Hakim Milletlerle Mahkum Milletler Arasındaki Fark

Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark nedir?

İnsan, özü itibariyle Allâh’ın şerefli bir kulu ve aziz bir mahlûkudur. İnsanı yoktan yaratan Rabbimiz, ona kendi rûhundan üflemiş; meleklere, hürmet ve tazim makamında bu ilk insana secde etmeleri emredilmiştir.

Her fert, taşıdığı cevherler itibariyle ayrı ayrı güzeldir, saygıyı hak eder. Ancak îman sahibi, ibadet ve ahlâkıyla güzel olan insanlara karşı duyulması gereken sevgi ve hürmet daha farklı olmalıdır. Bu mükerrem insanlar içinde, bilgi, tefekkür ve kabiliyetlerini geliştirmiş; topluma ve insanlığa hizmet için bütün imkânları kullanan kimselerin yeri ve kıymeti ise tartışılmaz. Toplumlar, bu yüce gönüllü, fedakâr ve çilekeş insanların sırtında yükselir.

İnsan kalitesi, toplumun rengine tesir eden en temel unsurlardandır. Eğer bir toplum, kendisine rehberlik edecek adanmış gönülleri; kendi kumaşından mütefekkir, sanatkâr, müteşebbis, ilim, ticaret ve devlet adamlarını çıkartabiliyorsa, medeniyet ve terakki yolunda ilerler. Kendi gönül ve rehber insanlarını yetiştiremeyen toplumlar da esarete, gerilemeye ve taklitçiliğe mahkûm olurlar.

İNSAN KITLIĞI

Eskiler, “kaht-ı ricâl” diye bir tabir kullanırlar. Bu, “insan kıtlığı” demektir ve genelde en büyük ihtiyaçlardan birisi olan, devlet idaresinde yetişmiş insan bulunamaması mânâsında kullanılır. Aslında yetişmiş insan kıtlığı, sadece devlet idaresi için lâzım değildir. Askerlikten polisliğe, sanayicilikten tüccarlığa, ilim ve teknolojik gelişmelerden dînî ilimlerdeki ihtisasa, sanat, kültür ve edebiyattan derviş ve tekke kültürüne kadar hemen her sahada kendisini yetiştirmiş, “bizden” olan, “bizim gibi” düşünen, yaşayan insanlara muhtacız. Son birkaç asırdır biz, kendi insanımızı yetiştiremedik. Hem kalbur üstü adı verilen üst tabakadan halka rehberlik edecek kimseleri, hem de genel olarak milletimizi yeterli bir şekilde eğitemedik.

Doğum yeri bizde olan, ismi-cismi bizden olan, ama bize, kültürümüze, toprağımıza, değerlerimize yabancı kimseler; bizi idare etti, yönlendirdi, şekillendirdi. Bu da “aydın” tabakası ile “millet” arasında büyük bir gönül ve fikir ayrılığı oluşturdu. Âdeta baş bir tarafa gitti, ayaklar bir tarafa, vücut ve kollar başka tarafa… Böyle yol almak mümkün olabilir mi?

İYİ YETİŞMİŞ İNSAN

Bugün de “iyi yetişmiş insan” deyince, herkesin kafasında farklı bir bakış tarzı mevcut… Meselâ Amerika’ya, Avrupa’ya gitmiş, birkaç dil bilen insan yetişmiş insan, bazılarınca… Bazıları, piyasayı koklayan, çok kazanan, çabuk zengin olan insanların “iyi”, “başarılı” ve “yetişmiş” olduğunu düşünüyor. Bazıları, güzel okullarda okumayı, albenili akademik kariyer yapmayı yetişmiş olmanın işareti olarak görüyor. Önemli mevkilerde bulunmak; bakan, milletvekili, belediye başkanı vs. olmak mı yetişmişliği gösteriyor? Gerçekte kim yetişmiştir?

Elimizde ölçü alacağımız metreler yanlış ölçüyor ya da tartacağımız terazi hatalı tartıyorsa, netice her zaman yanlış olmaz mı? Bir şeye bakışımız yanlışsa, görüşlerimizin neticesi de hep hatalı olmaz mı? Bugün “iyi insan” ölçüsünü neye ve hangi kıstasa göre belirleyeceğiz? Faziletli insan özelliklerinin temel referansı ne olmalıdır? Toplum olarak aslında biraz buralarda sapmalar yaşıyoruz. Bir toplumda temel ölçülerde ve insanlığın temel değerlerinde aşınmalar, sapmalar olursa, işin istikametini bulmak zorlaşır.

İnsanın değerli bir varlık olarak yaratılmış olması, aynı zamanda ona fıtratı koruma gibi bir sorumluluğu da yüklemektedir. Yani insan, kendisini aslî unsurları ile koruma ve Rabbine karşı vazifelerini yerine getirme hususunda dünyaya gelişinden itibaren vazifelidir.

Tarih boyunca insanlığa ilâhî emirleri getiren peygamberler, hep insanın fıtrî özelliklerini hatırlatma, Allâh’a karşı gelmeme, eşyaya ve insana karşı zâlim olmama hususunda dâvetlerini yapmışlardır. Nübüvvetin temel çağrısı, tevhid ve insanın Rabbine kul olması yönündedir. İslâm, zulmü, sadece ilk anda akla gelen “haksızlık yapma” mânâsında kullanmaz; bundan çok daha geniş bir perspektifle, fıtrata, hakkaniyet ve adalete ters olan her şeyi zulüm kavramı içine alır.

İnsanın ilişkiler ağı; insan-İslâm, insan-insan ve insan-eşya ilişkisi olarak tasnif edilebilir. Bütün bu ilişkiler ağının ortasında ve merkezinde “insan” vardır ve her halükârda insan, fıtratını koruyacak bir hassasiyet içerisinde bulunmak zorundadır. Çünkü onun duruşu, bütün ilişkiler ağını baştan sona etkileyecek ve değiştirecektir.

Eskiden insanlar “adam azlığı”ndan şikâyet ediyorlardı. Bugün ise durum daha da vahimdir. Artık meselesini “adam kıtlığından” ziyade “adam yokluğuna” dönüşmüş bir hâldedir. Bugünkü dertlerimizin özeti mahiyetindeki şu teşhis ne kadar güzeldir:

“Hâkim milletlerle mahkûm milletler arasındaki fark, bir avuç yetişmiş insandır. Yani eğer bir avuç yetişmiş insanınız varsa, hâkim milletsiniz. Aksi takdirde başka milletlerin tahakkümü altında kalmaya mahkûmsunuz.”[1]

İYİLİĞİ EMREDEN, KÖTÜLÜKTEN MENEDEN VE İNSANLARI HAYRA ÇAĞIRAN İNSANLAR LAZIM

Ümidimizi korumakla beraber gerçeklerimizi de görmek zorundayız. Maksadımız karamsar bir tablo çizerek, yeşermesi beklenen ümit tohumlarımızı susuz bırakmak değil elbette... Ancak devâsa bir yangının her tarafımızı sardığı ve insanımızı derin bir çukura çektiği hakikatini görmek ve ona göre tedbirler almak zorundayız.

Belki bu yazının satırlarında daha iyimser bir bakış açısı ile içimize su serpen cümleler de kurabilirdik. Ancak yine eskilerin ifadesiyle, “ateş bacayı sarmış” ve yangın tâ evlerimizin içine, hattâ gönüllerimize kadar girmiş durumda… Âdeta bir âhirzaman içindeyiz; nefsimizi ve ehlimizi cehennem ateşinden korumak için canhıraş bir şekilde mücadele etmek zorundayız. Böyle bir durumda, iyimser olmak çok da mümkün olmuyor. İçimize kadar nüfuz eden yangından derhal ve öncelikle kendimizi, âilemizi ve sonra da bütün insanlığı kurtarmalıyız!

Özellikle toplumun temel değerlerini sarsıcı ve bize ait o faziletli insan karakterini tekrar diriltmek, ayakta tutmak ve onu yaşatmak zorundayız. İçimizden “iyiliği emreden, kötülükten meneden ve insanları hayra çağıran bir grubun bulunması” mecburiyetinin sebebi de bu damarın hayatiyetini korumak...

Elbette toplumun bütün tabakaları, her zaman aynı seviyede, aynı anlayış ve hassasiyette olamaz. Ancak topluma yön veren “temel akıl”, bizi biz yapan değerlerimizin ışığında yol almalı ve öncü kadro; ilham, ufuk ve enerjisini, bu toplumun tarihî ve dînî değerlerinden alarak beslenmelidir.

Bize gerçek mânâda dâvâ adamları lâzım. Dünyalık menfaat karşısında eğilmeyen, her an nefis terbiyesiyle meşgul olan, ancak ufku, gönlü ve cihadı her dem tazelenen, her dem temizlenen… Samimi, fazilet ve himmet ehli, kendine güvenen, ama mütevazi… Kendi varlığını, İslâm dâvâsı için kurban etmiş, vakıf ve model insanlar… Modern dünyayı tanıyan, ama kendi değerlerinden ve şahsiyetinden taviz vermeyen… Başkası olmak için kılıktan kılığa girmeyen, kendi geçmiş ve değerlerinden utanmayan…

Biz asırlarca kendi idareci ve gönül insanlarımızı yetiştirmeyi bilmiş bir toplum olarak, yine ve yeniden “kendimizi” dokumalıyız. Bulunduğumuz coğrafya, zor bir coğrafya… İçinden geçtiğimiz tarih dilimi de öyle… Ancak bunlar aynı zamanda büyük fırsatlar da barındırıyor. Henüz kaybolmamış tertemiz değerlerimiz, ana kaynakları sapasağlam duran dinimiz ve yetişmeye hazır, bir dünya gencimiz var. Ümitsizliğin girdabına düşmeden, karanlığa sadece küfretmekle yetinmeden, bir mum yakmaya çalışmalı ve kendi çapımız kadar olsun, etrafımızı ışıtmalıyız. Bugün bir mum, yarın aydınlık bir dünya… Her şey, bir kişinin uyanışı ve gayretiyle başlamıyor mu zaten…

Bugün kokuşmuş bu dünyanın böyle güzel insan karakterlerine ihtiyacı var. Bunu da yapacak olan, ancak ve ancak Peygamberinin izinden giden, samimi ve hasbî Müslümanlardır. Kısaca, bizi bizden başka sevecek ve kurtaracak kimse yok. Haydi, bismillah… Kendimizi ve dünyamızı tekrar inşa ve ihyâ etmeye…

Dipnotlar:

[1] Osman Nûri Topbaş, Röportaj: Kıtaları Aşan Hizmet Ufku, Altınoluk Dergisi, Yıl: 2015, Mart Sayı: 102

Kaynak: Şefika Meriç, Şebnem Dergisi, Sayı: 186

İslam ve İhsan

GENÇLER NEDEN BUNALIYOR?

Gençler Neden Bunalıyor?

PAYLAŞ:                

YORUMLAR

İlk yorumu yapan siz olun!

Yorum Ekle

İslam ve İhsan

İslam, Hz. Adem’den Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen tüm dinlerin ortak adıdır. Bu gerçeği ifâde için Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allâh katında dîn İslâm’dır …” (Âl-i İmrân, 19) buyurulmaktadır. Bu hakîkat, bir başka âyet-i kerîmede şöyle buyurulur: “Kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa bilsin ki, ondan (böyle bir dîn) aslâ kabul edilmeyecek ve o âhırette de zarar edenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân, 85)

...

Peygamber Efendimiz (s.a.v) Cibril hadisinde “İslam Nedir?” sorusuna “–İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirip imkân bulduğun zaman Kâ’be’yi ziyâret (hac) etmendir” buyurdular.

“İman Nedir?” sorusuna “–Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine îmân etmendir” buyurdular.

İhsan Nedir? Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): “–İhsân, Allah’a, onu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen onu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdular. (Müslim, Îmân 1, 5. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16)

Kuran-ı Kerim, Peygamber Efendimize (s.a.v) gönderilen ilahi kitapların sonuncusudur. İlahi emirleri barındıran Kuran ve beraberinde Efendimizin (s.a.v) sünneti tüm Müslümanlar için yol gösterici rehberdir.

Tüm insanlığa rahmet olarak gönderilen örnek şahsiyet Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v) 23 senelik nebevi hayatında bizlere Kuran ve Sünneti miras olarak bırakmıştır. Nitekim hadis-i şerifte buyrulur: “Size iki şey bırakıyorum, onlara sımsıkı sarıldığınız sürece yolunuzu asla şaşırmazsınız. Bunlar; Allah’ın kitabı ve Peygamberinin sünnetidir.” (Muvatta’, Kader, 3.)

Tasavvuf; Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır. Tasavvuf; “îmân”ı “ihsân” gibi muhteşem ve muazzam bir ufka taşımanın diğer adıdır. Tasavvuf’i yola girmekten gaye istikamet üzere yaşayabilmektir. İstikâmet ise, Kitap ve Sünnet’e sımsıkı sarılmak, ilâhî ve nebevî tâlimatları kalbî derinlikle idrâk edip onları hayatın her safhasında vecd içinde yaşayabilmektir.

Dua, Allah Teâlâ ile irtibatta bulunmak; O’na gönülden yönelmek, meramını vâsıta kullanmadan arz etmek demektir. Hadisi şerifte "Bir şey istediğin vakit Allah'tan iste! Yardım dilediğin vakit Allah'tan dile!" buyrulmuştur. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/307)

Zikir, bütün tasavvufi terbiye yollarında nebevi bir üsul ve emanet olarak devam edegelmiştir. “…Bilesiniz ki kalpler ancak Allâh’ı zikretmekle huzur bulur.” (er-Ra‘d, 28) Zikir, açık veya gizli şekillerde, belirli adetlerde, farklı tertiplerde yapılan önemli bir esastır. Zikir, hatırlamaktır. Allah'ı hatırlamak farklı şekillerde olabilir. Kur'an okumak, dua etmek, istiğfar etmek, tefekkür etmek, "elhamdülillah" demek, şükretmek zikirdir.

İlim ve hâl kelimelerinden oluşmuş bir isim tamlaması olan ilmihal (ilm-i hâl) sözlükte "durum bilgisi" demektir. Bütün müslümanların dinî bilgi ve uygulama bakımından ihtiyaç duyduğu, bir bakıma müslüman olmanın ve müslümanlığın icaplarını yerine getirmenin ön şartı durumundaki fıkhi temel bilgiler ilmihal diye anılmıştır.

İslam ve İhsan web sitesinde İslam, İman, İbadet, Kuranımız, Peygamberimiz, Tasavvuf, Dualar ve Zikirler, İlmihal, Fıkıh, Hadis ve vb. konularda  güvenilir kaynaklardan bilgiye ulaşabilirsiniz.