Hak Dostlarının Tedâvi Metodu

HAYATIMIZ

İnsan, hayat yolculuğunda zaman zaman zor dönemlerden geçer. O dönemlerde kendisine uzanacak bir yardım eli, bir can simidi, bir kurtuluş ışığı arar. İnsanoğlunun bu dünyadaki en zor ânı ise, hayata vedâ ettiği son nefesidir. O âna, vaktinde hazırlık yapabilenler, bir şeb-i arûs/vuslat gecesi huzuruyla Rabʼlerine dönebilmenin hazzını tadarlar. Fakat bunun aksine, hayat sermayesini nefsânî arzular peşinde gafletle ziyan edenlerse, ecel gelip çattığı an, tarifi imkânsız bir pişmanlıkla âdeta kahrolurlar.

Ashâbdan biri, ceza vere vere artık bıktıkları bir içki mübtelâsına lânet etmişti. Bunu işiten Allâh Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:

“Ona lânet etmeyin. Allâh’a yeminle söylüyorum, bu adam hakkında bildiğim bir şey varsa, o da, onun Allâh ve Rasûlü’nü seviyor olmasıdır.” (Buhârî, Hudûd, 5)

Merhûm Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran dolayısıyla zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir.

Kapıyı açan kişi: “−Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca bitkin ve bîçâre adamcağız: “−Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile getirir.  Olup biteni içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur.

Allâh dostlarında müşâhede edilen “mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakabilme” ahlâk-ı hamîdesi, Rasûlullâh -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfinde ne güzel ifâde edilmektedir: “Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemîn ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz sürece cennete giremezsiniz.”

Ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallâh! Hepimiz merhametliyiz.” dediklerinde, Allâh Rasûlü sallallâhu aleyhi ve sellem-: “–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkâta şâmil bir merhamet!..” (Hâkim, Müstedrek, IV, 185)

İNSAN CENNETTEN ÇIKMIŞTIR

İnsan, asıl gâyesinden ne kadar uzak kalırsa kalsın, “insan” olmak haysiyetiyle yine de yüce bir şeref sâhibidir. Onun öz cevherindeki yücelikten habersiz olarak günah bataklığına saplanması, tıpkı Kâbe-i Muazzama’nın duvarındaki Hacerü’l-Esved’in, oradan yere düşüp kir-pas içinde kalması gibidir. Bu hâle lâkayd kalarak feverân etmeyecek hiçbir mümin vicdânı tasavvur olunamaz. Bu hâlde bile müminler, Hacerü’l-Esved’e hürmetten vazgeçmezler. Onu derhal tozu toprağıyla kapar, gözyaşları içinde temizleyerek yeniden yüce mevkîine koymak için birbirleriyle yarışırlar. Onun cennetten çıkmış bulunduğunu ve özündeki yüce değeri düşünürler.

İnsan da Hacerü’l-Esved gibi cennetten çıkmadır. İşlediği günahlarla ne derecede düşerse düşsün, onun özündeki değer bâkîdir. Diğer taraftan hiçbir liyâkatli doktor, hastasına, “niye hasta oldun” diye kızmaz. Hastalık, kişinin kusuru sebebiyle ortaya çıkmış olsa bile bunu, hastanın fiil veya düşüncesindeki acziyetten kaynaklanan bir netice olarak yorumlar. Böylece hastaya, hasta olmasına sebeb olacak hususlar dolayısıyla kızmak yerine, onun çektiği ızdırap ve elemi göz önünde bulundurarak, vakit geçirmeden büyük bir merhamet ve şefkatle tedâvîsine yönelir. Kendini bu tedâviyle mükellef görür.

İşte mutasavvıf da, cemiyet içinde hastahâne koğuşlarını gezen bir doktorun hissiyâtıyla yaşar. Davranışlara hâkim kılınan bu hissiyât da, yoldan çıkmışlar için âdetâ bir can simididir. Böyle bir can simidi uzatmak ve dînen günahkâr olan bir insanı, içine düşmüş olduğu günah bataklığından kurtarmak, pek ulvî bir saâdet vesîlesidir.

DÜNYA NİMETLERİNDEN DAHA HAYIRLISI

Hazret-i Peygamber -sallallâhu aleyhi ve sellem-’in, Hayber’in fethi esnâsında Hazret-i Ali’ye yaptığı şu tenbih câlib-i dikkattir:

“−Yâ Alî! Bir kimsenin senin vâsıtanla hidâyete ermesi, senin için en kıymetli dünya nîmeti olan kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Cihâd, 143)

Bu hakîkat bir âyet-i kerîmede de şöyle ifâde olunmaktadır: “...Kim onu (bir insanı) ihyâ ederse, bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur...” (el-Mâide, 32)

Bu, bir îmân meselesidir. Şüphesiz insanî duygu ve düşüncelerin hatâ bakımından en ağırı küfürdür. Bundan bile kurtulabilme şansı, yumuşak bir üslûp ile daha fazla mümkün olduğundandır ki Cenâb-ı Hak, Mûsâ -aleyhisselâm-’ı Firavun’a îmân telkîni için gönderdiğinde, ona “kavl-i leyyin” yâni yumuşak sözle hitâb etmesini emir buyurmuştur. Zîrâ hidâyete dâvet edenin bundaki muvaffakıyeti, yukarıda ifâde buyurulduğu üzere kazançların en büyüğüne köprü olan bir amel-i sâlihtir.

Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Vakıf - İnfak - Hizmet, Erkam Yayınları