Hakani Mehmed Bey ve Hilye-i Saadet’i
Hilye nedir? “Hilye-i Saadet”ler, “Hilye-i Şerifler” nasıl ortaya çıktı? “Hilye-i Saadet”in müellifi kimdir? Hilye-i Saadet, insana saadet verir mi? Hakani Mehmed Bey ve Hilye-i Saadet’i.
Hâkānî Mehmed Bey’in, Peygamber Efendimiz’in fizikî özelliklerini anlattığı Hilye-i Saadet’i (Hilye-i Hâkānî) türünün ilk ve en önemli örneği kabul edilen mesnevisidir.
Ders kitabı olduğu halde sıkılmadan okuduğum, sayfalarını çevirirken büyük bir haz duyduğum eserlerden biri de merhum Zekai Konrapa’nın Siyer’iydi. Efendiler Efendisi’nin hayat hikayesini olanca güzelliğiyle ve nice özelliğiyle dile getiren bu mübarek eser, gönül dünyamda ılık rüzgarların esmesine vesile olmuştu. Ahmet Cevdet Paşa’nın Kısas-ı Enbiya’sı da, bu bahçenin göze en fazla çarpan gül goncalarından birini teşkil ediyordu. Erbabına göre Suyuti’nin tarihinden bile üstün tutulan Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa son devrin en muteber İslam tarihlerinden ve siyer kitaplarından biri kabul ediliyor. Milli şairimiz Mithat Cemal Kuntay da bir yazısında Mehmet Akif, Kur’an şairi, Cevdet Paşa ise Kur’an nasiridir diyerek önemli bir teşhiste bulunuyor.
SÜLEYMAN ÇELEBİ’NİN MEVLİD’İNDEN SONRA EN FAZLA RAĞBET GÖREN ESER
Peygamberimizin hayatından, ahlâkından gazalarından, şemailinden bahseden eserlerin sayısı o kadar fazla ki, bunların sırf isimlerini sıralamak için bile cilt cilt kitaplar yazmak gerekiyor. Efendimizin fiziki ve ruhi portresini dile getiren eserlerin başında ise -bilindiği gibi- Şemail-i Şerifler ile Hilye-i Şerifler başta geliyor. Hakani Mehmed Bey’in Hilye-i Hakani’si, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden sonra en fazla rağbet gören, büyük bir aşkla ve şevkle okunan manzum eserlerin başında geliyor. Peygamber aşkıyla yanıp tutuşan merhum hakkında bilgi vermeden önce birkaç cümleyle de olsa, “Hilye”nin ne anlama geldiğini belirtmeye çalışalım.
Efendim; süs, zinet, mücevher, güzel yüz, güzel sıfatlar ve güzellikler manzumesine “Hilye” ismi veriliyor. Zamanla bu kelime sözlük anlamının dışına taşıyor; Efendimizin mübarek vücut yapısını, vücut şekillerini, ruhi özelliklerini, güzel sıfatlarını ifade eden bir deyim haline geliyor. “Hilye-i Saadet”ler, “Hilye-i Şerifler” de böylece ortaya çıkıyor. Aslında Hilye-i Şerifler, Şemail-i Şeriflerden doğmuştur. Şemail kitapları daha geniş kapsamlı eserlerdir. Her ikisinin de kaynağı, başta “Kütüb-i Sitte” olmak üzere, diğer hadis kitaplarıdır.
HİLYE-İ ŞERİF OKUMAK PEYGAMBERİMİZİ GÖRMEK GİBİ
Peygamberler Peygamberi’nin ahireti şereflendirmesinden bir süre önce kızı Hazreti Fatıma Validemiz, “Ya Rasûlallah! Bundan sonra senin yüzünü göremeyeceğim!” diye gözyaşları dökmeye başlıyor. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, “Ya Ali, Hilyemi yaz ki vasıflarımı görmek, beni görmek gibidir!” buyuruyor. İşte bu hadise, siyerlerin, şemail kitaplarının, hilyelerin yazılmasına ilham kaynağı oluyor. Özellikle Osmanlılar zamanında kaleme alınan hilyeler, dini edebiyatımızın önemli malzemelerinden biri haline geliyor. Teberrüken evlerin başköşelerine yerleştiriliyor. Bu eserlerin bereket vesilesi olduğuna, bulundukları mekânlara tabii afetlerin zarar vermeyeceğine, yangına çare olacağına inanılıyor. Hazreti Peygamber’e duyulan sevgiyi ve muhabbeti dile getiren bu eserler, zamanla birçok insan tarafından ezberleniyor. Mesnevi nazımı Nahifi, “Bir kimse Hilye-i Şerife yazarsa, ona çok nazar ederse Allah o kimseyi hastalıklardan, belalardan, ani ölümlerden korur; sefere çıktığı zaman yanında götürürse, yolculuk esnasında manevi muhafaza altında bulunur!” diyor.
MESUDANE YAŞAMANIN SIRRINA ERENLERDEN
Kaleme aldığı “Hilye-i Saadet” ile mes’udane yaşamanın sırrına eren şairlerin başında Hakani Mehmed Bey geliyor. Muallim Naci’nin ifadesiyle, “Hilye-i Hakani”, Süleyman Çelebinin Mevlid-i Şerif’i gibi büyük bir alaka görüp, en çok okunan, mukaddes kabul edilen eserler arasına giriyor. Hakani hakkında, kaynaklarda fazla bilgi olmadığını da bu arada belirtmiş olalım. Asıl adı Mehmed olan Hakani, sadrazam Ayas Paşa’nın yakınlarındandır. Çeşitli görevlerde bulunduktan sonra sancak beyliğine kadar yükseldi. Hadikatü’l-Cevami, Sicill-i Osmani gibi bazı kaynaklar ise onu bize “Güzelce Rüstem Paşa’nın kerimezadesi” olarak tanıtıyor. Son yıllarında Divan-ı Hümayun muhasebeciliği yapıyor. O zamanlar kibar kalem efendileri, genellikle Edirnekapı civarında otururlarmış. Hakani Mehmed Bey de orada ikamet ediyor.
HAKANİ MEHMED BEY’İN KABRİ NEREDE?
Yine Muallim Naci’nin “Osmanlı Şairleri” adındaki kitabından anlaşıldığına göre, merhum Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin haziresine defnediliyor. Mezarı eski demir parmaklıklarla çevriliyor. Kabrinin üzerine hemen hemen üç yüz seneden beri temiz toprağı ile beslenen büyük bir ağaç dikiliyor. Bu ağaç, zaten harap ve tenha olan kabrin üstünü hazin bir şekilde gölgelemektedir. Bu ağaca şöyle bir göz atan kimse, oraya mezar sahibinin heykelinin dikildiğini zanneder. Baş taşının üstünde ise adi bir kandil asılıdır. Bu kandil Cuma ve pazartesi günleri yakılmakta ve hüzün verici ışıklarını etrafa salmaktadır. Muallim Naci, verdiği bu bilgilerden sonra merhumun mezar taşındaki yazının bile yanlış olduğunu, üzülerek, hayıflanarak nakledip şunları söylüyor:
“Sokaktan geçerken kabristanın mektep duvarına bitişik olan en büyük penceresinden içeri bakarsanız yuvarlık ve yeşile boyanmış bir taş görürsünüz. Cephesinde ise şu kelimeler yazılıdır: ‘Hüvelbaki. Hille-i Hakani hasretler ruhiyçün el-fatiha.” Anlaşılıyor ki ‘Hilye-i Hakani Hazretlerinin’ denilmek istenmiş! Merhumun adını, mezar taşına yazmak isteyen adamın bu namı ‘Hilye-i Hakani’ olarak düşünmesi daha sonra da bunu doğru olarak yazamaması, insanı şaşırtmaktan çok üzüyor. İnsan bir kabrin içindeki zatın büyüklüğünü düşünüyor, bir de dışındaki kitabeye bakıyor, kabrin içinden, “Ne kıymet bilmez adamlarmışsınız!” diye bir ses işitirmişçesine utanıyor.
Söz buraya gelmişken hemen belirtmek gerekir ki Muallim Naci hayıflanmakta ve üzüntülerini dile getirmekte yerden göğe kadar haklıdır. Merhum, mezarlıklarımızdaki bu günkü perişanlıkları, yanlışlıkları ve tahribatı görmüş olsaydı, bu sefer de gökten yere kadar haklılık kazanırdı. Allah’tan ki kendisinin başına böyle bir felaket gelmedi. İkinci Mahmud türbesinin haziresinde bulunan mezar taşındaki yazının doğru olduğunu görüyoruz. Tabii ki doğru olacaktı, çünkü o kitabeyi yazan son devrin en ünlü yazı ustası Hattat Hamid merhumdu. Hatalı ve yanlış yazılan mezar taşlarının sayısı o kadar fazla ki bunlar bir araya getirilse tam bir fecaat tablosu ile karşılaşırız. Sadece mezar taşları mı, kitaplar da fahiş imla hatalarıyla, tashihlerle dolup taşıyor. Bu yazıyı kaleme almadan önce müracaat ettiğim kaynaklardan biri de Faik Reşad Bey’in “Eslaf” isimli kitabıydı. Eserin, Tercüman’ın binbir temel serisinden çıkan nüshasını elime alıp konumuzla ilgili kısma şöyle bir bakınca gözlerime inanamadım. Şemsettin Kutlu tarafından hazırlanan bu kitapta “Hilye-i Hakani”, “Hiyle-i Hakani” olmuş. Yani buna da bir hile karıştırılmış. Her ne ise, bu hamur çok su götüreceğinden, biz sözü fazla uzatmadan sadede gelelim.
HAKANİ MEHMED BEY’E VERİLEN MÜKAFAT
Hakani Mehmed Bey, Efendimize ait Hilye-i Şerif’i güzel bir hatla ve nazım yoluyla yazdıktan sonra devrin sadrazamına takdim ediyor. Eseri çok beğenen sadrazam kendisine nasıl bir mükafat istediğini soruyor. Merhum bunun üzerine, “Ben artık yaşlandım, Edirnekapı’dan Babıali’ye her gün gidip gelmeye dayanamıyorum. Hayvana binmeme müsaade ederseniz, başka mükafat istemem.” cevabını veriyor. Halbuki o devrin usulüne göre “Hakani” rütbesinde bulunan kimselerin şehir içinde hayvana binmeleri yasaktı. Haliyle devlet nizamının bozulmaması için isteği yerine getirilmedi. Başka bir çözüm yolu bulundu. Sadrazam kendisine Babıali civarında bir ev aldı. Merhum böylece maddeten büyük bir ödül kazanmış oldu. Vefat etmek üzereyken yanındakilere söylediği: “Yaran-ı safa! Cennet bahçeleri ne güzel köşeler imiş!” sözünden ise en büyük mükafat olan, manevi mükafatı da elde ettiği anlaşılıyor.
Bendeniz “Hilye-i Saadet” müellifi Mehmed Hakani’nin türbesinin de bulunduğu Edirnekapı’daki Mihrimah Sultan Camii’nin haziresini daha önce de ziyaret etmiştim. Kendisiyle ilgili bir menkıbeyi talebelerime naklettiğim sırada, içimde bir kere daha ziyaret etme arzusu uyandı. Bir gün Cuma namazını Mihrimah Sultan Camii’nde kılmaya, sonra da merhumu ziyaret etmeye niyetlendim. Ancak gidince bu tarihi mabedin tamir edildiğini gördüm. Namaz arkadaki ufak bölmede kılınıyor, caminin bahçesine girmek de haliyle mümkün olmuyordu. Namazdan sonra etrafı şöyle bir dolaştıysam da içeri giremedim. Etrafın perişan manzarası, ziyareti gerçekleştiremeyişim biraz canımı sıktı.
Hemen o akşam şöyle bir rüya gördüm.
Yine Mihrimah Sultan Camii’nin etrafında dolaşıyorum. Derken bir saatliğine içeri girebileceğimi söylediler. Girdim, asırlık, hem de birkaç asırlık çınarların altından ilerledim. Bahçenin içinde karşıma çıkan bir tünelden yoluma devam ettim. Merhumun kabrini buldum. Tam mezarın başına gelmiştim ki tanımadığım birkaç kişi peyda oldu. Konuşma yapmamı istediler. Kadim bir dostumu kastederek, “Muhsin Hoca gelmeden başlamam” dedim. Muhsin Hoca’nın da gelmesiyle birlikte anlatmaya başladım. Tam bu sırada mezarın üstünde bir çocuk zuhur etti. Sözlerimi tasdik etmeye başladı. Birbirimize sarıldık. Sevindik, heyecanlandık. Beni son derece etkileyen bu rüyayı, basit kalemimle daha güzel dile getiremediğim için üzgünüm. Şu kadarını söyleyeyim ki, beni hayatta en fazla mutlu eden rüyalardan birini de bu rüya teşkil ediyor.
Hilye-i Saadet, hiç insana saadet vermez mi?
Gelmemişdir sana hala sânî
Ümmetin mefharısın Hâkânî
Bize bir hilye-i garrâ yazdın
Nâmını cebhe-i Arş’a kazdın
Muallim Naci
Kaynak: Dursun Gürlek, Altınoluk Dergisi, Sayı: 429