Hakikat Hangi Yolun Ardında?
Hangi yol bizi hakikate ulaştırabilir? Bizi hakikate ulaştıracak yol.
Bu ayna; en başta Kurʼân ve Sünnet, daha sonra da Allah Rasûlüʼnün izinde sadâkatle yürüyen, takvâ ehli, âlim ve ârif zâtlardır. İnsan, bunların tebliğ ve irşâdı olmadan, kendi kendine, ne aklını selîm hâle getirebilir, ne nefsini kötülüklerden tezkiye edebilir, ne de kalbini mânevî hastalıklardan tasfiye edebilir.
İNSAN KENDİNİ NASIL TEMİZLEYEBİLİR?
Hazret-i Mevlânâ, Mesnevîʼsinde ne güzel buyurur:
“Yol bilen, anlayışlı pîr, nefis ve ten bağlarına ark açar, su akıtır da oradaki pislikleri temizler.
Pis ve murdar bir su akıntısı, necâseti/pisliği temizleyebilir mi? İnsanın kendi bilgisi, kendisinde bulunan aşağı duyguları içinden süpürüp atabilir mi?
Bir kimse, kendi deresini nasıl temizleyebilir? İnsanın bilgisi, ancak Allâh’ın ilminden feyz alınca yararlı olur…
Kendi noksanını gören kişi, olgunlaşmaya doğru, on at çatlatarak koşar. Kendini olgun sanan zavallı ise, celâl sahibi Allâh’a doğru, (cehâlet ve kibrin getirdiği) bu zannı yüzünden yükselemez.
Ey kendini olgun gören kişi! Senin rûhunda kendini olgun sanmaktan daha kötü bir illet olamaz!..”
Bu yüzden, aklın çıkmazlarından selâmet bulabilmek için, Kurʼân ve Sünnet terbiyesi altına girip ilâhî ve nebevî beyanları akıl ve kalp âhengi içinde okuyabilmek îcâb eder.
Aklın; insan, kâinat ve bunlardaki hakîkatlere bir ayna mesâbesinde olan Kur’ân-ı Kerîm üzerinde tefekkür ederken elde edeceği netice, tıpkı topraktan çıkarılan ham mâdenler gibidir. Bu mâdenleri mâmûl hâle getirense, îman muhabbetiyle dolu bir kalptir.
Kalp; hissiyâtın, yani duyguların merkezidir. Allahʼtan gayrısından tasfiye edilerek mânen seviye kazanmış bir kalbin “hads, ilham ve sünûhât” kelimeleriyle de ifâde edilen salâhiyet ve kudreti, aklın sunduğu delilleri birleştirerek, tıpkı kırık bir vazonun parçalarını bir araya getirip aslî şeklini ortaya çıkarmak gibi, hakîkatin kâmil mânâda idrâkini temin eder.
Hakîkaten Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine dalınabilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda kulaç atabilirken, mâhir bir dalgıç, denizin en derin yerlerine dalar; kıyıdakilerin göremediği, acâyip, garâib ve değişik manzaralarla bambaşka âlemler seyrederse, takvâ yolunda kalben merhaleler kat eden kimseler de Kur’ân’da pek çok hikmet tecellîleriyle karşılaşır, ondan gerçek mânâda feyz alırlar. Nasıl ki derin bir kuyuya bakan insanın başı dönerse, Kurʼânʼın hakîkatinde derinleşen bir kalbin duyuşları da sonsuza açılır, kulu hayret vâdilerinin yolcusu kılar, mârifetullahʼtan hisseler almaya sevk eder.
Velhâsıl, hakka ve hayra ulaşmanın mükemmel bir şekilde icrâsı, aklın vahiyle terbiye edilmesini ve aklın tükendiği noktada îman olgunluğuna sahip bir kalbin devreye girerek onun eksikliğini teslîmiyetle telâfî etmesini gerektirir. Kalbî hayat ve onun mânevî duyuşları olmaksızın, sırf akılla, sonsuz hakîkatler âlemine geçilemez.
Necip Fâzılʼın şu ifâdeleri de, hakîkatlerin idrâkinde akıl ve kalbin fonksiyonlarına işâret etmektedir:
“Akıl, sırtında ölçü aletleri taşıyan bir amele gibi, seziş duygusunu takip eder. Duygu düşünceden önce gelir, o gelince de akıl ölçmeye başlar. Her şeyi ânî olarak idrâk ederiz. Bu entüvisyonla olur, akılla olmaz. Kalple, yani ruhla... Akıl rûhun peşinden gelir ve onları kemmiyet âletleriyle ve kendine mahsus kıyaslarla ölçer.” [1]
Aklın tek başına kâfî olmadığını idrâk eden bâzı filozoflar da, hakîkati araştırma yolunda başka vâsıtalar aramaya koyulmuşlardır. Bâzen his ile, bâzen sezgiyle, bâzen irrasyonel sahalara girerek problemlerine çözüm arayan birçok felsefeci ortaya çıkmıştır.
Bunlardan biri olan Fransız filozof Henri Bergson (d. 1859, ö. 1941), “hads” (sünûhat) veya entüvizyon (sezgi) denilen keyfiyeti de hakîkate ulaşmakta bir vasıta olarak kabul edip aklı esas alan filozoflar arasındaki istisnâlardan birini teşkil etmiştir.
Lâkin birkaç çiçekle bahar gelmeyeceği için, yine de felsefeden, insanın hakîkat arayışını doyurabilecek seviyede tatminkâr cevaplar beklenemez. Üstelik Bergson, İslâm kültürüne vâkıf olamadığı için, bu keşfini ikmâl edememiştir. Çünkü elinde tuttuğu ve îmân ettiği muharref (tahrif edilmiş) İncil, Kurʼân-ı Kerîm gibi mahfuz (korunmuş) bir vasıfta değildi.
Ayrıca vahyi dışlayıp sırf akla dayanarak hakîkati arayanlar nasıl ki çeşitli dalâletlere sürüklenmişlerse, bunun gibi vahyin rehberliğinden uzak bir şekilde yapılan riyâzet ve mücâhedeler neticesinde bâzı keşif ve ilhamlara erişenler de, aynı tehlike ile karşı karşıyadırlar. Çünkü bu keşif ve ilhamların Rahmânî mi yoksa şeytânî mi olduğu, yine vahyin rehberliği olmaksızın ayırt edilemez.
Bunun içindir ki İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şu îkazlarda bulunmuştur:
“Riyâzet ve mücâhede yolu da tıpkı akıl yürütme yolu gibidir. Nasıl ki peygamberlerin rehberliği dışında akıl ve fikir, hakîkati bulmamızı sağlayamıyorsa, riyâzet ve mücâhede de nihâî mânâda Allâhʼa ulaşmamızı sağlayamaz. Peygamberler, emâneti mâsum melekler aracılığıyla Allah Teâlâ’dan aldıkları için, onların bilgileri şeytanın müdâhalesine karşı korunmuştur. Zira Rabbimiz, şeytan hakkında; «Şüphesiz kullarım üzerinde senin bir hâkimiyetin yoktur.» (el-Hicr, 42) buyurarak peygamberlerini desteklemiştir.”[2]
[1] Batı Tefekkürü ve İslâm Tasavvufu, sf. 85-86. [2] Mektûbât, c. III, 23. Mektup.
Kaynak: İslam Nazarında Akıl ve Felsefe, Osman Nuri Topbaş, 128 Sayfa, Erkam Yayınları