Hak Yolun Üçüncüsü
İnsanı Hakkʼa vuslat yolunda en çok geri bırakan da, nefsânî arzuları sebebiyle üzerine aldığı bu nevî fazla yüklerdir. Bu yüklerin altında ezilmiş bir ruhla mânevî mesâfeler kat edilemez.
Hz. Ömer'den nakledilen bir hâdise, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın halîfeliği zamanında, Sûriye, Filistin, Mısır gibi beldeler fethedilmiş ve İran toprakları, baştanbaşa İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmuştu. Bizans ve İran’ın zengin hazineleri Beytüʼl-mâlʼe akmaya başlamış, mü’minlerin refah seviyesi iyice yükselmişti. Fakat mü’minlerin emîri Hazret-i Ömer, devletin ihtişâmına, Beytü’l-mâlʼin zenginliğine ve ulaşılan refah seviyesine tamamen müstağnî bir gönül zirvesinde, yamalı elbisesiyle hutbe okumaya devam ediyordu. Bâzen borçlanıyor, sıkıntı içinde hayatını idâme ettiriyordu. Çünkü o, hazineden ancak kifâyet miktarı bir tahsisât almayı kabûl ediyor ve bununla da zor geçiniyordu.
Ashâbın ileri gelenleri, onun bu hâline daha fazla dayanamadılar. Halîfenin nafakasını artırmayı düşündüler. Fakat bunu teklif etmekten çekindikleri için Hazret-i Ömer’in kızı ve Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesi Hazret-i Hafsa -radıyallâhu anhâ- vâlidemize başvurdular. İsimlerini vermeyerek, babasına bu teklifi, kendileri nâmına arz etmesini istediler.
PEYGAMBERİMİZİN YEME İÇMESİ
Hafsa -radıyallâhu anhâ-, ashâbın bu teklifini babasına arz etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in açlığını giderecek bir tek hurma bile bulamadığı günlere defalarca şâhid olmuş bulunan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, kızı Hafsa’ya:
“–Kızım! Rasûlullâh’ın yeme-içme ve giyimde hâli nasıldı?” diye sordu.
“–Kifâyet miktarı (ancak yetecek derecede) idi.” cevâbını alınca da, sözlerine şöyle devam etti:
“–İki dost (yani Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh-) ve ben, aynı yolda giden üç yolcuya benzeriz. Birincimiz (Hazret-i Peygamber) makâmına vardı. Diğeri (Hazret-i Sıddîk) aynı yoldan giderek birinciye kavuştu. Üçüncü olarak ben de arkadaşlarıma ulaşmak isterim. Eğer fazla yükle gidersem, onlara yetişemem! Yoksa sen, bu yolun üçüncüsü olmamı istemez misin?”[1]
BEKÂSI YOK!
İşte mânevî tekâmül yolunda, zühd, riyâzat ve mücâhede gibi terbiye usûlleriyle hedeflenen de, bu kalbî olgunluğun kazanılmasıdır. Yani, lüks, israf ve gösterişten uzak, kanaatkâr ve sâde bir şekilde yaşamanın îmandan olduğu şuur ve idrâkiyle, dünyevî meşgaleleri, âhireti ihmâl etmeksizin devam ettirebilecek bir kalbî hassâsiyete sahip olmaktır.
Rivâyete göre hükümdârın biri, ihtişamlı bir saray yaptırır. Bir Allah dostunu dâvet edip sarayın her yerini kemâl-i edeple gezdirir. Sonra da:
“‒Efendim, sarayı nasıl buldunuz, bir eksiği-kusuru var mı?” diye sorar. O Allah dostu:
“‒Sarayın dünyevî ihtişâmı gerçekten de göz kamaştırıyor. Kısaca her şey mükemmel. Yalnız bir eksiği var.” der.
Bu cevâbı hiç beklemeyen hükümdar şaşırır ve hayret içinde sarayın ne eksiği olduğunu sorar. O Allah dostu, şu ibretli cevâbı verir:
“–Bekāsı yok!..”
Ardından da şu îkazda bulunur:
“‒Şayet sen bu sarayı kendi mülkünle yaptırmış isen, bil ki Allah israf edenleri sevmez. Yok eğer, devlet hazinesinden masraf ederek yaptırdıysan, bu takdirde de unutma ki Allah zâlimleri sevmez!..”
[1] Bkz. Ahmed, Zühd, s. 125. Şehbenderzâde Ahmed Hilmi, Târîh-i İslâm, I, 367.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş, Hak Dostlarından Hikmetler 1, Erkam Yayınları, 2013
YORUMLAR