Hakîkat-ı Muhammediyye Nedir?
Hakîkat-ı Muhammediyye nedir, ne zaman ortaya çıkmıştır?
Hz. Peygamber’in (s.a.s.) mânevî şahsiyetini ifade etmek için kullanılan tasavvuf terimi.
HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE NE ZAMAN ORTAYA ÇIKTI?
Hakîkat-i Muhammediyye fikrine ilk olarak Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’de (ö. 283/896) rastlanır. Tüsterî, Allah’ın ilk defa Hz. Muhammed’i (s.a.s.) kendi nurundan yarattığını ileri sürmüş (Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm, s. 15, 62), ancak hakîkat-i Muhammediyye kavramından açıkça söz etmemiş ve bunun bir yaratma sebebi olduğunu söylememişti. Tüsterî’nin daha çok “adl” ve “el-hak mahlûkun bih” (yaratma aracı olan hak) adını verdiği bu kavram üzerinde daha sonra Hallâc-ı Mansûr Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn’in “Ṭâsînü’s-sirâc” bölümünde durmuştur. Aynülkudât el-Hemedânî Temhîdât’ta, Rûzbihân-ı Baklî Şerḥ-i Şaṭḥiyyât’ta çok güzel ifadelerle tasvir ettikleri kavramı Muhammed Kemâl İbrâhim, İbrâhim b. Edhem’e ve Süfyân es-Sevrî’ye kadar götürmüştür (Mine’t-türâs̱i’ṣ-ṣûfî, s. 313-314). Hakîkat-i Muhammediyye görüşü en güzel biçimde Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Abdülkerîm el-Cîlî tarafından açıklanmış, Fuṣûṣü’l-ḥikem’e şerh yazanlar da bu konu üzerinde önemle durmuşlardır.
HAKİKAT-I MUHAMMEDİYE NE DEMEK?
“Vücûd-ı mutlak”ın taayyün ettiği ilk mertebeye (taayyün-i evvel) hakîkat-i Muhammediyye adı verilir. Hakîkat-i Muhammediyye, vücûd-ı mutlakın ahadiyyetini vâhidiyyete dönüştürmek suretiyle taayyüne başlamasıdır. Vücûd-ı mutlak açısından bakıldığında bu mertebe var oluşun başlangıcıdır. Mevcûdat açısından bakıldığında ise gerçek yaratma (halk) fiili, vücûd-ı mutlakın hakîkat-i Muhammediyye mertebesine tenezzülünden sonra olmuş ve her şey ondan yaratılmıştır. Bu durumda hakîkat-i Muhammediyye zât-ı mutlakın lâ taayyün mertebesinden, yani kendi zâtındaki istiğrak halinden kendindeki özellikleri bilme mertebesine tenezzülünü ifade eder. Vücûd-ı mutlakın kendisindeki isim ve sıfatları mücmelen bildiği bu mertebede isim ve sıfatlar zâtının aynı olduğundan bu ilim kendi zâtına olan ilimden ibarettir. Hakîkat-i Muhammediyye mertebesinin üzerinde lâ taayyün (ahadiyyet) mertebesinden başka hiçbir şey yoktur. Lâ taayyünün taayyün suretiyle zuhur ettiği ilk tenezzül mertebesi olan bu mertebe lâ taayyünün zâhiri, lâ taayyün ise hakîkat-i Muhammediyye’nin bâtınıdır. Dolayısıyla lâ taayyün ve hakîkat-i Muhammediyye aynı hakikatin ön ve arka yüzleri olmaktadır. Ehl-i keşf, hakîkat-i Muhammediyye mertebesini ifade edebilmek için ulûhiyyet, lâhût, vâhidiyyet, vahdet-i sırf, vahdet-i hakîkî, âlem-i vahdet, el-hak mahlûkun bih, ahadiyyetü’l-cem‘, levh-i mahfûz, ümmü’l-kitâb, levh-i kazâ, asl-ı âlem, adl, berzah, velâyet-i mutlaka, felek-i sâbitât, tecellî-i evvel, mahlûk-ı evvel, zıllullah, ikāb, vücûd-ı evvel, madde-i evvel, akl-ı kül, nûr-ı Muhammedî, hakîkat-ı âdem, insân-ı ezelî, mertebe-i insân-ı kâmil, halife, ebü’l-ervâh, rûhü’l-kuds, rûh-ı a‘zam, arşullah, kalem, kitap, akl-ı evvel, kābe kavseyn, medînetü’l-fâzıla gibi terimler kullanmışlardır (Kılıç, s. 226-227). İbnü’l-Arabî, bütün bu terimlerin aynı hakikati çeşitli yönleriyle ifade ettiğini söyler.
Hz. Peygamber’in altmış üç senelik zamanla sınırlı cismanî hayatından ayrı bir varlığı daha mevcuttur. Allah’tan başka hiçbir şey yokken ilk defa hakîkat-i Muhammediyye var olmuş, bütün yaratıklar bu hakikatten ve onun için halkedilmiştir. Âlemin var olma sebebi, maddesi ve gayesi bu hakikattir. Tasavvufta sık sık kullanılan ve kutsî hadis olarak da rivayet edilen, “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” (levlâke...) (Aclûnî, II, 164; Hâkim, el-Müstedrek, II, 615) ifadesiyle bu husus anlatılır. İlk ilâhî tecelli olması sebebiyle “taayyün-i evvel”, sevgi tarzında tecelli olması dolayısıyla “taayyün-i hubbî” adı da verilen nûr-ı Muhammedî zuhur ettikten sonra her şey ondan ve onun için yaratılmıştır. Resûl-i Ekrem’in ruhu ve nuru bütün insanlardan, peygamberlerden, hatta meleklerden önce var olduğundan Peygamber insanlığın mânevî babasıdır. Hz. Âdem insanların maddeten babası (ebü’l-beşer), Hz. Peygamber ruhların babasıdır (ebü’l-ervâh). “Allah ilk defa benim nurumu yarattı”; “Âdem toprakla su arasında iken ben peygamber idim” (Tirmizî, “Menâḳıb”, 1; Müsned, IV, 66; V, 379; Aclûnî, I, 265; Abdülkerîm el-Cîlî, II, 37) meâlindeki hadislerle bu hususa işaret edilmiştir. Hz. Âdem’de tecelli edip daha sonra öbür peygamberlere intikal eden, Hz. Muhammed beden olarak dünyaya gelince ona intikal edip onda karar kılan nur ölümünden sonra da devam etmekte ve kâinat varlığını sürdürebilmektedir. Bu nur ölümsüz ve ebedî olduğundan mutasavvıflar Hz. Peygamber için “öldü” ifadesini kullanmazlar.
İbnü’l-Arabî, hakîkat-i Muhammediyye’yi vücûd-ı mutlakın yaratılış sahasındaki ilk ve en mükemmel mazharı (meclâ) olarak görür. Onun her isminin bir mazharı vardır. En kapsamlı isim olan ve bundan dolayı ism-i a‘zam denilen Allah isminin mazharı hakîkat-i Muhammediyye’dir. Vücûd-ı mutlak en yüksek seviyede ve bu mazharda tecelli ettiğinden ona “insân-ı kâmil” de denir. İbnü’l-Arabî’ye göre hakîkat-i Muhammediyye nur olması bakımından âlemi yaratma ilkesi ve onun aslıdır. Varlık şeklinde zâhir olan ilâhî tecellinin ilk mertebesidir. O, “hebâ” adı da verilen hakîkatü’l-hakîkatten vücuda gelmiştir. Hak ve halkın bütün mâkul (aklî) mahiyetlerini özünde toplamış olan hakîkatü’l-hakāik hakîkat-i Muhammediyye’nin maddesi, hakîkat-i Muhammediyye de onun sûretidir. Hakîkatü’l-hakāik var veya yok, ezelî ve hâdis şeklinde nitelenmediği halde hakîkat-i Muhammediyye var ve ezelî diye nitelendirilir. Diğer taraftan İbnü’l-Arabî, insanla ilgisini dikkate alarak hakîkat-i Muhammediyye’ye insân-ı kâmil adını verir. Çünkü insân-ı kâmil varlığın bütün hakikatlerini kendinde toplar ve bu özelliğiyle Allah isminin mazharıdır. Bilgi ve ilham bakımından ele alınınca hakîkat-i Muhammediyye bütün peygamberlerin ve velîlerin ledünnî ve bâtınî bilgileri aldıkları kaynaktır. Aynı zamanda bu hakikat Hak’tan gelen feyzin halka ulaşmasında aracı olur (Fuṣûṣ, s. 19, 63; el-Fütûḥât, I, 118). Abdülkerîm el-Cîlî, Allah’ın en mükemmel şekilde yarattığı Hz. Muhammed’i cemal ve celâl sıfatlarına mazhar kıldığını, cennetle cehennemin onun iki vechesi olduğunu söyler (el-İnsânü’l-kâmil, II, 29-48). Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, hakîkat-i Muhammediyye’yi anlattıktan sonra Hz. Peygamber’in Cebrâil karşısındaki büyüklüğünü ifade etmek için, “Ahmed eğer o ulu kanadını açsaydı Cebrâil ebede kadar dehşet içinde kalırdı” der (Mes̱nevî, IV, 817). “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım”; “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bunun için âlemi yarattım” gibi tasavvuf edebiyatının temelini oluşturan cümleler hakîkat-i Muhammediyye’nin özlü ifadeleridir. Hakîkat-i Muhammediyye fikri, yaratılışı sevgi ve aşk unsuruna bağladığı için tasavvuf edebiyatının gelişmesine önemli katkılar sağlamış ve birçok şaire ilham kaynağı olmuştur (bk. Eraydın, s. 131-143).
Zâhir ulemâsı, özellikle hadis âlimleri ve Hanbelîler, Hz. Peygamber’in bu şekilde anlaşılmasının onu ilâhlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı küfür ve şirk saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini iddia etmişlerdir. Hakîkat-i Muhammediyye fikrinin Yeni Eflâtunculuk’taki “logos” veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in (ö. 215) peygamberlik konusundaki görüşleriyle ilgili olduğu, bunun önce Şiî muhitine, oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülmüştür.
Kaynak: DİA