta çok maharetli olan Lebîd bin Aʻsam’a altın karşılığında Peygamber Efendimiz’e sihir yapmasını teklif ettiler. O da bunu kabul etti. Kendi usûlünce düğümler atarak Fahr-i Kâinât Efendimiz’e sihir yaptı. Bu sihrin tesiri ile Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastalandı. Hastalık günlerce sürdü. Efendimiz, yemeden-içmeden kesildi.

Allah Teâlâ Habîb’ine bu sihri kimin yaptığını, nerede ve nasıl yapıldığını bildirdi. Hazret-i Ali ve Ammar -radıyallâhu anhumâ- vazifelendirilip sihir bulundu. Cebrâil -aleyhisselâm- bu esnâda Felak ve Nâs sûrelerini getirdi. Her bir âyet okundukça bir düğüm çözüldü, Efendimiz de sanki bir bağdan kurtulmuş gibi rahatlayıverdi.

Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sihri yaparak canına kasteden yahudî asıllı münâfık Lebîd’in ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı.[14]

Diğer taraftan, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz cihânı teşrif buyurduğunda, yahudîler Tevrât’ın tefsîri olan Talmudʼu yazma işini bitirmişlerdi. Dolayısıyla Talmudʼda Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼa yönelik yaptıkları itham, iftirâ ve hakâretleri, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için yapamadılar.

Fakat bu geleneği, Peygamber Efendimizʼden sonra yaşayan yahudî tarihçi ve din adamları, yazdıkları kitaplarda devam ettirdiler. Onlar da tıpkı Tevratʼta yaptıkları gibi harflerin yerini değiştirerek, bazı kelimelerin yazılış ve okunuşunu bozarak, basit kelime oyunlarıyla, kendilerince İslâmʼa hakâret etmeye çalıştılar, içlerindeki kin ve nefreti kusmaya devam ettiler.

İbrânîce ile Arapça ortak dil ailesine mensup olduğu için, bazı kelimelerde harfler farklı olsa da telâffuzlar birbirine yakındır. Yahudîler de buradan hareketle Peygamber Efendimiz ve İslâmʼa dair mefhumları kasten çarpıtarak yanlış telâffuz etmiş ve yazmışlardır.

Meselâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ism-i şerîfini “Muhammed” yerine, Oʼnu güyâ alaya alıp küçük düşürebilmek için “Mahmit”, “Mahomat” ya da “Mahomati” gibi garip şekillerde yazıp okumuşlardır. Hâlbuki kendi harflerinde, Arapçadaki “Muhammed” ismini tam olarak karşılayan bütün harfler mevcuttur.

Aynı art niyetle “Rasûl” kelimesini de, telâffuz benzerliği bulunan fakat “sahtekâr” veya “sözde peygamber” mânâsına gelen “pasul” şeklinde yazıp söylemişlerdir.[15]

Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, yahudîlerin Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe duydukları gayzı yansıtma şekillerine tipik bir misaldir:

Bir grup yahudî, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yanına gelmişti. (Müslümanların “es-Selâmu aleyküm” şeklindeki selâmına benzeterek):

“–es-Sâmu aleyküm! (Ölüm senin üzerine olsun!)” dediler.

Bu hileyi anlayan Hazret-i Âişe Vâlidemiz perde arkasından:

“–O sizin üzerinize olsun, Allah sizlere lânet etsin, Allah sizlere gazab etsin!” diye seslendi.

Güzel ahlâkı kemâle erdirmek için gönderilmiş olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona müdâhale ederek:

Yavaş ol ey Âişe! İncelik ve yumuşaklıkla muâmele et! Şid-detten ve çirkinliklerden sakın!” buyurdular.

Hazret-i Âişe Vâlidemiz:

“–(Yâ Rasûlâllah!) Onların ne dediğini işitmediniz mi?” dedi.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:

“–Sen de benim onlara ne dediğimi işitmedin mi? Sadece «Ve aleyküm: Asıl sizin üzerinize olsun!» diye sözlerini onlara iâde ettim. Benim onlar hakkındaki duâm kabul olunur, fakat onların benim hakkımdaki duâları kabul olunmaz!” (Buhârî, Edeb, 38)

Yine yahudîler, yazdıkları bazı kitaplarda Peygamber Efendimiz hakkında, güyâ Roma’nın bir kardinali veya -Rahip Bahira’ya atıfla- görüşlerinin İslâm’a yakın olduğunu bildikleri Aryüsçü rahiplerden olduğu ve yahudîleri taklit ettiği gibi, birbirinden saçma iddialara yer vermişlerdir.

HRİSTİYANLIKʼTAKİ PEYGAMBER ANLAYIŞI

Hristiyanlıkʼtaki peygamberlik telâkkîsine gelecek olursak; burada, ilâhî dinlerin bilinen nübüvvet anlayışlarından aşırı derecede bir sapma söz konusudur. Tanrı, ilâhî vahyin kaynağı olarak takdim edilse de Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-ʼa, peygamberliğin de ötesinde bir salâhiyet izâfe edilmiş, tanrının kendisine hulûl ettiği canlı bir vahiy ve nihâyet havârîlerin onun adına peygamberlik yaptıkları bir rab mevkiine getirilmiştir.

Yani peygamber tanrılaştırılmış, vaktiyle onun tebliğde bulunduğu havârîleri de yine onun tarafından güyâ peygamberlikle vazifelendirilmiştir. Yeni Ahid’de, peygamber olduğunu iddia eden şahıslar, Îsâ Mesih tarafından nasıl peygamberlikle vazifelendirildiklerini, bizzat kendileri anlatmaktadırlar.

Ne acayip bir çelişkidir ki, ulûhiyet isnâd ettikleri Îsâ -aleyhisselâm-, İncilʼlerde kendisinin peygamber olduğunu ifade etmiştir.

Nitekim Markos İncili’nde şöyle denilir:

“Îsâ onlara dedi: Bir peygamber kendi memleketinden, akrabaları arasından ve evinden başka bir yerde îtibarsız değildir.” (Markos, 6/4)

Matta İnciliʼnde de şöyle denilir:

“Sizi kabul eden, beni kabul etmiş olur. Beni kabul eden de beni göndereni kabul etmiş olur. Bir peygamberi peygamber olduğu için kabul eden, peygambere yaraşan bir ödül alacaktır...” (Matta, 10/40-41)

Hristiyanların Îsâ -aleyhisselâm-ʼı tanrılaştırmaları, tamamen kendi gaflet ve cehâletleri sebebiyledir. Yoksa Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-, onlara bu hususta en ufak bir kapı açmamıştır.

Allah Teâlâ Kurʼân-ı Kerîmʼde bu hakîkati şöyle beyan buyurmaktadır:

(Kıyâmet günü) Allah:

«‒Ey Meryem oğlu Îsâ! İnsanlara; “Beni ve anamı, Allah’tan başka iki tanrı bilin.” diye Sen mi dedin?!» buyurduğunda, (Îsâ -aleyhisselâm-) diyecek ki:

«–(Hâşâ!) Sen’i tenzîh ederim; hakkım olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz. Hem ben söyleseydim, Sen onu şüphesiz ki bilirdin. Sen benim içimdekini bilirsin, hâlbuki ben Sen’in zâtında olanı bilmem. Gizlilikleri eksiksiz bilen yalnızca Sen’sin.” (el-Mâide, 116)

“Ben onlara, ancak bana emrettiğini söyledim; «Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allâh’a kulluk edin!» (dedim). Aralarında bulunduğum müddetçe onlara şâhit (ve örnek) idim. Ama beni içlerinden aldığında, artık üzerlerine gözetleyici yalnız Sen oldun. Sen, her şeye hakkıyla şâhitsin.” (el-Mâide, 117)

Hristiyanların, her türlü noksanlıklardan ve beşerî sıfatlardan münezzeh olan Allâh’a oğul isnâd etmeleri de, dehşetli bir azâba dûçâr edecek olan, büyük bir şirkten başka bir şey değildir. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:

(O yüce bir sübhân olduğu hâlde) «Allah çocuk edindi!» dediler. (Hâşâ!) O, bundan münezzehtir. Göklerde ve yerde olanların hepsi O’nundur, hepsi O’na boyun eğmiştir.” (el-Bakara, 116)

(Müşrikler;) «Allah çocuk edindi!» dediler. (Hâşâ!) O, bundan münezzehtir. O’nun (çocuğa) ihtiyacı yoktur. Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Bu hususta yanınızda herhangi bir delil yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz!” (Yûnus, 68)

(Ey Rasûlʼüm!) De ki: Allah hakkında yalan uyduranlar aslâ kurtuluşa eremezler!” (Yûnus, 69)

Diğer taraftan hristiyanlar, Eski Ahid’i kabul ettikleri için Hazret-i Mûsâ, Hazret-i Dâvud, Hazret-i Süleyman gibi Eski Ahid’de adı geçen bütün peygamberlere inanırlar. Nitekim Yeni Ahid’de bu peygamberlere zaman zaman atıfta bulunulmaktadır.

Yine hristiyanlar, yahudîlerden farklı olarak Hazret-i Zekeriyya ve onun oğlu Vaftizci Yahyâ’yı da peygamber olarak kabul ederler. Yeni Ahid’de de Eski Ahid’de olduğu gibi, kadın peygamberlerin varlığından bahsedilmektedir.

Hristiyanlar, Eski ve Yeni Ahid’de adı geçen bütün peygamberlere inanmakla birlikte, Kutsal Rûh’un peygamber olmayan bazı şahıslara da Tanrı’dan vahiy ve ilham getirdiğine inanırlar. Nitekim İncil yazarlarının da Tanrı’nın ve Kutsal Rûh’un himâyesi altında bulunduğuna inandıkları için, onların yazdıklarını doğru ve vahiy mahsulü kabul ettiklerini, daha evvelce zikretmiştik.

Hristiyanların, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz hakkındaki düşüncelerine dâir de şunları söyleyebiliriz:

Gerek yahudîler, gerekse hristiyanlar, kitaplarındaki hakîkat kalıntılarına bakarak Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in geleceğini müjdeleyip O’nu bekledikleri hâlde, bi’setinden sonra, bu husustaki tavırlarını değiştirdiler. Zira Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendileri arasından çıkmadığını görünce, büyük bir kıskançlığa kapıldılar ve Oʼndan yüz çevirdiler.

Cenâb-ı Hak onların bu hâlini şöyle haber veriyor:

“Şüphesiz Allah katında hak dîn, İslâmʼdır. Kitap verilenler, kendilerine ilim (Kur’ân ve Peygamber) geldikten sonradır ki, aralarındaki kıskançlık yüzünden ayrılığa düştüler. Allâh’ın âyetlerini inkâr edenler bilmelidirler ki, Allah hesabı çok çabuk görendir.” (Âl-i İmrân, 19)

Ehl-i kitap, sadece haset edip ayrılığa düşmekle de kalmadı, kitaplarında son peygamberi müjdeleyen bölümleri de değiştirdiler. Zira bu bölümleri okuyan birtakım firâsetli hristiyan veya yahudîler, hakîkati idrâk edip müslüman oluyorlardı. Nitekim daha evvel bir mecûsî, sonra da hristiyan olan Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- ve Habeş Necâşîsi Ashama gibi birçok mümtaz şahsiyet, bu vesîleyle müslümanlığı candan kabul etmişlerdi.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Ehl-i kitaptan öyleleri vardır ki, Allâh’a, size ve kendilerine indirilene tam bir samimiyetle ve Allâh’a boyun eğerek îmân ederler...” (Âl-i İmrân, 199)

Hattâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûrunu duyup O’nun vasıflarını öğrenen Bizans İmparatoru Herakliyüs heyecanlanmış ve Peygamber Efendimiz’in bahtiyar elçisine:

“‒O Zât, şu ayaklarımın bastığı yerlere bile çok yakın bir zamanda hâkim olacaktır. Zâten ben, bu peygamberin zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmin etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.” demiştir. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 6)

Fakat Herakliyüs, hakîkati bu kadar idrâk etmiş olmasına rağmen, çevresinden gelen baskılardan çekinerek müslüman olmaktan imtinâ etmiştir.

İşte bu nevî hâdiselere şâhid olan hristiyan ve yahudîler, zaman geçtikçe bütün dindaşlarının müslüman olmalarından endişe duymaya başladılar. Bu duruma mânî olabilmek için de kendi kitaplarında bulunan, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i müjdeleyen metinleri değiştirdiler.

Tevrat ve İncil’lerde böyle bir tebşirâttan (müjdeden) bahsedilmediğini, bu meselenin müslümanların inandığı gibi olmadığını, müjdelenen kişinin, ikinci kez yeryüzüne gelecek olan Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- olduğunu, Muhammed’in (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) de İncil’lerde haber verilen deccal veya sahte Mesih olduğunu söylemeye başladılar.

Hâlbuki Îsâ -aleyhisselâm-ʼın Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi müjdelemiş olduğu, Kurʼân-ı Kerîmʼde şöyle beyân ediliyor:

“Hani Meryem oğlu Îsâ, «Ey İsrâiloğulları! Şüphesiz ben, Allâh’ın size, benden önce gelen Tevrât’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek, Ahmed adında bir peygamberi müjdeleyici (olarak gönderdiği) peygamberiyim.» demişti…” (es-Saff, 6)

Bugün mevcut olan muharref Tevratʼta ve Eski Ahidʼin diğer kitaplarında dahî, bir “müjdeci”nin veya bir “kurtarıcı”nın geleceği yazılıdır. Yahudîler bu ifadelerde kastedilen kişinin, dünyanın sonunda kendilerini kurtarmak için Hazret-i Dâvud soyundan gelecek olan Yahudî Mesîhi olduğunu; Hristiyanlar ise burada kastedilenin Hazret-i Îsâ olduğunu söylerler. Hâlbuki bu ifadeler -tahrif edilmiş hâlleriyle bile- yukarıdaki Kurʼân âyetini desteklemektedir. Zira târîhen sâbittir ki, gelecek olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelmiş ve vazifesini en güzelde şekilde îfâ ve ikmâl etmiştir.

Yine bu mevzuyla ilgili olarak Tevrât’ın Tesniye bölümünde şöyle yazar:

“Onlar için kardeşleri arasından, senin gibi bir peygamber çıkaracağım ve sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi onlara söyleyecek. Her kim peygamberleri tarafından, benim adıma söylenen sözleri dinlemezse, ben onlardan intikam alacağım.” (Tesniye, 18/18-19)

İzhâruʼl-Hak müellifi Rahmetullah el-Hindî, Allah Teâlâ’nın bu sözleri Hazret-i Mûsâ’ya hitâben söylediğini, Hazret-i Mûsâ’nın İsrâiloğullarıʼndan olduğunu, İsrâiloğullarıʼnın kardeşlerinin ise İsmâiloğulları, yani Araplar olduğunu, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de İsmâiloğullarıʼndan, yani Araplardan olduğu için müjdenin gerçekleşmiş bulunduğunu, yahudî ve hristiyanlarınsa bunu yanlış yorumladıklarını, yine kendi kaynaklarından hareketle çok açık bir şekilde îzah etmiştir.[16]

Yine Tevratʼta;

“Rab, Sînâ’dan geldi ve onlara Saîr’den doğdu; Faran (Paran) Dağıʼndan parladı.” (Tesniye, 33/2) ifadesi geçer.

Buradaki Faran’ın İbrânîcede Mekke’nin adı olduğu, Faran’dan parlama tâbirinin de Kur’ân’ın Mekkeʼde nüzûlüne işaret ettiği bildirilmektedir. Dolayısıyla bunun da, Tevratʼta müjdelenen kişinin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olduğuna delil teşkil ettiği ifade edilmektedir.

Yeri gelmişken şunu da hatırlatalım ki, mevcut Tevrât’a göre her zaman ilk oğul, sonrakilerden üstün kabul edilir. Hattâ mîrastan en büyük payı o alır ve soyu o temsil eder. (Bkz. Tesniye, 21/15-17)

İslâm, kardeşler arasında bu nevî bir üstünlük veya farklılığı kabul etmese de, sırf yahudîler açısından baktığımızda bile, Tevrat’ta Hazret-i İbrahim’e vaad edilen; soyunun bereketli kılınacağı, kutsal toprakları (Arz-ı Mev’ud) fethedip yeryüzüne hâkim olacakları (Bkz. Tekvin, 17/1-12) şeklindeki vaad, aslında Hazret-i İbrahim’in ilk oğlu İsmail’in soyundan gelen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve O’nun ümmeti vasıtasıyla zaten gerçekleşmiş, fiilen ve târîhen de sâbit olmuştur.

Zira müslümanlar asırlarca Kudüs dâhil Arz-ı Mev’ûd’un tamamına, hattâ yeryüzünün büyük bir kısmına hâkim olmuş, Hazret-i İbrahim’in gerçek mîrâsına sahip çıkarak tevhîd mesajını bütün cihâna duyurmuşlardır. Buna mukâbil yahudîler ise, tarih boyunca hep hor ve hakir görülmüş, 2000 sene devletsiz kalmış, daima başka millet ve devletlerin boyunduruğu altında yaşamaya mahkûm olmuşlardır.

Yine bu hususla alâkalı olarak Tevrât’ın Tekvin bölümünde;

“İsmailʼe gelince seni işittim. Onu kutsayacak, verimli kılacak, soyunu alabildiğine çoğaltacağım. On iki beyin babası olacak. Soyunu büyük bir millet yapacağım.” (Tekvin, 17/20) ifadesi yer almaktadır. Burada geçen “Soyunu büyük bir millet yapacağım.” sözü de, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe işaret etmektedir. Zira Hazret-i İsmailʼin evlâtlarından Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼden başka “büyük ümmet” sahibi olan bir kimse zuhur etmemiştir.[17]

Yine bu mevzuyla ilgili olarak Eski Ahid külliyâtının son kitabı olan Malaki’de;

“İşte habercimi gönderiyorum… Önümde yolu hazırlayacak.” (Malaki, 3/1), “İşte Rabbin büyük ve korkunç günü gelmeden önce ben size Peygamber İlya’yı göndereceğim.” (Malaki, 4/5) ifadeleri yer almaktadır. Bazı İslâm âlimleri, buradaki İlya’nın da Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe işaret ettiğini söylemişlerdir.

Büyük İslâm âlimi Rahmetullah el-Hindî, Eski ve Yeni Ahidʼde tam 18 yerde Peygamber Efendimizʼin müjdelendiği söylemiş ve bunları geniş geniş îzah etmiştir.[18]

Yine Yuhanna İncili’nin 14. bölümünde Îsâ -aleyhisselâm-’ın şöyle dediği bildirilmektedir:

“–Ben Peder’e duâ edeceğim ve O size başka bir tesellî edici (Faraklit) gönderecek ki, O sizinle ebediyyen kalabilir.” (Yuhanna, 14/16-17)

Yine Yuhanna İnciliʼnin 16. bölümünde de şu ifadeler yer almaktadır:

“Size gerçeği söylüyorum; benim gidişim sizin yararınızadır. Gitmezsem, yardımcı (tesellîci, Faraklit) size gelmez. Ama gidersem, O’nu size gönderirim. Size daha çok söyleyeceklerim var, ama şimdi bunlara dayanamazsınız. Ne var ki O, yani «Gerçeğin Rûhu» gelince, sizi gerçeğe yöneltecek. Çünkü O, kendiliğinden konuşmayacak, sadece duyduklarını söyleyecek ve gelecekte olacakları size bildirecek.” (Yuhanna, 16/7-9, 12-13)

Nitekim Kurʼân-ı Kerîmʼde de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında şöyle buyrulmaktadır:

“O, arzusuna göre konuşmaz. O (bildirdikleri) vahyedilenden başkası değildir.” (en-Necm, 3-4)

“…Ben, sadece bana vahyolunana uyarım…” (el-Enʻâm, 50; Yunus, 15; el-Ahkāf, 9)

Diğer taraftan “Faraklit” kelimesi de, Arapçada “hamd”e tekâbül etmektedir. Bazı hristiyanlar bunu “muhallıs” (kurtarıcı) olarak açıklamışlar; bazıları da “hammâd” ve “hamîd” diye tefsir etmişlerdir. Dolayısıyla “Faraklit” kelimesinin, Ahmed ve Muhammed isimlerinin mânâsına işaret ettiği âşikârdır.

Barnaba İncili’nin 97. bâbında da şöyle bir bahis vardır:

“–Söylediğin Mesîh’in ismi nedir ve O’nun geldiğini nasıl anlayacağız?” diyen havârîlerine Hazret-i Îsâ şöyle dedi:

“–Mesîh’in (Rasûl’ün) adı, hayran olmaya değer güzelliktedir. Cenâb-ı Hak, O’nun nûrunu yarattığı zaman, O’na bu ismi verdi ve O’nu semâvî ihtişâmı içine koydu. Sonra:

«–Senʼin hatırın için Ben; Cennetʼi, Dünyaʼyı ve birçok mahlûku yarattım. Bunların hepsini Sana hediye ediyorum. Sen’i takdîr eden, Ben’den nîmet bulacak; Sen’i inkâr eden, tarafımdan lânet olunacaktır. Ben Sen’i Dünyaʼya Ben’im Rasûlʼüm olarak göndereceğim. Sen’in sözün sırf hakîkat olacaktır. Yer ve gök ortadan kalkabilir, fakat Sen’in îmânın dâimâ ebedî olacaktır.» buyurdu. O’nun ismi Ahmed’dir.”

Bunun üzerine Îsâ -aleyhisselâm-’ın civârında toplanmış olan mü’minler seslerini yükselterek:

“–Ey Ahmed! Dünyayı kurtarmak için çabuk gel!” diye niyazda bulundular.[19]

Allah Teâlâ, Kurʼân-ı Kerîmʼinde, ehl-i kitâbı şöyle îkaz buyurdu:

“Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp de bildiğiniz hâlde niçin Allâh’ın âyetlerini inkâr edersiniz!” (Âl-i İmrân, 70)

“Ey ehl-i kitap! Neden doğruyu eğriye karıştırıyor ve bile bile gerçeği gizliyorsunuz!” (Âl-i İmrân, 71)

“Ey ehl-i kitap! (Gerçeği) görüp bildiğiniz hâlde niçin Allâh’ın yolunu eğri göstermeye yeltenerek mü’minleri Allah yolundan çevirmeye kalkışıyorsunuz! Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir.” (Âl-i İmrân, 99)

Âyet-i kerîmelerde ifade edilen “ehl-i kitâbın görüp bildikleri hâlde gizleyip inkâr ettikleri gerçek”, kendi dinlerinin tahrîf edilmiş olup aslından uzaklaşmış bulunduğu, bu sebeple son ilâhî kitap olan Kur’ân-ı Kerîm ve son peygamber olan Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Cenâb-ı Hak tarafından gönderildiğidir.

Onlar bu hakîkati açığa vurmasa da Allah Teâlâ onların böyle yapmakla düştükleri hazin âkıbeti, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyurmuştur:

“Allâh’ın, kullarından dilediğine peygamberlik ihsân etmesini kıskandıkları için, Allâh’ın indirdiğini (Kur’ân-ı Kerîm’i) inkâr ederek kendilerini harcamaları ne kötü bir şeydir! Böylece onlar, gazap üstüne gazaba uğradılar. Ayrıca kâfirler için alçaltıcı bir azap vardır!” (el-Bakara, 90)

“İndirdiğimiz açık delilleri ve kitapta insanlara apaçık (bir şekilde) gösterdiğimiz hidâyet yolunu gizleyenlere, hem Allah hem de bütün lânet ediciler lânet eder!” (el-Bakara, 159)

“Allâh’ın indirdiği kitaptan bir şeyi (âhir zaman Peygamber’inin vasıflarını) gizleyip onu az bir paha ile değişenler yok mu, işte onların yiyip de karınlarına doldurdukları, ateşten başka bir şey değildir! Kıyâmet günü Allah ne kendileriyle konuşur, ne de onları temize çıkarır. Orada onlar için can yakıcı bir azap vardır!” (el-Bakara, 174)

Velhâsıl, hristiyanlar da tıpkı yahudîler gibi, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve İslâmʼa yönelik îtirazlarında; doğru olmayan, sağlam bilgiye dayanmayan, çarpıtılarak aktarılan, art niyetli ve düşmanca bahaneler ileri sürerek, bu hususta birbirlerine kaynak ve destek olmuşlardır. Kendilerinden her konuda delil isteyen müslümanları, önce Muhammed’in (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-), peygamber olduğuna dair delil getirmeye davet etmişlerdir.

Şu hâdise buna mânidar bir misaldir:

Fahreddin er-Râzî -rahmetullâhi aleyh-, tefsîrinde, “Kim Sana gelen ilimden sonra Senʼinle tartışmaya kalkarsa…” (Âl-i İmrân, 61) âyetini îzah ederken şöyle der:

“Hârizmʼde bulunduğum sırada, oraya dînî konularda geniş ve derin bilgiye sahip olduğunu iddiâ eden bir hristiyanın geldiğini bana haber verdiler. Onun yanına vardım ve konuşmaya başladık. Bana:

«‒Muhammedʼin (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) peygamber olduğunun delili nedir?» diye sordu. Ben de şu cevabı verdim:

«‒Mûsâ, Îsâ ve diğer peygamberlerin ellerinde hârikulâde hâllerin ortaya çıktığı bize nakledildiği gibi, Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin elinde de hârikulâde hâllerin zuhûr ettiği nakledilmiştir.

Bunun tevâtürünü reddetsek de kabul etsek de, eğer “Mûcize doğruluğa delil teşkil etmez.” dersek, o zaman diğer peygamberlerin peygamberlikleri de bâtıl olmuş olur.

Eğer tevâtürünün sahih / doğru olduğunu, mûcizenin doğruluğa delil teşkil ettiğini ve bu ikisinin Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼde bulunduğunu kabul edersek -delilde eşitlik olunca, medlûlde (ispat edilende) de zorunlu olarak eşitlik olacağından- kesin olarak Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin peygamberliğini kabul etmek de zorunlu olur.»”[20]

Diğer taraftan, orta çağda ve modern dönemlerde sayıları az da olsa İslâm’ı inceleyen bir kısım insaflı ilim ve fikir adamlarından hidâyetle şereflenenler olmuştur, Roger Garaudy gibi…

Yine başta bazı oryantalistler (doğu bilimciler) olmak üzere bir kısım hristiyanlar da tarihte müslümanların kurdukları büyük medeniyetler sebebiyle, siyasî ve askerî bakımdan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i başarılı bulmuş ve takdir etmişlerdir.[21]

Bilhassa hristiyan Batı’da Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve İslâm’a yönelik kin ve düşmanlık dalgasını zirveye ulaştıran hâdiseler ise, şüphesiz ki Haçlı Seferleri’dir. Başta Papalık olmak üzere bütün hristiyan din adamları, kutsal yerleri müslümanlardan geri almak için halkı savaşa teşvik maksadıyla, İslâm ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında olmadık isnat ve ithamlarda bulunmuş, yalan ve iftiralarla kandırdıkları câhil halkı peşlerinden sürüklemişlerdir.

Nitekim Haçlı Seferleri öncesinde Papa II. Urbanus, halkın gözünde müslümanları “şeytan”laştıran ateşli vaazlar vererek İslâm aleyhine kamuoyu oluşturmuş ve haçlıların yapacakları katliamlara, psikolojik zemin hazırlamıştır.

Şamʼda müslümanların içinde yaşayan Yuhanna ed-Dımeşkī (649-749) ile başlayıp Haçlı Seferleriʼyle süregelen ve bugün Batıʼda tekrar hortlatılarak bütün dünyaya ihraç edilen “İslamofobi” projesinin târihî temelleri, işte bu kadar eskiye dayanmaktadır.

Batı’da oluşan İslâm aleyhtarlığının akisleri, hristiyan edebiyatında da kendini açıkça göstermektedir. Meselâ Batılıların övündükleri sözde Hümanist Rönesans aydını Dante, âhireti anlattığı, meşhur “İlâhî Komedya” adlı eserinde, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i -hâşâ- Cehennem’de çaresizce yürüyen biri olarak tasvir etmiştir.

Günümüzden birkaç yıl önce Avrupa’yı saran “karikatür krizi”, müslümanlara karşı her geçen gün artan nefret suçları, Batı’nın genlerine kadar işlemiş olan târihî İslâm düşmanlığının bugün de devam etmekte olduğunun açık bir göstergesidir.

Katolik Kilisesi, meşhur “dinler arası diyolog” projesini başlattığı II. Vatikan Konsili’nde (1962-1965) diğer dinlerle yakınlaşma çerçevesinde İslâm ve Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile alâkalı olarak bazı ılımlı ifadeler kullanmıştır.

Bu konsilde müslümanları, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- gibi tek Tanrı’ya inanan, âhirete îman eden, güzel ahlâka ehemmiyet veren, ibadetlerle Tanrı’yı yücelten kimseler olarak tasvir etmişlerdir. Yine bu meyanda Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında, Eski Ahid’deki peygamberlere benzer bir vazife icrâ ettiği ve dünya tarihindeki başarılı liderlerden biri olduğu yolunda, birtakım görüşler dile getirmişlerdir.

Buna rağmen hiçbir şekilde Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Allah’tan vahiy alan bir peygamber olarak kabul etmemişlerdir. Zaten bu “diyalogcu” bakış da uzun sürmemiş, kısa süre içinde maskeleri düşmüştür.

Nitekim Vatikan’ın Papası 16. Benedict, 2006 yılında Almanya’da yaptığı bir konuşmada, Bizans İmparatoru Manuel II. Paleologos’tan iktibasta bulunarak, Peygamber Efendimiz’e duyduğu nefreti şöyle ifşâ etmiştir:

“Bana Muhammedʼin (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) getirdiği yenilikleri gösterin; sadece kötü ve insanlık dışı şeyler bulacaksınız. Tıpkı tebliğ ettiği dînin kılıç gücü ile yayılması(!) emrini verdiği gibi... Dîne davet için, şiddet ve tehdit yerine, iyi konuşma kâbiliyeti ve doğru akıl yürütme gerekir...”[22]

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönelik bu nevî yersiz ve haksız fikirlerin, tamamen kindarlık ve garazkârlık mahsûlü olduğu, İslâm’ı ve onun azîz Peygamber’ini biraz olsun tanıyan her insaflı vicdanın mâlumudur.

 

[1] Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned, V, 266; İbn-i Kesîr, Tefsîr, (Nisâ, 163); Heysemî, I, 159.

[2] Bu üç şahıs, Üzeyir, Lokman ve Zülkarneyn lʼdır.

[3] Bkz. et-Tevbe, 43; Yûsuf, 24.

[4] Karâfî, el-Furûk, Dâru’s-Selâm, 2001, IV, 305.

[5] Jean Jacques Rousseau, Toplum Sözleşmesi, sf. 59-60, Koridor Yayınları.

[6] Kâmil MİRAS, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 289.

[7] Kadın peygamberlerin isimleri şöyledir: Sara, Miryam, Debora, Hanna, Abigail, Hulda ve Ester. (Bkz. Eldar Hasanov, Yahudîlikʼte Peygamberlik ve Peygamberler, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, c. 3, sayı: 4, sf. 676- 695)

[8] Bkz. el-Aʻrâf, 150; Tâhâ, 90-94.

[9] Talmud Sanhedrin Kitabı 106a, ayrıca Mishna Kiddushin 4/1-2.

[10] Bkz. en-Nisâ, 156.

[11] Konunun tafsilâtı için kaynak makâle olarak bkz. Kenan Has - Arzu Cebe, Talmud Geleneğinde Îsâʼnın İz Düşümleri, Şırnak Üniv. İlâhiyat Fak. Dergisi, c. 11, sayı: 24, Haziran 2020.

[12] Bkz. Kenan Has - Arzu Cebe, a.g.m. 244 vd; Türkiye Gazetesi - Peygamberler Tarihi Ansiklopedisi, Mûsâ -aleyhisselâm- maddesi.

[13] İbn-i Hişâm, II, 38; İbn-i Sa‘d, I, 219; Heysemî, VI, 40.

[14] Bkz. İbn-i Saʻd, II, 197; Buhârî, Tıbb, 47, 49; Müslim, Selâm, 43; Nesâî, Tahrîm, 20; Ahmed, IV, 367, VI, 57; Aynî, XXI, 282.

[15] Bkz. Nuh Arslantaş, Yahudîlere Göre Hz. Muhammed ve İslâmiyet, İbrânîce Tarih Kitapları Açısından Bir İnceleme, sf. 89-99.

[16] Bkz. Rahmetullah el-Hindî, a.g.e. c. 2 (terc. Ramazan Muslu), sf. 219-222.

[17] Bkz. Rahmetullah el-Hindî, a.g.e. c. 2, s. 231.

[18] Geniş bilgi için bkz. Rahmetullah el-Hindî, a.g.e. c. 2, s. 219-270.

[19] Barnaba İnciliʼndeki benzer ifadeler ve Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼe dâir diğer rivâyetler için bkz. Barnaba İncili (İngilizceden Tercüme: Mehmet YILDIZ), Kültür Basın Yayın Birliği, Gümüş Basımevi, İstanbul, tarihsiz. Mevzûmuzla alâkalı olarak 39, 41, 43, 44, 54, 82 ve 163. bâblara bakılabilir.

[20] Rahmetullah el-Hindî, a.g.e. c. 1, sf. 457-458.

[21] Meselâ 20. yüzyılda Hazret-i Muhammed tasavvuru konusunda ılımlı bakışın en önemli temsilcisi olarak Montgomery Watt gösterilmektedir. Watt, müslüman olmasa da Batı’daki Hazret-i Muhammed (-sallâllâhu aleyhi ve sellem-) imajına yönelik peşin hükümlü ve düşmanca bakıştan farklı olarak, objektif denilebilecek çalışmalar kaleme almıştır. Kitaplarının birçoğu da Türkçe’ye çevrilmiştir.

[22] Papaʼnın Türkiye ziyareti öncesi yaptığı bu konuşma, ülkemizde büyük tartışmalara sebep olmuştur. (Bkz. Yeni Şafak 18/09/2006)

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Din İslâm ve Muharref Dinler | 2024, Erkam Yayınları

İslam ve İhsan

KUR’AN’DA GEÇEN PEYGAMBERLERİN HAYATI

Kur’an’da Geçen Peygamberlerin Hayatı

HAK DİN İSLÂM VE MUHARREF DİNLERDE KUTSAL KİTAP ANLAYIŞI

Hak Din İslâm ve Muharref Dinlerde Kutsal Kitap Anlayışı

PEYGAMBERLERE İMAN NEDİR?

Peygamberlere İman Nedir?

İSLÂM’DA PEYGAMBERLERE İMAN NEDİR?

İslâm’da Peygamberlere İman Nedir?

PEYGAMBERLERE İMAN ETMENİN ÖNEMİ NEDİR?

Peygamberlere İman Etmenin Önemi Nedir?

PEYGAMBERLERE İMAN İLE İLGİLİ SORULAR VE CEVAPLARI

Peygamberlere İman İle İlgili Sorular ve Cevapları

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.